Kasım
sayımız çıktı

Özal’ın Çankaya’sından ilk kareler

Gazetecilere hoşgörülüydü

Geçen ay değerli gazeteci Kurtul Altuğ’u kaybettik. Turgut Özal 1989’da Çankaya’nın kapılarını yazarımız Ozan Sağdıç ile meslektaşı Altuğ’a açmış, cumhurbaşkanı olduktan sonraki ilk röportajını Paris Match dergisinin Türkçe edisyonu için bu iki gazeteciye vermişti.

Benim Hayat dergisi foto muhabiri olarak İstan­bul’dan Ankara’ya hare­ket ettiğim 28 Nisan 1960 günü Kurtul Altuğ da Akis dergisinin yazı işleri müdürü olarak De­mokrat Parti’nin ünlü Tahki­kat Komisyonu tarafından tu­tuklanıp, gazeteciler arasında “Ankara Hilton” olarak anılan Ulucanlar Cezaevi’ne konul­muştu. Kurtul’la ilk kez 27 Ma­yıs ihtilalinden hemen birkaç gün sonra, cezaevinden salınır salınmaz tanışmıştık. Dergi­mizin patronlarının politikası ihtilalden sonra birden değiş­miş, 27 Mayısçı oluvermişlerdi. Metin Toker, Beyhan Cenkçi, Ülkü Arman, Yusuf Ziya Adem­han yanında birkaç kişi daha Demokrasi ve Özgürlük kahra­manları olarak fotoğraflarıyla sayfalarımızda yer almalıydı. Kurtul’la birkaç ay farkıyla ya­şıttık. O gün başlayan dostlu­ğumuz sevgi saygı çerçevesin­de sürgit devam etti.

1980’lerin sonuna doğru Türk basınında, uluslararası üne sahip kimi yabancı dergi­lerin, onlara bağlı Türkçe edis­yonlarını yayımlamak gibi bir hava esmişti. Karacan Yayınla­rı da kafayı Paris Match dergi­sine takmış, onun benzerini çı­karacak. Ama her şeyden önce, bu işin ülkemizde de kotarıla­bileceğini Fransa’daki müs­takbel ortaklara kanıtlamak gerek. Bu yüzden bir örnek sa­yı hazırlanacak. Tasarlanan derginin yazı işleri müdürü ve başyazarı olarak Kurtul Altuğ’u görevlendirmişler. Sevgili ar­kadaşım, derginin “Fotoğraf Direktörü” olarak da beni uy­gun görmüş.

Özal'ın Çankaya'sından ilk kareler
Önce bilgisayarlar
Özal’ın köşke taşıdığı ilk eşya kişisel bilgisayarı idi. O zaman bilgisayar şimdiki gibi yaygın değildi. Kendisinden önceki Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in böyle bir sistemi var mıydı bilmiyorum. Ama yanılmıyorsam kameram ilk bilgisayarlı cumhurbaşkanının görüntüsünü saptıyordu.

Örnek derginin ana teması, sona ermekte olan 1980’li yıl­larda meydana gelmiş önemli olayların bir dökümü. Ancak, giriş sayfaları için, hemen dik­kat çekecek bomba bir konu gerek. Tedavüldeki en önemli haber Cumhurbaşkanı seçi­mi. Altı yıldan beri Başbakan­lık ve Anavatan Partisi Genel Başkanlığı görevini üstlenmiş olan Turgut Özal, muhalefetin bütün “Çankaya’ya çıkamaz­sın, çıkarsan da seni oradan indiririz” lâflarına karşın seçi­mi kazandı ve Cumhurbaşkanı oldu. Hemen röportaj girişi­minde bulunduk. Gerçi Kurtul Altuğ’un adı yeter de artardı. Ama bize Basın Yayın Genel Müdürü Büyükelçi Kaya Tope­ri de çok yardımcı oldu. Daha Özal, yeni makamının rezidan­sına tam taşınmadan, yerini ısıtmadan biz köşkteyiz. Allah razı olsun, Özal da tanıtma iş­lerini pek severdi hani…

