Anadolu’da Roma-Bizans-Selçuklu geleneğini zenginleştirerek büyüyen Osmanlılar, 600 yıl boyunca gayrimüslim unsurları bünyesinde eritti; çok sayıda Hıristiyan, Yahudi, Ermeni gerek devlet kademelerinde, gerek dinî yapılarda gerekse sosyal hayatta en yüksek mevkilerde hizmet verdi. İşin sırrı belki de Osman Bey’in Bilecik Hıristiyanları için söylediği sözdeydi: “Komşularımızdır. Biz bu vilayete garip geldik. Bunlar bizi hoş tuttular. Şimdi de bizim bunlara hürmet etmemiz vaciptir”.
Osmanlı Devleti’nin hüküm sürdüğü topraklardaki milliyet ve din çeşitliliğini listelemek çok kapsamlı bir çalışmayı gerektirir. Roma’dan itibaren imparatorluklarda mutlaka bir hâkim dil ve hâkim din bulunsa da alt grupların zenginliği tartışılmaz. Bu toprakların yönetiminde kullanılan mekanizmalar, bu çeşitliliği dayanak noktalarından biri olarak almıştır.
Hıristiyan tebaadan “devşirme” usulüyle yetiştirilen unsurların, gerek yönetici, gerekse askerî sınıf kadrolarında istihdam edilmesi günümüzde bazı kesimlerce eleştiriye konu edilmektedir. “Devşirmelik”, aslen Müslüman olmayan 10-18 yaşları arasındaki Hıristiyan çocuk ve gençlerin ailelerinden alınıp İslâm dinini seçtikten sonra yönetici sınıflarda veya Yeniçeri Ocağı’nda istihdam edilmesine verilen addır. Sadece iki buçuk asırlık bir uygulamanın, tek başına Osmanlıların bütün günahlarının, zaaflarının kaynağı olabileceğini iddia etmek basit bir yaklaşımdır. Üstelik altı asırlık Osmanlı sisteminde, devşirilen nüfustan çok daha fazlası bazen ihtida ederek, bazen görünürde Müslüman olarak, bazen de kendi gayrimüslim kimliği ile istihdam edilmişlerdir.
Kendi arzusuyla İslam dinini seçene “mühtedi”, bu olaya “ihtida” denilir. Adı geçen yollarla devlet organlarında görevlendirilenlerin mesaisi Osmanlılara ne kazandırdı, onların hizmetleri olmasa Osmanlı devlet ve toplum düzeni daha iyi veya daha kötü mü olurdu? İncelenmesi gereken husus budur.
9. yüzyıldan itibaren Mezopotamya, Filistin ve Anadolu’ya akın akın göç eden Türklerin oralarda karşılaştıkları yönetimlerle temaslarında edindikleri tecrübeler hakkında oldukça bilgimiz vardır. Abbasi hilafetinde Me’mun (hilafet süresi 813-833) devrinden itibaren Türklerin askerî güçleriyle yönetimdeki ağırlığı inkâr edilemez. Selçuklular ise bu ağırlığı resmen himaye tarzına çevirerek bilfiil yönetici oldular. Hıristiyan veya Yahudi mahalli unsurların yönetimde yer aldıklarını gördüler. Osmanlılar da bu eski tecrübeleri değerlendirmekte istekli ve başarılı olmuşlardır.
Konuyla ilgili bilebildiğimiz ilk metin Tanah kitabından “Ester” hikâyesidir. Yahudi öğretisinde yer alan bu hikaye, bulunduğumuz coğrafyada milliyet, ırk, din, antisemitizm kavramlarının MÖ. 500 yıllarından beri geçerliliğini gösterir. Pers sarayında Kral Serhas’ın en yakınında görevli Yahudiler bulunabilmekteydi. Pers ve Yahudilerin iki ayrı millet olduklarının bilinci, anlatıma yansımıştır. Üstelik Yahudilerin devlette aktif biçimde görevlendirilmeleri Pers milliyetçilerini Yahudiler aleyhine tahrik etmiş, vezir Haman tarafından tüm Yahudilerin katledilip mallarının yağma edilmesi tasarlanmıştır. Bu sırada Kral Serhas kendine kraliçe seçmek üzere ülkeye haber salar. Danışmanı Mordehay, yeğeni Ester’i kraliçe adaylığına yönlendirirken “Yahudi kimliğini, halkını, soyunu” açıklamayı yasaklamıştır. Bu metin, örtülü kimlikler altında bir devletin çatısı altında bulunmaya dair ilk bilgileri vermektedir.
İslâm Devleti de aynı coğrafyaya hâkim olduğunda geçmiş tecrübelere dayanmıştır. Melkitler aslen Arapların Gassan kabilesinden olup 4. yüzyıl sonlarında Hıristiyanlığı seçmişlerdi. Lübnan ve Güney Suriye’de yaşarlarken Emevilerin başkent tayin ettikleri Şam’da, Emevi hilafetinin merkezinde yer alırlardı. Şamlı Aziz Yahya, babası Sarcun ibn-i Mansur’dan sonra Muaviye’nin yanındaki müşavirlerin en önemlilerindendi ve asla ihtida etmemişlerdi. Abbasiler devrinde bu konumlarını kaybettikleri gibi sürgüne gönderildiler. Osmanlılara gelinceye kadar Abbasi, İlhanlı, Selçuklu, Memlûk Devletlerinin de ayrı din taşıyan görevlileri olmuştur.
Osmanlıların kuruluş devri kaynaklarının yetersiz olması, bu ilk dönemde müslim-gayrimüslim unsurlar arasındaki etkileşim hakkında ayrıntılı malumattan bizleri mahrum kılmaktadır. Aşıkpaşazade’nin kısa tanıklıkları bazı ipuçları vermektedir. Bizans’a akınlar sürdürülmüş ve yüksek vergilerden şikayetçi yerli Rumların teveccühleri ile birçok tekfurluk merkezi kısa sürede hâkimiyet altına alınmıştır.
Gayrimüslim kitlelerin zamanla İslâm’a dâhil olmasıyla çoğunluğa geçen Müslüman kitle artık devlet görevlilerinde Müslümanlık şartını aramaya başladı. Osman Bey’den itibaren Köse Mihal, Orhan Bey ve Birinci Murad zamanında Evreno Bey ve Akıncı beyi soğulları gibi komutanlar Hıristiyan kökenleri ile görev alamadılar. Köse Mihal ihtida etti ama ismini değiştirmedi, torunu da Hıristiyan ismini kullanmaktan vazgeçmedi. Aynı zamanda gaza ve cihad uğruna, bazen de ganimet hedefiyle uçlara toplanan Türk unsurların yoğunluğuna rağmen, nasıl oldu da devşirme askere ihtiyaç hissedildi? Bu konuda “Acemioğlanlar Ocağı” hakkında nakledilenler bir nebze de olsa ipucu vermektedir.
Karaman’dan gelme Kara Rüstem adlı bir danişmendin, Osmanlıların harpte aldıkları esirlerden 1/5’inin ganimet olarak hükümdara ait olduğunu söylemesi, Çandarlı Kara Halil’in de buna uymasıyla, 1363’de esir sahiplerinden “pençik”, yani beşte bir esir veya karşılığı vergi alınmasına dair kanun çıktı. Bundan sonra Acemioğlanlar Ocağı’na giden yol açıldı. Esir edilen oğlanlar Anadolu’da “Türk’e verildi”, Türkçe öğreninceye kadar tarlada çalıştırıldılar. Daha sonra padişahın kapısına getirilenlere “ak börk” giydirilip “Yeniçeri” diye adını koydular.