Kurtul ve ben Cumhurbaş­kanlığı özel ofisine kabul edildi­ğimizde, Kaya Toperi de oraday­dı. Dairenin makam masasının olduğu iç kısma değil de, giriş kısmında ufak çaplı bir yuvar­lak masaya davet edildik. Taba renkli masa örtüsünün üzerinde beyaz karanfiller doldurulmuş bir vazo ile bol kuru pastalı, çe­rezli tabaklar konulmuştu. Özal, Toperi, Kurtul ve ben masanın çevresine dizildik. Tabii önce birkaç nezaket sözleri… Ne içe­ceğimiz filân soruldu…

Kurtul, röportajın amacını ve nerede kullanılacağını söyle­di. “Paris Match’ı artık Türk­çe de çıkaracağız” dedi. Özal “Buna sevindim. Beynelmilel olmak çok mühimdir” diye kar­şılık verdi. Arkasından “Ha­di sorularınızı sorun bakalım” dedi. Kurtul, “Sayın Cumhur­başkanım” diye söze başladı, “1980’li yıllara imza atan lider olarak sizi seçmiş bulunuyoruz. 80’li yılların gerek ekonomik gerek siyasi olaylarında büyük rolünüz var. Türkiye bu yıllara sizin ekonomik modelinizi uy­gulayarak başladı. Modelinizi “paralar serbest, mallar serbest, insanlar serbest” diye ifade et­miştiniz. Enflasyonu aşağı çek­mek, hayat pahalılığını önle­mek, Türkiye’yi çağdaş yapmak için el attınız. Türk milleti de size büyük prim verdi, seçimler kazandınız. Acaba bize 80’li yıl­ları şu Çankaya Köşkü’nden an­latır mısınız?” Kurtul Altuğ’un ilk sorusu buydu.

Turgut Özal tanıtım işlerini çok severdi. Röportaj için bize ayrılan
zamanı çoktan aşmıştık. Biz diyorum ama, asıl Özal’ın anlatacakları bitip
tükenmiyordu. Yaverlerden biri kibarca bekleme odasında tebrike gelmiş
üst düzey siyasilerin ve bürokratların biriktiğini hatırlatıyordu.

Özal, anlatmaya epey geri­lerden başladı. Bürokratik ve teknokratik hayatını 1950’den 1971’e kadar hep devlette ça­lışarak geçirdiğini söyledi, ça­lıştığı yerleri sıraladı, Devlet Plânlama’da ne kadar aktif ol­duğunu, 12 Mart döneminde ayrılmak zorunda kaldığını, Amerika’ya gidip Dünya Ban­kası’nda görev aldığını uzun uzun anlattı.

Söyleşi sırasında Özal bir ara “Müsadenizle” deyip yerin­den kalktı. Bulunduğumuz ye­rin hemen yanında kapısı açık küçük bir oda vardı. Oraya geç­ti. Baktık gördük ki, orada bir bilgisayar var. Bilgisayarın ba­şına geçti. Anımsamak istedi­ği bir şey için bilgisayara baktı. Anlaşılan Özal’ın köşke taşıdığı ilk eşya kişisel bilgisayarı idi. O zamanlar bilgisayarlar şimdiki gibi pek yaygın değildi. Bu he­men dikkatimizi çekti. Kendi­sinden önceki Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in böyle bir siste­mi var mıydı bilmiyorum. Aksi takdirde kameram ilk bilgisa­yarlı cumhurbaşkanının gö­rüntüsünü saptıyor demekti.

Özal'ın Çankaya'sından ilk kareler
“Haydi ama, üşüttün beni”
Özal’ı Ankara manzarası önünde çektiğim bu fotoğraf, röportajın ana fotoğrafıydı. Bakmayın havanın güneşli olduğuna. Aylardan Kasım, hava buz gibi. Zaten rahmetli Özal da sonunda dayanamayıp “Haydi ama üşüttün beni”
demişti.

Ayağa kalkmışken, ben “Hadi birkaç fotoğraf çekelim” demiştim. Makam masasının bulunduğu tarafa geçtik. Daha önce orada Cemal Gürsel’den başlayarak, Sunay’ın, Koru­türk’ün fotoğraflarını çek­miştim. Makam masası sedef kakmalı, ağır bir masaydı. O görünmüyordu. Basit bir bü­ro masası onun yerini almıştı. Herhalde yeni cumhurbaşkanı­na göre yeniden yerleştirilecek ofiste geçici bir düzenleme idi bu. Ben, duruma bakıp “Şimdi amerikanvari bir fotoğraf çe­kelim” demiştim. Özal “Bunun amerikanvarisi nasıl oluyor” diye sordu. Ben “Bilmem” de­dim, “ama oralardaki liderlerin böyle masa başında poz vermiş fotoğraflarını pek görmedim. Daha çok makamı fon olarak kullanan, onun önünde. ayakta çekilmiş fotoğraflarına rastla­dım da…” Özal güldü, “Biz de o zaman Amerikanvari bir poz verelim” dedi.

Röportajla, ara sohbetler­le bize ayrılan zamanı çok aş­mıştık. Biz diyorum ama, asıl Özal’ın anlatacakları bitip tü­kenmiyordu. Yaverlerden biri kibarca bekleme odasında teb­rike gelmiş üst düzey siyasile­rin ve bürokratların biriktiğini hatırlatıyordu. Ben “Ama doğ­ru dürüst fotoğraf çekemedim ki” dedim. “Daha özel hayatınız filân…” Sözümü kesti “Benim özel hayatım henüz Başbakan­lık Konutu’nda. Yarın gel, orada çekersin” dedi. Saati kararlaş­tırdık, el sıkıp köşkten ayrıldık.

Ertesi gün kararlaştırılan saatte Başbakanlık Konutu’na tek başıma gittim. Özal beni eşofmanla karşılamıştı. Sem­ra Hanım ortalarda görünmü­yordu. Önce onu sordum. Özal, “Bırak şimdi onu. Taşınma telaşında. Şimdi köşkte keşif yapıyor. Kendisini ben bile gö­remiyorum” dedi. “Sen bura­da ne çekmek istiyorsan onu söyle.” Bir gün önceki sohbet sırasında Kurtul Altuğ Sayın Özal’a “Maşallah sayın cum­hurbaşkanım, sizi çok incelmiş ve dinç gördüm” diye iltifatta bulunmuştu. O da belki de ya­şamını her sabah iki saat süre ile yaptığı egzersizlere borç­lu olduğunu, cumhurbaşkan­lığı seçimine de iyi hazırlan­dığını söylemişti. “En stresli olduğum anlarda kendimi zora sokarım. Son bir ayda tam 18 kilo verdim” demişti. Şu anda, Başbakanlık konutunda eşof­manlı olduğuna göre, ya egzer­siz yapıyormuş, ya da yapmak üzereydi. Bu olayın saptanma­sının doğru olacağını düşün­düm. “Gel o zaman” dedi, pek de büyük olmayan bir odaya girdik. Ortalık biraz dağınık gi­biydi. Herhalde taşınma hali, bir takım eşya paketli paket­siz oraya buraya savrulmuştu. Eşofmanın üst kısmını çıkar­dı, beyaz fanilayla kaldı. Önce daha düzenli bir köşede duran kondisyon bisikletinin üzeri­ne bindi, pedal çevirmeye baş­ladı. Fotoğraf için şahane bir manzara… Sonra da koşu ban­dının üzerine çıktı. Önce yavaş başlattığı bandı hızlandırdıkça hızlandırdı; kan ter içinde ka­lıncaya kadar kendini -gerçek­ten- zora sokmuştu. Özel hayat namına sadece bu fotoğrafları çekebilmiştik. Ama bu kadarı bile yeter artardı. İnsan gele­cek zamanlarda neler olacağını bilemiyor. Yıllar sonra tutula­cağı kalp krizi ile vefatına ne­den olacak yürüyüş bandı üze­rinde vaktiyle çekilmiş tek fo­toğrafın bana kısmet olacağını nereden bilebilirdim ki…

Özal'ın Çankaya'sından ilk kareler
Ah o koşu bandı!
Özal’ın gündelik yaşam fotoğraflarını çekmek üzere henüz boşaltmadıkları Başbakanlık Konutu’na gidip kendisini spor yaparken de görüntüledim. Yıllar sonra kalp krizi ile vefatına neden olacak yürüyüş bandında vaktiyle çekilmiş tek fotoğrafın bana kısmet olacağını nereden bilebilirdim…
Özal'ın Çankaya'sından ilk kareler