Böylece Yeniçeri Ocağı’nın temeli atılarak esirlerden ve Hıristiyan tebaanın oğullarından 10-18 yaş arası, sağlıklı, yakışıklı, köylü çocuklarından kimi rızalarıyla, kimi zorla devşirilmeye başlandı. Bazı asil ailelerin çocuklarını devşirmeye vermeleri için ikna edilmeleri gerekirdi. Bazen de aileler kendi çocuklarını teslim ederdi. Önceleri Rumeli’den devşirme getirilirken, Yavuz’un bir emriyle Anadolu’dan da Hıristiyan çocukları devşirildi. Muhtemeldir ki bunların içinde Anadolu’da geniş bir alanda yaşayan Hıristiyanlaşmış Türklerin çocukları da vardı. Anadolu devşirmeleri kısa bir dönemde vuku bulduysa da Mimar Sinan gibi bir dehanın ortaya çıkmasına vesile oldu. Koca Mimarbaşı’nın kendi dilinden kaleme alınan satırlarda bu döneme vurgu yapılmaktadır.
Devşirme işlemi çok sıkı kurallar çerçevesinde gerçekleşirdi. Anası babası ölmüş çocuklar, çoban, sığırtmaç çocukları, kel, köse, doğuştan sünnetli olanlar, Yahudi çocukları, şehir oğlanları, İstanbul’u görmüş olanlar, “yırtık” tabir edilen gözü açıklar devşirilmezdi. Kırk haneden bir hane devşirilir, suistimallere fırsat vermemek için devşirilen çocuğun köyü, kazası, sancağı, ana-baba adı, eşkâli, sipahisi deftere kaydedilirdi. Bu defterler, 1826’da ortadan kaldırılan Yeniçeri Ocağı’nın defter ve belgeleriyle birlikte hamam külhanlarında yakıldığı için birkaç örnek dışında günümüze intikal etmemiştir.
İstanbul’un fethiyle sağlam bir teşkilat yapısına kavuşan, İbrahim Paşa Sarayı, Galata Sarayı Mektebi gibi hazırlık okullarından sonra Topkapı Sarayı’nın içindeki Enderun’a alınan devşirmeler, güçlü bir eğitimin ardından doğrudan doğruya sancaklara sancakbeyi atanıp, padişahın kulu olarak gittikleri yerlere onun hâkimiyet ve nüfuzunu yerleştirmeyi ilk hedefleri olarak görürlerdi.
Fatih’in son Türk sadrazamının Çandarlı Halil Paşa olduğu, onun idam edilmesiyle birlikte dönme ve devşirme sadrazamlara kapı açıldığı iddia edilmektedir. Bu tasnifi yapanlar Fatih’in üçüncü, Sofu Bayezid’in ilk sadrazamı İshak Paşa’yı Sırp veya Hırvat asıllı gösterirler. Oysa son araştırmalarla İnegöllü İbrahim Ağa adında birinin oğlu olan İshak Paşa’nın devşirme olmadığı ortaya çıkmıştır. Üstelik Hayreddin Paşa’nın oğlu Çandarlızade İbrahim Paşa II. Bayezid döneminde sadrazam da olmuştur. Yine de İstanbul’un fethinden sonra sadrazamların çoğunlukla devşirmelerden tayin edildiği bir gerçektir.
İstanbul’a fetihten sonra yerleştirilen Türklerin oturdukları evlerden kira alınmasına karar verilmesi Bizans dönmelerinden Rum Mehmed Paşa’nın sadaretinde gerçekleşmiştir. Aşıkpaşazade bu olayı acı acı anlatır ve, “Rum Mehmed Paşa’nın İslâm dinine girmiş olmasına rağmen Bizans’ın eski soylularıyla irtibatta olduğunu, onların telkinleri doğrultusunda hareket ettiğini, İstanbul’un bir gün yeniden Bizanslıların eline geçmesini beklediklerini” nakleder ve sonunda “Fatih’in Rum Mehmed Paşa’yı it gibi boğdurduğunu” belirtir.
Yaklaşık 250 yıl süren bu devrede ortaya çıkan dönme-devşirme yönetici sınıfı Anadolu ve Rumeli Türkmen gruplarının zaman zaman nefretini mucip olmuş, bu devşirme yöneticiler çeşitli isyan ve ihtilal hareketlerinin hedefi haline gelmişlerdir. Onlar da isyan bastırmak için girdikleri Anadolu’da, Karaman’da “taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayıp”, akla gelmez nice zulümlerle Anadolu halkının nefretini üzerlerine çekmişlerdir. Türk, Türkmen, Yörük gibi grupların ötekileştirdikleri bir sınıfı temsil eden “Osmanlı” terimi bu dönemle de alakalı olmalıdır. Bu tarih diliminde “Osmanlı Devleti” nitelemesi henüz yoktu ve kavram “Devlet-i Aliyye/Devlet-i Ebed-Müddet” olarak karşılanırdı. Konuşulan dile Osmanlıca demek de kimsenin aklına gelmez, padişahlar dahi Türkçe derdi.
“Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Ekende yok, biçende yok
Yemede ortak Osmanlı”
Bu anonim halk şiirinde geçtiği şekliyle “Osmanlı”dan kasıt; kapıkulu sıfatıyla devletten ziyade padişahı temsil eden, Anadolu’da beylerbeyi, sancakbeyi, defterdar gibi unvanlar ve ellerindeki fermanlarla sultan adına hüküm sürüp, bu uğurda gerekirse zulüm yapmaktan çekinmeyen görevliler olsa gerektir.
16. yüzyıl, Yavuz, Kanunî, II. Selim, III. Murad ve III. Mehmed dönemleri devşirme devlet erkânının yanı sıra, cariyelikten gelme padişah hanımlarının sert rekabetlerine de sahne olacaktır. Kazanılan tecrübe bir sonraki yüzyılda haremdeki karaağalar-akağalar kavgalarıyla birlikte Kösem ve Hatice Turhan gibi valide sultanların tüm devleti derinden etkileyen mücadelesinde kullanılacaktır.
17. yüzyılda çeşitli etkenlerle Celâli, suhte ve çiftbozan ayaklanmalarına meydan olan Anadolu harabeye dönmüştü. Köylü çiftini çubuğunu terk etmiş, asayiş bozulduğundan mahalli çeteler ve merkezden gönderilen birliklerin arasında sıkışıp zulümden ve eşkıyadan yaka silker olmuştu.
Bu arada Avrupa ve Doğu’da süregiden savaşlara asker-zahire yetiştirebilmek halka olağanüstü bir külfet yüklüyordu. Vakıfları sayesinde beylikler döneminden bu yana ayakta kalabilen yerel hanedanlar bozulan timar sisteminden koparabildikleri iltizamlarla merkezin otoritesine paralel bir oluşuma girerek ahaliyi tasarruflarına aldılar. Merkezî yönetim giderek devşirme yöntemini ortadan kaldırarak, dağılan düzeni yeniden toparlamak için yerel hanedanların otoritesini zımnen kabul etmeye başladı.
18. yüzyılda Anadolu’da Caniklizadeler, Ramazanzadeler, Menemencioğulları, Haznedaroğulları, Karaosmanoğulları, Cabbarzadeler gibi birçok yerel otorite açıkça devşirmelerin yönetimdeki ağırlığını ortadan kaldırmışlardır. Mısır’daki Kölemen beyleri, Bağdat’ta Süleymanpaşazadeler ve Doğudaki ocaklık Kürt emirlikleri de yönetime ortaklıklarını ilan etmişlerdi. Bu aileler gittikçe İstanbul’da temsil edilmeye başlanmış, birçok beylerbeyi, vezir ve sadrazam bunların arasından çıkmaya başlamıştır. Geçmiş onyılların devşirme aileleri ise artık tamamen Türkleşmiş olarak kalemiye, seyfiye ve ilmiye sınıflarında hayatlarını sürdürmekte idiler.
Cumhuriyet dönemi muhafazakâr Osmanlı tarih yazımında çoğu kere kalemiye ve seyfiye sınıflarında devşirmelere görev verildiği ve bunların hizmetlerinin devletin ve milletin aleyhine olduğu belirtilirken, ilmiye sınıfının eben-an-ceddin Müslümanlara, bilhassa Türklere münhasır olduğu vurgulanır. Osmanlı döneminde bazı şeyhülislam, kazasker gibi üst düzey Osmanlı din adamlarının Yahudi dönmesi, İran’dan gelenlerin Şii, Kızılbaş gibi sıfatlarla anıldıkları görmezden gelinir.
Ulemayı muhafaza etmek gayesiyle tarihin üzerine örtülen bu şalın ucunu kaldırdığımızda Hayatizade Mustafa Fevzi Efendi’nin aslında Moşe ben Rafael Abravanel isimli bir Yahudi hekim iken ihtida ederek Hekimbaşı yapıldığını görüyoruz. Bunun neslinden gelen birçok ilmiye mensubu doğal olarak dönme ailesindendirler. Buna rağmen torunu Hayatizade Mehmed Emin Efendi’nin hekimbaşılıktan şeyhülislam oluşu hiç zikredilmez.
Çeşitli kaynaklarda “Kızılbaş” olmakla itham edilen Hasan Can torunlarının Hoca Sadeddinzadeler adıyla yedi şeyhülislam çıkaran bir aile oluşu hiç mevzu edilmez. Aslında Osmanlı devrinde bu ayrımlara çok önem verilmemiştir. Safevilerle en çok savaşan iki kudretli Osmanlı padişahından Yavuz’un nedimi İranlı olduğu gibi, IV. Murad’ın en sevdiği meclis arkadaşı Emirguneoğlu da İranlıdır.
Bu bahis sırasında özellikle zikredilmesi gereken bir bölge vardır ki hiç gündeme gelmez. Antalya’nın İbradı ilçesi günümüzde de hukukçu, devlet ve siyaset adamları ile ünlü bir ilçemizdir. Ayşe Kulin Adı Aylin adlı eserinde İbradılıları şöyle tarif eder “Tuhaf insanlardı İbradılılar. Çok tanrılı dinlerinden Hıristiyanlığa geçiş yapmadan Müslümanlığı kabul etmiş bir Roma kabilesi oldukları rivayet edilirdi. Oğullarına mutlaka yüksek tahsil yaptırır, ya hukukçu ya da devlet memuru yetiştirirlerdi… Emekli oldukları zaman İbradı’ya geri döner, İtalyan stili oymalı evler inşa ettirir, ölümü o evlerde beklerlerdi. Dillerine birçok İtalyanca kelime yerleşmişti. Örneğin kapıya kapı demez ‘la porta’ derlerdi”.
Ayşe Kulin, Hıristiyanlığa “geçiş yapmadıklarını” söylese de 15. yüzyıl sonu tarihli Tahrir Defterleri’ne baktığımızda İbradılıların henüz Hıristiyan isimlerini terk etmediklerini görüyoruz. Bu özel yerden Minkarizadeler, Çatalcalızadeler, Ebu İshakzadeler lakaplarıyla anılan çok sayıda şeyhülislam ve ilmiye sınıfı mensubu çıkmıştır. Bu sonuncu ailenin inşa ettirdiği, günümüzde Nakşibendi tarikatı merkezlerinden Fatih’teki İsmail Ağa Camii haziresinde, Ebu İshakzadelerden dört şeyhülislam yatmaktadır. Ülkenin birçok yerinde kadılık yapan İbradılılardan şikâyetlerin çoğalması ile II. Mahmud devrinde bunların İbradı’ya çevre vilayetlerde kadılık ve naiplik yapmaları fermanla yasaklanmıştır. En ünlü Osmanlı kadın şairi Fitnat Hanım da buralıdır.
Osmanlılarda toplu ihtida olayları uygun görülmemiştir. Bütçe dengelerini, iltizam sistemini sarsan bu gibi talepler, vergiden kaçmak olarak değerlendirilmiş, bireysel müracaatlar bile çok sıkı incelenmiştir. Buna rağmen mukataa, cizye, maden gibi gelir kaynakları ile ilişkili olan bazı bölgelerdeki toplu ihtidalar zamana yayıldıkları için fark edilememiş, Trabzon-Gümüşhane-Bayburt arasında İstavri köyleri, keza Akdağmadeni’ndeki İstavri toplulukları hem cizye verip hem de madenlerde çalışmak istemedikleri için ihtida edip Müslüman görünümde Hıristiyanlar olarak hayatlarını sürdürmüşlerdir.
Selanik ağırlıklı olmak üzere ülkenin her yerindeki Sabetay Sevi bağlıları olan dönme grupları da Müslüman görünümlü bir Yahudi mezhebi olarak yaşamışlardır. Bütün bu toplulukların içlerinden Osmanlı yönetim sisteminde etkin görevler alanlar olmuştur.
1699’daki Karlofça Muahedesi ile daha önce hiç yaşamadığı bir travma ile karşılaşan Osmanlı Devleti, bu zamana kadar küçümsediği Avrupa’nın katettiği mesafenin farkına vardı. Bundan sonra mimari, musiki, moda da olduğu kadar, sınaî, askerî ve teknolojik sahalarda da Avrupa’yı takip etmeye başladılar.
Lale Devri buna iyi bir başlangıç oldu. Matbaa başta olmak üzere yeniliklere kapı açılmıştı. Osmanlı Devleti yurtdışına siyasi ve maddi sebeplerle gönderdiği elçilerin raporlarına önem vermeye başladı. Yeterli olmadığı zaman bizzat ecnebilerin layiha ve raporlarına ihtiyaç hissetti. Fransa’nın dünya siyasetindeki çıkarlarını tehdit eden Rusya ve Avusturya’nın Osmanlıları her alanda yenilgiye uğratan ittifaklar kurmaya başladığı bir dönemde, Fransız askerî uzmanların ülkemize gelişleri başladı.
I. Mahmud devrinde henüz Müslüman olmamış bir Hıristiyanın Osmanlı ordusunda istihdam edilmesi imkânsızdı. Bunun için tek yol ihtida idi. Gelen uzmanlar mecburen Müslümanlığı seçtiler. Bu dönemin en önemli siması Humbarahane’yi ve ocağını ıslah eden Humbaracı Ahmed Paşa’dır. Biraz daha zaman geçince Hıristiyanların çalışabilme şartları yumuşatılarak ihtida şartı aranmaz oldu. Böylelikle daha fazla istihdam ve hızlı yeniden yapılanmanın önü açıldı.
Baron de Tott adlı bir diğer Fransız, Tot Beyzade adıyla ve din değiştirmeden Osmanlı topçuluğunu geliştirmeye geldi. 1789’da Fransız Devrimi dünyada yankılanırken III. Selim de tahta çıkıyordu. Nizam-ı Cedid denilen bu dönemde de Fransız uzmanların istihdamı, tersane havuzları, gemi yapımı, askerî talimler üzerine yoğunlaşmıştı. Bu dönemde Napolyon’un da Türkiye’ye gelmeye niyetlendiği bilinmektedir.