Röportajımız için bir te­mel eksiğimiz daha vardı. Yeni cumhurbaşkanımızın mekâ­nı olacak Çankaya Köşkü ile birlikte çekilecek fotoğrafları. Onun için üçüncü bir randevu daha almam gerekiyordu. “Ya­rın köşke gel. Saatini şimdi­den söyleyemem. İş arasında bir ara avluya çıkarız. İstediğin fotoğrafı çekersin” dedi. Er­tesi gün Köşke gittim. Yaver­ler odasında beklemeye alın­dım. Çok da beklemedim. Özal önemli bir toplantıya gidecek­miş. İçinde birkaç kişi bulu­nan siyah bir araba onu gö­türmek üzere gelmiş, köşkün giriş merdivenleri karşısında bekliyor. Merdiven önüne de makam arabası yanaşmış. Özal bana, “Hadi, istediğin fotoğra­fı nerede çekeceksin” diye sor­du. Kapıda bekleyenler var. İki arada bir derede şipşak fotoğ­raf çekeceğiz. Bu kapı köşkün yan tarafındadır. Asıl Ankara manzarasına hakim ana cep­henin önünde bir boş alan var­dır. Orası hiç kullanılmaz. Ama köşk imajı deyince o akla gelir. Her şeye rağmen onu köşkün önüne kadar yürüttüm.

Bekleyen beklesin, bana ne! Ben kendi hesabıma röporta­jın ana fotoğrafını çekeceğim. Ya köşkle beraber, ya da “İşte bakın, Başkent Ankara, ben de bu bilmem kaç rakımlı tepenin efesiyim” diyen pozlarda. Titiz­leniyorum, tekrar tekrar çeşitli görünüşler halinde fotoğraflar çekmeye çalışıyorum. “Şura­da durun efendim, şu vaziyette, biraz daha sağa dönün, elinizle şöyle bir hareket yapın, biraz daha eğilirseniz daha iyi olur, olmadı ama şimdi, biraz gü­lümseniz lâzım” gibi uyarıların, komutun bini bir para benden… Aylardan da Kasım ayı, soğuklar başlamış. Aslında palto ha­vası. Özal gideceği toplantıya uygun ince kumaştan lacivert­leri giyinmiş. Bir taraftan da beklettiği adamlar var. Sonun­da dayanamadı, “Haydi ama, üşüttün beni” dedi.

İki üç aydır, basında, siyasal ortamda, muhalif çevrelerde, hatta vatandaşın ağzında “Özal Çankaya’ya çıkamaz, çıksa bi­le oradan apar topar indirilir, Çankaya’yı ona dar ederiz” lâf­ları havalarda dolaşıp duruyor­du ya, dilimin ucuna geldi, şey­tan söyletti desem yeridir. “Eee efendim, Çankaya’nın havası biraz ayazdır” deyiverdim. Ki­nayeli konuştuğuma hükmet­miş olmalı ki, yüzüme tuhaf tu­haf baktı. Ben de “Sizi daha faz­la yormayayım. Bu kadarı yeter, teşekkür ederim” deyip kestim.

Çok geçmedi, haftasına bu­na benzer bir olay daha yaşa­dım. Ama onda hiç, bir güna­hım yok. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın müdürü Mükerrem Berk, Semra Ha­nım’ın dayısı. Orkestra Kültür Bakanlığı bünyesinde ama, is­men kime bağlı? O adı taşıyan bir iki kuruluştan biri. Tabii Mükerrem Bey’in etekleri zil çalıyor. Özalların köşke çıkış­larının ilk haftasında, Konser­lerini onurlandırmaları şartı evvel. Gelmesine geliyorlar da, tam 7 dakika geç. Orkest­ra podyuma çıkmış, seyirciler sıralarında sabırsızlıkla bekli­yorlar. Ne o? Cumhurbaşkanı teşrif edecekler, İstiklâl mar­şıyla konser başlayacak. CSO Salonunun dinleyicileri hiç böyle bir beklemeye alışkın de­ğil. Özellikle, İsmet Paşa hiç bir konseri kaçırmazdı. Onun ran­devuları Ankaralılar tarafından dakiklik örneği olarak gösteri­lirdi. Dakikası dakikasına salo­na girerdi. İktidarda olsun, mu­halefette olsun, artık bir ritüel halini almıştı, hemen hemen herkes ayağa kalkardı ve İsmet Paşa alkışlanırdı. Ona gösteri­len bu saygı, kendisinin sanata karşı saygısının karşılığıydı.