Öte yandan yerli Ermeni familyaları da sarraflık (bankerlik) faaliyetleriyle biriktirdikleri sermayeleri sayesinde devletin hizmet almaya başladığı kurumsal aileler düzeyine geldiler. Balyanlar mimaride, Dadyanlar baruthane endüstrisinde tekelleşmeye başladılar. Osmanlıların doğrusal ilerlemesi artık geri dönülemez noktadaydı. Beklenilmeyen bir anda zuhur eden IV. Mustafa dönemi de kısa sürdüğünde kesinti olmadı.
II. Mahmud ile birlikte her alanda uygulanan yenilikler ülkeyi Abdülmecid devrinin başında Tanzimat’a götürse de Osmanlıları geri kaldığı uluslararası sisteme eklemlemede yetersiz kalınca bir de Islahat Fermanı’na ihtiyaç duyuldu. Bundan sonra ülkenin gayrimüslim azınlıkları da eşit vatandaşlar olarak cizyeden kurtulup askerliği kabul ettiler. Memur, hatta nazır bile olabilmeye başladılar. Mavrokordatolar, Karatodoriler, gibi aristokrat aileler başlarında fes, üstlerinde Osmanlı kıyafetleri ile Tanzimat’ın Osmanlı paşasına dönüştüler. Fes, Yahudi, Rum, Ermeni, Türk tebaanın ortak serpuşu olarak, belki de muhayyel “Osmanlı Milleti” projesinin ana unsuruydu.
Gayrimüslimlerin askerlik problemini “bedel” ile halleden sistem, ironik bir şekilde Müslüman tebaanın aleyhine gelişti. Eskiden olsa, bir kelime-i şehadet ile askere alınacak kesimler kendilerini paranın gölgesinde güvenceye aldılar ama, aynı sermaye yeterliliğine sahip olamayan Türk köylüsü en uzun yüzyılda savaşlar ve azınlıklarla eşit olmayan eğitim, sosyal çevre ve üretim şartlarında eriyip gitti.
Sultan Abdülhamid devrinden itibaren bu durumu tersine çevirmeye, Türkleri sosyal seviye, eğitim, sağlık, iktisat ve ticaret alanında azınlıklardan geri bırakmamaya yönelik politikalar geliştirilmeye çalışılsa da “atı alan Üsküdar’a geçmiş”ti. Fransa ve İngiltere’nin dünya hedefleri ve çıkarları farklılaşmıştı. Osmanlı dünyasına ilgi gösterseler de akın akın Türkiye’ye uzman gönderecekleri devirler geride kalmıştı.
Bu sıralarda birliğini henüz tamamlamış Almanya’nın gözleri sömürge ararken Osmanlılara takıldı. Ardından yoğun bir uzman ve danışman kadrosu ile Türkiye’de boy gösterdiler. Osmanlı ordusunun subayları da mukabeleten Almanya’da eğitim görmeye başladılar. İlişkiler o seviyeye geldi ki Türkiye’de o sıralarda 28.000 Alman’ın görev yaptığı tespit edilmiştir.
Bir yüzyıl önce orduda danışman olmak için bile ihtida şartını koştuğumuz yabancılarla ilişkimiz dramatik bir sürece girmişti. 1. Dünya Savaşı ile birlikte müttefikimiz olan Almanların üst rütbeli subaylarına ordularımızın komutanlığını teslim ettik. Bunlardan bazıları çok uzun yıllar görev yaptıkları ülkemizde gerçekten severek yaşadılar. Altıncı Ordu komutanı iken ölen von der Goltz Paşa’nın cenazesi yoğun bir katılım ile ülkemizde defnedildi. Paşa, belki de son Osmanlı ruhunu gerçekten taşıyanlardan biriydi.
Yaşadığımız coğrafyanın ayırt edici bir özelliği, bu topraklara dışarıdan gelenleri kendine benzetmek, sonrasında içinde eriterek yeni bir oluşuma hayat vermek olmuştur. Roma İmparatorluğu başkentini İstanbul’a taşıdığında bambaşka bir kültüre kapı açıyordu. İstanbul asla Roma’nın dinini benimsemedi. İşgal ve yağma peşinde koşan Hülagû’nun devleti İlhanlılar kısa süre sonra Müslüman olup izi bucağı görülmedi. Osmanlılar ise Söğüt ve Bursa civarına geldikleri gibi kalmadılar. Bizans’tan, Selçuklu’dan, İlhanlı’dan, Memlûklu’dan tevarüs ettikleri yönetim felsefesine ilave ettikleri tecrübeleriyle bu topraklarda kalıcı olup dışarıdan geleni erittiler.
İşin sırrı belki de Osman Bey’in Bilecik kâfirleri için söylediği sözde gizlidir:
“Komşularımızdır. Biz bu vilayete garip geldik. Bunlar bizi hoş tuttular. Şimdi de bizim bunlara hürmet etmemiz vaciptir”.
GÂVUR-KÂFİR KELİMELERİNİN KÖKENİ
‘Bundan sonra gâvura gâvur denmeyecek’
Gâvur kelimesinin kâfir kelimesinden bozma olduğuna dair bir kanaat oluşmuştur. Kâfir kelimesi de halen bütün canlılığı ile yaşamakta olduğuna göre, bu tabirlerin köklerinde bir başkalık olmalıdır. Şemseddin Sami Kâmus-ı Türkî lügatinde buna farklı bir izah getirir. Farsça “Gebr” kelimesinin “ateşperest, Mecusî, Zerdüştî” anlamlarında olup “gâvur” kelimesinin de bundan geldiğinin zannedildiğini belirtir. Çoğulu “gebrân” olan bu kelimenin zamanla “gâvur” şekline dönmüş olması muhtemeldir.
Kesinlikle ayrışmış olmasa da Osmanlılar kendi zimmî tebaası olan gayrimüslim ahaliyi daha çok “gâvur” olarak nitelendirir, harp halinde bulunduğu devletler tebaasına da “kâfir” derdi. Tanzimat döneminin meşhur, “Bundan sonra gâvura gâvur denmeyecek” ilkesinde de bu kaide hissedilmektedir. Osmanlı döneminde Hıristiyanlardan alınan “cizye vergisi” kayıtlarında da çoğu kez “Cizye-i Gebrân” kullanılmıştır. Bazı dönemlerde “cizye-i kefere” şeklindeki nitelemelere rastlanılması “gâvur-kâfir” ayrımının her zaman için geçerli olmadığını gösterir.
EVRENOSOĞULLARI
Slav kökenli aile
Son araştırmaların ışığında ailenin ilk atasının Slav kökenli Pranko Lazart olduğu anlaşılmıştır. Malkoçoğulları, Mihaloğulları gibi Evrenosoğulları da “akıncı” ailelerinin en büyüklerindendir. Bugünkü Kuzey Yunanistan, Güney Bulgaristan ve Makedonya’daki birçok yer Evrenos Bey tarafından fethedilmiştir. Sultan I. Murad, Kasım 1386’da bizzat yazdığı bir mektup ile Evrenos’u “Hacı, Gazi, Emirü’l-Müminin” unvanıyla anmış, davul, alem ve sancak göndererek fethettiği toprakları kendine bırakmıştır. Evrenesoğulları Yunanistan’ın elimizden çıkması üzerine geldikleri Türkiye’de hayatlarını sürdürmektedirler.
MİHALOĞULLARI
Hıristiyan isimli akıncılar
Rumeli’nin fethinde kahramanlıkları görülen en meşhur “akıncı” ailelerindendir. Ailenin ilk büyüğü Köse Mihal, Harmankaya tekfuru iken İslâmiyet’i kabul ederek Osman Bey’in silah arkadaşları arasında yer almıştır. Söğüt’ün Harman köyündeki türbesinde yatmaktadır. Bu aileden gelen Gazi Mihal Bey de dedesi gibi Hıristiyan ismini kullanmaya devam etmiştir. 1462’deki Eflak Seferi’nde Kazıklı Voyvoda namıyla bilinen III. Vlad’ı yenilgiye uğrattıktan sonra Fatih tarafından kardeşleriyle birlikte Anadolu’da görevlendirilmiştir. Bu soydan gelenlerden Kösemihal, Gazimihal soyadları ile günümüzde de yaşayanlar vardır.
OSMANLI HOŞGÖRÜSÜ
218 sadrazamdan Türk olanların sayısı sadece 100’dür
Ocak ağası, vâli-yi vilâyet, serasker, serdârıekrem, kaptanıderya, sadrazam oldular. Kimi selâtin camileri Rum-Ermeni mimarların yapmasında bir sakınca görülmemiştir. Şimdilerde gayrimüslim bir mimara cami yaptırılmasını düşünmek akıllara ziyandır.
NECDET SAKAOĞLU
Osmanlı devlet ve ordu örgütlerinde yabancı kökenliler her dönemde vardı, kimi zamanlarda ağırlıklıydı. Padişahlar devşirmelere, dönmelere, usulen dönmüş görünenlere, Irk, milliyet, inanç gözetmeden görev vermekten çekinmezlerdi. İhanet veya başarısızlık gördüklerinde de ölüme veya sürgüne gönderip mallarını müsadere ettirmekte merhametsizdiler. Tanzimat’a kadar devlet gemisini yürüten bu gözükara ve acımasız siyaset olmuştur!
Osmanlı yapısında Türk olmayan devlet ricali sanatçılar, aydınlar çoktu. Daha ilk dönemde Osman’ın, Orhan’ın, Murad’ın… yoldaşları Köse Mihal, Evranos, Fatih’in çevresindekiler, Rum, Hırvat, İtalyan dönmelerdi. Giderek Zağanos’tan Mahmud’dan Pargalı Paşa’ya Cigalazâdelere, hatta Celali sergerdelerine, Osmanlı kadrolarına dahil olmayan etnik köken kalmadı. İtalyan, Rum, Abaza, Gürcü, Çerkes, Sırp, Bulgar, Arnavut, Hırvat, Macar, Alman, Leh… dönmeler, Arap, Acem, Berberi dindaşlar, sarık kavuk, sakal, kaftan kisvesiyle “Osmanlı” oldular. Her ırk ve kökenden gelip, Osmanlı asırlarında sarayın Enderun ve Harem koğuşlarında, Kubbealtı’nda, Paşakapısı’nda Tersane’de, Donanma’da Darphane’de boy gösterdiler. Ocak ağaları, vâli-yi vilâyet, serasker, serdârıekrem, kaptanıderya sadrıazam oldular. Anadolu’da haydutluktan, vezirlikle Rumeli’ye valiliğe atananlar, taşrada kâtiplikten İstanbul’da defterdar olanlar vardır. Osmanlılığa erişmenin yasası veya kuralı yoktu. Güç gösterip yukarıdakileri silkelemek veya yetenek göstermek söz konusuydu.
Erzurum’da doğan ve temel eğitimini orada aldıktan sonra İstanbul bürokrasisinde yükselen Şapur Çelebi lakaplı Küçük Said Paşa (öl. 1914), taşradan gelme – kalemden yetişme sadrazamların sonuncusudur. Osmanlı paleografyasını en doğru bilen son “münşî” idi.
Kimi selâtin camileri Osmanlı tebaasından Rum-Ermeni mimarların yapmasında bir sakınca görülmemiştir. Bunlardan Rum Simeon Kalfa, Selatin Cami-külliye Nuruosmaniye’nin (1755), yüzyıl sonra yapılan Dolmabahçe Bezmiâlem Vâlide Sultan Camii’nin (1855) mimarı Ermeni Garabet Balyan Kalfa’dır. 14 Nisan 2016’da bu camide Cuma namazı kılan İslâm Konferansı devlet ve hükümet başkanlarına “Osmanlı hoşgörüsü” siyakında acaba bu bilgi de verilmiş midir?
Hoşgörüyü başlatanlarsa, ta 12. , 13. yüzyıllarda Selçuklulardır. Gökmedrese’nin girişindeki “Mimar Kâluyan” imzasından gözünüzü kaçıramazsınız. Şimdilerde gayrimüslim bir mimara cami yaptırılmasını düşünmek akıllara ziyandır.
Hadkatü’l-Vüzerâ adlı kaynakta ve Zeyl’lerinde, Osmanlı sadrazamları “Gürciyü’l-asıl”, “Arnavud asıllıdır” “Hırvatî’yü’l-asıldır, “Efrenciyü’l-asıldır, “Bosnavîdir”denerek kökenleriyle tanıtılmıştır. 218 sadrazam arasında Türk olanlar 100 dolayındadır. Bunlar da “Şehrîdir” (İstanbullu) veya Merzifonlu, Darendeli gibi memleketleri yazılarak tanıtılmıştır. Türklerden sonra 32 sadrazamla Arnavutlar ikinci sıradadır. Gürcü, Abaza, Çerkes, Arap, Hırvat, Sırp, Boşnak, Rum, Ermeni, Bulgar, Rus, Islav, Frenk, İtalyan, dönme, devşirme olanlar da vardır.
Osmanlıların hizmetindeki yabancılar kabaca şöyle sınıflandırılabilir:
a) Çocukluk ve ilk gençlik çağında saraya alınarak katıksız Osmanlı yetişenler (Tarih-i Atâ’da Enderun çıkışlı 60, Baltacı Ocağı çıkışlı 19 sadrazam, yine Enderun’dan 3 şeyhülislam, 23 kaptan-ı derya, sarayın diğer ocaklarından yetişme başka vezir, müşir, kaptanların yaşamöyküleri yazılıdır). Haremden de İstanbul’a ve Mekke’ye kadar yerlere cami, mektep, han, hamam, sebil, çeşme yaptıran hayırseverlikleriyle tanınmış valide sultanları, sultanefendilerin, harem ağalarının adlarıda sıralanabilir.
b) Paşakapısı- Bâbıâli, Tophane, Tersane, Darphane gibi kurumlardan yetişenler.
c) Taşra âyan ve eşrafından, derebeylerinden, kabile aşiret reislerinden, önce ayaklanıp sonra itaat eden Celâlî başbuğlarından, zorbalığı ve kıyımı vezirlik valilik verilerek önlenenler; iltica edenler.
d) Askerlik, hekimlik, mimarlık… gibi uzmanlık alanları için yerli Rum, Ermeni, veya iltica eden gayrimüslim yabancılar, resmen getirtilen Alman, Prusyalı, Fransız, İtalyan uzmanlar… Bunlar kisve değiştirerek Osmanlı kıyafetine girmişler. İslâmi ad da alarak veya almadan, teknik, tıbbi, askerî yeniliklere öncülük etmişler, kurumları yönetmiş, müşir rütbesiyle ordu komutanlığı, hatta Ömer Paşa (Mihaylo Latas) gibi serdar-ı ekremlik, yani Osmanlı orduları başkomutanlığı yapmışlardır.