Özal'ın Çankaya'sından ilk kareler
Bir zamanlar Çankaya Köşkünün düzenli resepsiyonlarının sürekli davetlisi dört sanat fotoğrafçısından biri de bendim. Diğerleri Ara Güler, Sami Güner ve Mustafa Türkyılmaz idi.

Zaten Özal’ın Cumhurbaş­kanlığına getirilişine özellikle aydın çevrelerde bir tepki mev­cutken, bu gecikme dinleyiciler arasında hoşnutsuzluk yarattı. Eşiyle birlikte ön sıradaki yer­lerine geçerken kimse ayağa kalkmadı. Üstelik arka sıralar­dan “yuuu” sesleri yükseldi. Bir rastlantı işte, bir hafta önce ben Salonun fuayesinde “En Büyük Dinleyici İsmet İnönü” diye bir sergi açmıştım. Bunun şakasını da yapardım. “Tam on üç yıl her Cuma İsmet Paşa ile beraber­dim, değişmez yerim de ikinci sırada, hemen onun arkasın­daydı” derdim. Bunu ilk kez du­yanlar “Ne o, İnönü Cumaya mı giderdi” diye sorarlardı. “Evet” derdim, “Her Cuma CSO salo­nunda buluşurduk. O nedenle İnönü’nün dünyanın en büyük şefleriyle, solistleriyle dünya kadar fotoğrafım vardır arşi­vimde. Onların bir bölümüy­le tam yerindir diye CSO’da bir sergi açmış bulunuyordum. Ça­lınan iki eser arasında Özal’a yaklaşıp, sergimin broşürünü takdim ettim. “Fuayede ibret bir sergi var. Bir göz atarsanız memnun olurum” dedim.

“Özal Çankaya’ya çıkamaz, çıksa bile oradan
apar topar indiririz” lâfları havalarda dolaşıp
duruyordu ya, dilimin ucuna geldi, şeytan söyletti
desem yeridir. “Efendim, Çankaya’nın havası
biraz ayazdır” deyiverdim. Kinayeli konuştuğuma
hükmetmiş olmalı ki, yüzüme tuhaf tuhaf baktı.

Özal'ın Çankaya'sından ilk kareler
Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı makamındaki ilk fotoğrafı…
Özal'ın Çankaya'sından ilk kareler
Makamdaki ilk fotoğraf
Özal’la röportajı birlikte yaptığımız, geçen ay hayatını kaybeden başarılı gazeteci Kurtul Altuğ.

Dördüncü ya da beşin­ci sıranın başında Müşerref Hekimoğlu oturuyordu. Bana Özal’la ne konuştuğumu sordu. Ben de olduğu gibi aktardım. Evet, ibret sözcüğünü kullan­mıştım ama, içinde hiçbir ki­naye olmadan. Sen misin bunu söyleyen? Ertesi gün Müşerref Ablamız yazısına, “Dün gece Özal CSO konserine geç geldiği için yuhalandı” diye başlamış. Ben de yanına gitmişim, “İbret al bak. İsmet Paşa var ya, İsmet Paşa her konsere tam zama­nında gelirdi” demişim. Beni iyi niyetli davetim gazete ya­zısıyla böyle tescillenmez mi!.. Ört ki ölem.

9 sayfalık röportajımızla başlayan Paris Match Türkiye dergisi örnek sayısı 1989 Aralık ayı başında ortaya çıktı. Hiç de fena basılmamıştı. Birinci say­fadaki künye bölümünde Baş­kan: Ali Naci Karacan, Genel Yönetmen: Kurtul Altuğ, Yazı İşleri Müdürü: Tuna Serim, Sa­nat Yönetmeni: Serap Sarıu­çak. Fotoğraf Direktörü: Ozan Sağdıç diye yazıyordu. Ama ne­dense, anlaşamadılar mı nedir, devamı gelmedi. O örnek sayı arşivlerimizde tatlı bir anı ola­rak kaldı.