HASANCANZADELER-HOCAZADELER
7 şeyhülislam çıkardılar
Bu ailenin atası Hafız Mehmed Efendi önce Akkoyunlu Emiri Sofu Halil’in sonrasında Safevi hükümdarı Şah İsmail’in müezzini idi. 1514’te Tebriz’e giren Yavuz Sultan Selim tarafından İstanbul’a gönderildi. Hafız Mehmed padişah müezzini, oğlu Hasan Can da Yavuz’un nedimi oldu. Dostlukları çok ilerledi ve Yavuz, can dostu Hasan Can’ın kollarında son nefesini verdi. Tacü’t-Tevarih müellifi Hoca Sadeddin başta olmak üzere bu aileden yedi şeyhülislam ve birçok üst rütbeli molla, hukukçu, müderris çıkacaktır. Ne var ki şair olsun, yazar olsun bu aile ile ihtilafa düşen Osmanlılar, aradan yüz yıllar geçse de bu soydan gelenlere Rafizi, Kızılbaş damgasını vurmaktan çekinmeyecektir.
İBRAHİM PAŞA (1493?-1536)
Padişah gibi bir vezir
Pargalı, Makbul, Maktul lakapları ile tanınan en büyük Osmanlı vezirlerindendi. Kanunî’nin şehzadeliğinde Manisa’da bir köle çocuk iken kemanından çıkan nağmelerle göze giren Pargalı İbrahim’in milliyeti çok karışık bir mesele olsa da Osmanlı Devleti’nde geldiği konumu İbrahim Paşa’nın Avusturya Kralı Ferdinand’ın elçilerine söylediği şu sözler ortaya koymaktadır: “Bu büyük devleti idare eden benim; her ne yaparsam yapılmış olarak kalır; zira bütün kudret benim elimdedir. Memuriyetleri ben veririm; eyaletleri ben tevzî ederim; verdiğim verilmiş ve reddettiğim reddedilmiştir. Büyük padişah bir şey ihsan etmek istediği veya ihsan ettiği zaman bile eğer ben onun kararını tasdik etmeyecek olursam gayr-i vâki gibi kalır; çünkü her şey harb, sulh, servet ve kuvvet benim elimdedir”. (Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. II, s.356-357)
KILIÇ ALİ PAŞA (1519-1587)
Uluç: Müslüman suretinde kâfir
Aslen Giovan Dionigi Galeni adında Kalabriyalı bir papaz adayı iken 1520’de esir edildiği rivayet edilir. “Müslüman suretinde kâfir” anlamına gelen “Uluç” lakabıyla da tanınır. Turgut Reis’in maiyetindeki faaliyetlerinden itibaren takip edilebildiği kadarıyla Osmanlı denizciliğine çok büyük hizmetleri olmuştur. 1571’de Papalık, Venedik ve İspanya donanmalarına karşı kaybedilen İnebahtı Savaşı’nda, sadece onun kumandasındaki otuz parçalık filo kurtulabilmiştir. Tophane’deki camisini, Ayasofya’nın tam bir kopyası olarak Mimar Sinan’a inşa ettirmiştir ve buradaki türbesinde yatmaktadır.
DEVŞİRMELİK KURUMU
Kaderde yeniçeri olup ölmek de vardı, vezir-i âzam olmak da
Devşirmelerin hepsi, öyle bazılarının sandığı gibi zorla alınmamıştır. Bazı fakir köylüler çocuklarının bu yolla yükseleceğine inanarak gönüllü olmuşlardır. O çocukların kimileri bir yeniçeri neferi olarak kalacak, kimileri bir muharebe meydanında can verecek, kimileri koca bir imparatorluğun kaderini elinde tutan başvezirler olacaktır.
İLBER ORTAYLI
Osmanlı tarih ve tetkiklerinde bizi en çok meşgul eden kurumların başında devşirmelik gelir.
Devşirme, çok kısa bir tarifle, devletin kapıkulu ocakları olan sipahilerle, yeniçerilerin yenilenmesini temin etmek için ortaya çıkmıştır, çünkü insan ve savaşçı yüzü yenilenmek zorundadır. Hıristiyan çocuklardan devşirme alınmıştır…
Devşirme kurumunda temel kaidelerden birisi, şehir uşağının ocağa alınmamasıdır; çünkü şehir uşağının gözü açıktır, muhtelif cereyanlara, akımlara mensup olabilir. Bu yüzden kültür bakımından artık kendine göre bir kişiliğe kavuşmuştur, bir kimlik elde etmiştir. Dolayısıyla bu ocağın gerektirdiği tekdüze, tek yönlü bir kimliğin şehirliye verilmesi mümkün olmayabilir.
Bunun dışında hepimizin bildiği gibi fakat yanlış olarak tekrarlandığı üzere, Müslümanların da devşirmeye alınmadığı söylenir. Bu bir genel kuraldır; ama istisnası yok değildir. Mesela, İslâm Ansiklopedisi’nin ‘devşirme’ maddesinde bu konuda istediğimiz malumatı bulabiliriz. Bazı Müslüman köylerden de çocuk devşirilir. Çünkü bu köylerin ahalisi bunu istemişlerdi.
Devşirme işlemi, birkaç yılda bir yapılırdı ve genelde sayı birkaç bin çocukla sınırlı tutulurdu. Bazen sayı 5-6 bine kadar ulaşır; ama fazlası olmazdı ve bu olay her yıl da yapılmazdı çünkü kapıkulu ocaklarındaki asker sayısını göz önüne aldığımız zaman ihtiyaç belirliydi. Binaenaleyh bir tarihte bilhassa tarihî tetkiklerden ve Osmanlı kaynaklarına inmekten aciz bazı Balkan tarihçilerinin ve onları takip eden Hıristiyan yazarların ileri sürdüğü gibi, “yetişen bütün yeni gençlik Osmanlı savaş gücünün içine alınmış, Türkleştirilmiş ve böylelikle Balkanlar’da adeta milleti sürükleyecek, ayaklanma yaratacak; belki bağımsızlığı elde edebilecek sağlıklı genç bir nüfusun yeşermesine müsaade edilmemiştir” gibi bir hayalperest ifadenin gerçekle bağlantısı yoktur. Nitekim ilmi tarihçilikle hareket eden bizzat Balkanlı yazarlar, mesela Yunanlı Vasiliki Papoulia da bunun böyle olmadığını çalışmalarında ortaya koymuştur.
İhtiyaca göre sadece Balkanlar’dan değil, bazen, Orta Anadolu’dan çocuklar devşirilmiştir. Mimar Koca Sinan’ın bu çevreden hassa mimarlar ocağı için devşirildiği bilinmektedir. Hatta Kafkasya’dan da devşirme alındığı olmuştur. Bu devşirme, devşirme emini ve katipleri denen ‘ilm-i kıyafet’ (fizyonomi) dediğimiz dala vukufu olan, çocukların ne olduğunu anlayan ve hakikaten de bu konuda ehil olan ve dürüstlüğüyle tanınan kimselerden oluşur…
Genellikle çocuklar kimliklerini unutacak yaşta değillerdir. Yani ileri yaşta da hangi köyden geldiğini, anasını, babasını, akrabasını hatırlar. Örnekleri vardır. Sokoloviç Mehmet Paşa gibi… Sokullu bütün ailesini sonradan aynı şekilde devlet hizmetine almıştır. Hatta birini beylerbeyi, öbürünü Sırp patriki yapmıştır…
Her devşirme öyle bazılarının sandığı gibi gidilip zorla alınmaz. Hatta bazı fakir köyler çocuklarının bu yolla kurtulacağına, yükseleceğine inanarak gönüllü olurlardı. Tabii kaderde bir asker olarak, bir yeniçeri olarak muharebede ölmek de vardır. Onu da herkes bilir. Zaten dünyada hangi olay yüzde yüz eşitlikle cereyan ediyor ki? O alınan çocukların kimisi bir yeniçeri neferi olarak kalacaktır, kimisi de Sokullu Mehmet Paşa ve Mahmut Paşa gibi koca bir imparatorluğun kaderini elinde tutan başvezirler olacaktır.
Bunun gibi Enderun dediğimiz mektep, sınıfı bulunan bir mektep değildir; zaten burada insanlar hizmet içi eğitim görürler, koğuştan koğuşa terfi ederler. Padişah sarayında kendileri beğenildikçe padişaha daha yakın hizmetlere verilirler. Burada çok ilginç bir şekilde sözlü ve yüz yüze bir eğitim görürler. Spor da vardır, resim de vardır, hüsn-ü hat da vardır, edebiyat da vardır.
Kabiliyetine göre insan bunlardan toplayabildiğini toplar. Her devşirme alim olacak demek değildir. Doğru dürüst eğitim görmemişse, neferlikle işe başladıysa, mesela sonradan Kemankeş Kara Mustafa Paşa gibi sadrazam da olsa okuma yazması olmaz, bu mümkündür. Ama içlerinde bizzat Mahmut Paşa, Cagalzade, Sokullu Mehmet Paşa gibi bilgili insanlar vardır. Lütfi Paşa gibi eser yazanlar bilinir. Bu çok açıktır. Köprülü Mehmet Paşa’nın kendisi bilgili değildi; ama artık devşirme olmayan, onun sulbünden gelen çocukları devrin tanınmış müderrisleriydi. Devşirme bir hayat tarzıdır. Bu çocuklar Türkçe öğrenir. Enderun’a alınmayanlar bile -Türk’e verilmek üzere- İstanbul civarındaki köylerdeki köylülerin yanlarına gönderilir.
Her devşirme köylü mü? Hayır. Bazen çok önemli ailelerin çocukları da ikna yoluyla alınabilir. Bu Osmanlı ananesine uygundur. Devletimizin ve milletimizin tarihinin serencamının ilk safhasında bize Bizans’ın asilleri de katılmışlardır. Mihaloğlu, Evrenosoğlu gibi ve bizzat imparatorluk hanedanından paleologlardan Murat Paşa gibileri katılmıştır. Veya Şemsi Paşa gibi İsfandiyaroğlu hanedanından gelenler vardır.
İlber Ortaylı’nın Osmanlıyı Yeniden Keşfetmek
(Timaş Yayınları) adlı kitabından derlenmiştir.
SOKULLU MEHMED PAŞA (1505-1579)
Büyük sadrazam Sokoloviçli Bayo
Osmanlı tarihinin en büyük sadrazamlarından. Bosna’nın Sokoloviç köyünde doğdu. Bayo adında bir Hıristiyan çocuğu iken kilise korosunda ilahi söylerdi. Mileşeva Manastırı’nda papaz yardımcısı olarak çalışırken devşirildi ve ilk eğitiminin ardından Bosna devşirmeleriyle birlikte Kanunî’ye takdim edildi. Enderun’da olağanüstü surette göze girmiş olmalı ki birbiri ardına aldığı rütbelerle hızla yükseldi. Osmanlıların doğusunda batısında açılan seferlerde yer aldı. 1565’de sadrazam olduğunda Kanunî’nin başında bulunduğu ordu Sigetvar seferine çıktı. Padişahın ordugahta öldüğünü büyük bir başarı ile gizleyerek oğlu II. Selim’i tahta davet etti ve onun saltanatı süresince tek sadrazamı oldu. Ardından III. Murad’ın tahta çıkışında yerinde kaldıysa da 1579’da sebebi tam çözülememiş bir suikasta kurban gitti. Hıristiyanları himaye ettiği, Bosna’da kalan ağabeyi Makarios’u Peç piskoposu yaptığı, İslâmiyet’e lakayt kaldığından öldürüldüğü gibi iddialar yanında, nüfuzundan rahatsız olan III. Murad tarafından ortadan kaldırtıldığı da öne sürülür.
MİMAR SİNAN (1490-1588)
‘Devşirme oğlanlarla der-devlete gelüp…’
Koca Mimarbaşı Sinan’ın kendi dilinden belki de kendi kaleminden otobiyografisinin başlangıcı: “…bu bende-i kalîlü’l-itibâr Sinan bin Abdülmennân eş-şehîr bi-Mimarbaşı-i hâk-sâr ki fi’l-hakîka Abdullahoğlu olmağla sinîn-i sabıkada kânun-ı Osmâniye dâire-i hâkâniye üzere Vilayet-i Karaman ve bilâd-ı Yunan devşirme oğlanlarıyla der-devlete gelüp ve anda birkaç zaman taşrada bazı hidemâta kullanılup tâ ki acemioğlanlığı payesin kat’ idüp yeniçeri olmak rütbesine erişdüm. Ve ol bölükde iken Rados ve Belgrad seferlerinde rikâb-ı hümâyunda bulunup sekbanlık mertebesin buldum ve zümre-i mezbûre ile Mohaç seferine erişüp Acemioğlanları Yayabaşısı oldum… Ve ol zamandan bu ana dek üç padişah-ı azimüşşan ile Sultan Süleyman Han ve Sultan Selim Han ve Sultan Murad Han hazretlerinin eyyam-ı hümayunlarında…”
ALİ UFKİ BEY (1610-1675)
Musiki üstadı Polonyalı
Leh (Polonya) asıllı Wojciech Bobowski isminde bir esir olup, ihtida ederek Ali Ufki adını almıştır. Enderun’da eğitim görmüş, Sultan İbrahim ve IV. Mehmed devirlerinde hanende, sazende olarak sarayda görevlendirilmiştir. Santur çalmada büyük başarı kazanmış ve Santurî lakabıyla tanınmıştır. 17 dil bildiği rivayet edilir. Gramer, saray hayatı, musiki ve dinî birçok eseri günümüze kalmıştır. İncil’i Türkçeye ilk defa Ali Ufki Bey çevirmiştir. Mecmua-i Saz u Söz adlı nota ve güfte mecmuası da en meşhur eserlerindendir.
İBRAHİM MÜTEFERRİKA (1670-1747)
Matbaayı getiren tahsilli Macar
Osmanlıların Erdel dediği bugünkü Romanya Macarlarındandır. Macar Katolik kilisesinin teslis akidesine muhalif, tek tanrı inancındakilerin oluşturduğu Unitarius mezhebindendir. Yunanca, Latince bilir, ilahiyat tahsili görmüştür. Osmanlılara kendi isteğiyle mi esir olarak mı geldiği tartışmalıdır. 1727’de kendi evinde Yirmisekiz Çelebizade Mehmed Said Efendi ile birlikte ilk Türk matbaasını kurarak Vankulu Lügati’ni bastı. 23 ciltte toplam 17 kitabın basıldığı bu matbaa Türk yayıncılığının başlangıcıdır. Aynalıkavak Mezarlığı’ndan Galata Mevlevihanesi’ne nakledilen mezarı Humbaracı Ahmed Paşa ile komşudur.
HUMBARACI AHMED PAŞA (1675-1747)
Asil şövalye Comte de Bonneval
Aslen Fransa’nın asil şövalye ailelerinden birine mensup Claude Aleksandre Comte de Bonneval’dir. Fransa deniz kuvvetlerinde katıldığı muharebelerdeki başarısı kıskançlık oklarını üzerine çekince önce İtalya sonrasında Avusturya hizmetine girdi. 1715’de Petervaradin Savaşı’nda Türklere karşı Avusturyalıların yanında savaştı. Hamisi Prens Eugene ile arası bozularak husumetini çekti ve ordudan atılarak mahkûm oldu. Sonunda Osmanlılara sığındı. Müslüman olarak Ahmed adını aldı. I. Mahmud devrinde ordunun ıslahı çalışmalarında Humbaracı Ocağı’nı düzenledi. 18 yıllık hizmetinde Fransız ruhunu asla terk etmemiş, Türkçe öğrenmemişti ama “Din-i İslamdır atâ-yı müteal-Ulu nimet sana Ahmed bu neval” (İslâm dini en yüce bağıştır-Ahmet bu bağış sana ulu nimettir) mısralarını mührüne kazıtmıştır. Mühürdeki ismi “Ahmed Boneval” olarak da okunmaktadır. Galata Mevlevihanesi haziresinde gömülüdür.
AHMED VEFİK PAŞA (1821-1891)
Türkçülüğün kurucusu da Rum asıllıydı
Bulgarzade adlı Rum asıllı mühtedi bir ailedendir. Fener Beylerinin tekelindeki Divan-ı Hümayun Tercümanlığına Müslümanlardan ilk kez atanan Mühendishane hocası Yahya Naci Efendi’nin torunu, Paris Maslahatgüzarı Ruhüddin Efendi’nin oğludur. Babasının görevi esnasında bulunduğu Paris’te Saint-Louis Lisesi’nde okudu. İstanbul’a 1837’de döndükten sonra dede mesleğine girdi. Bu tarihten itibaren baş döndüren bir memuriyet çeşitliliği ile karşılaşırız. Tahran ve Paris Büyükelçilikleri, Deavi nazırlığı, Encümen-i Daniş üyeliği, özel müfettişlikler, Evkaf nazırlığı, ilk Meclis-i Mebusan’ın başkanlığı, Maarif nazırlığı, Başvekil unvanı ile sadrazamlık, Bursa valiliği bu görevlerin başlıcalarıdır. 19. yüzyılın entelektüel düzeyi en yüksek devlet adamlarındandır. Üst düzeyde Arapça, Farsça, eski Türk lehçeleri ve Fransızca’ya vâkıftı. İngilizce de bilirdi. Türk tiyatrosuna idareci ve Molière adaptasyon-çevirileri ile yaptığı katkılar unutulamaz. Eski Türk lehçeleri üzerine yaptığı yayınlar ile Türkçülüğün kurucularındandır. Rumelihisarı’ndaki arazisini Robert Kolej yapılmak üzere satmasından dolayı kınanmıştır. Öldüğünde bu okulun alt tarafında Rumelihisarı’ndaki Kayalar mezarlığına defnedilmiştir.
İBRAHİM EDHEM PAŞA (1817-1893)
Esir olarak satılan kimsesiz Rum çocuk
Yunan isyanı (1821) sırasında Sakız Adası’ndaki Rum asilere yapılan harekâtta kimsesiz kalan Rum çocuklarındandır. 4 yaşındayken Hüsrev Paşa tarafından satın alındı. 12 yaşına kadar özel surette yetiştirildi. Hüsrev Paşa’nın yetiştirmesi diğer üç çocukla birlikte Paris’e okumaya gönderildi. Maden mühendisi olarak mezun oldu ve 25 yaşına kadar Avrupa’yı gezdikten sonra İstanbul’a döndü. Çeşitli madenlerde yönetici olarak çalıştı. Abdülmecid’in hususi Fransızca hocalığını yaptı. Devlet kademelerinde çeşitli nâzırlıklarda bulundu ve sadrazam oldu. Devlete ve İslâm’a bağlılığı çok sıkı idi. II. Abdülhamid’in en güvendiği paşalardandı. Çok iyi yetiştirdiği oğullarından müzeci, arkeolog, ressam Osman Hamdi; müzeci ve epigraf Halil Edhem, nümizmat İsmail Galip, sahalarında çok derin izler bırakmışlardır.
KAZASYAN-PORTAKALYAN – OHANNES PAŞALAR (19. YÜZYIL)
II. Abdülhamid’in kasası üç Ermeni
Klasik dönemde “ceyb-i hümayun” olarak adlandırılan padişahın şahsi hazinesine Tanzimat’tan sonra “Hazine-i Hassa” denildi. Bu kurumu en aktif değerlendiren padişah II. Abdülhamid olmuştur. 1880-1908 yılları arasında şahsi hazinesinin başına getirdiği nazırları Ermeni tebaa arasından seçmiştir. 1880-1891 arasında Agop Ohannes Kazasyan Paşa, 1891- 1897’de Mikail Portakalyan Paşa, 1897-1908 arasında ise Sakızlı Ohannes Paşa bu hazinenin nazırları olarak sultana en faydalı hizmetlerde bulunmuş tebaa-i sadıkadandırlar. Portakalyan ve Sakızlı Ohannes Paşalar aynı zamanda Mekteb-i Mülkiye’nin mümtaz hocaları olarak yetiştirdikleri talebeler ile modern Türkiye’ye mâli disiplin içinde geçmemizi sağlayanlardandır.
SPİRİDON MAVROYENİ (1816-1894)
Sultanın özel doktoru
Rum aristokratı Fener Beylerinden Mavroyeni ailesindendir. Babasının vefatıyla çocuk yaşta Viyana’daki amcasının yanına gitti. Orada tıp diploması alarak İstanbul’a döndü. İlk görev yeri Haydarpaşa Hastanesi’dir. Mekteb-i Tıbbiye’de 25 yıl hocalık yaptıktan sonra II. Abdülhamid’in tahta çıkmasıyla birlikte Sertabib-i Şehriyari unvanıyla onun özel doktoru oldu. Abdülhamid çok güvendiği, kendisinin ve ailesinin sağlığını emanet ettiği hekimine paşalık unvanı da verdi. Akademik yönü ağır basan Mavroyeni Paşa’nın Türkçe ve Fransızca birçok yayını vardır.
GABRİEL NORADUNKYAN (1852-1936)
Üçüncü Ermeni Dışişleri Bakanı
Ordu ekmekçibaşısı Eğinlo Kirkor Efendi’nin oğlu olup Üsküdar’da doğdu. Kadıköy Frerler Mektebi’ndeki tahsilinin ardından Paris’te Sorbonne ve College de France’ta okudu. Paris Hukuk Fakültesi’ni 1875’te bitirdi. Osmanlı antlaşma ve ahidnamelerine dair yazdığı 5 ciltlik eserin 2 cildini bastırdı. Hariciye Nezareti’ne memur olduktan sonra çeşitli komisyonlarda, iç ve dış görevlerde bulundu. Osmanlı hariciyecileri arasında iyi bir mevki edinerek 1912’de Kâmil Paşa kabinesinde Hariciye Nazırı oldu. Aleksander Karatodori ve Sava Paşa’dan sonra bu göreve getirilen üçüncü Ermeni nazırdır. “Babıâli Baskını” ile kabineden ayrıldıktan sonra Paris’e yerleşti. Bu tarihten sonra tamamen Ermeni tezleri doğrultusunda yaşadı. Ermenilere Osmanlı topraklarından bir parça koparabilmek için Paris ve Lozan Konferanslarına katıldı.