O güne kadar Bursalıların nemli havadan kurtulmak için yazın gittiği bir yer olan Uludağ’ın kış sporları merkezi haline gelmesi fikri, spor teşkilatlarını kurup geliştirmek için Türkiye’de bulunan ve 1930’da Uludağ ile ilgili rapor hazırlayan Alman spor adamlarıdır. 1933’ün Nisan ayında İstanbul’dan yola çıkıp bir hafta konaklayan 30 kişi ise kayak yapmak için Uludağ’a ilk giden kafiledir (üstteki fotoğrafta kayanlar). Bu olayla birlikte kayağın popülerliği bir anda artar. Türkiye’de pek bilinmeyen kayağın merak uyandırması üzerine çalışmalar hızlanır.
Sadece yazın hizmet veren otel kışın da hizmete başlar. Bursa’dan Uludağ’a şose yol yapılır ve yeni tesisler açılır. CHP de bir kayak evi kurar. Kayak sporunu tanıtmak amacıyla 1934 ve 1935 yıllarında çok sayıda gazeteci ve ünlü isim kayak yapmaya davet edilir. O tarihten sonra Uludağ kayakla birlikte anılmaya başlar. Kayak hiçbir zaman yaygın bir spor olamasa da Uludağ Türkiye’nin en önemli kış sporları merkezi olmayı sürdürüyor.
TALİH KUŞU
Sen misin dava açan
Galata Köprüsü’ndeki Servet Gişesi’nin sahibi Bay Eskinazi, 10 Şubat 1930’da işyerine geldiğinde hayretler içinde kalır. Dükkânının iki yanına iki piyango gişesi daha kondurulmuştur (aşağıda). Bay Eskinazi kapı yan tarafta kaldığı için dükkânına pencereden girmek zorunda kalır. Durum kısa sürede anlaşılır. Bay Eskinazi’nin gişenin yerini kiraladığı ve anlaşmazlığa düşüp davalık olduğu belediye, piyango gişesi açmak isteyen Esnaf Bankası’na başka yer yokmuş gibi Servet Gişesi’nin iki yanını göstermiştir.
Gazeteler vatandaşın hukuku çiğneniyor derken, Esnaf Bankası açıklamasında “Köprü’de piyango satmak Eskinazi Efendi’nin inhisarında (tekelinde) değildir. Kapı meselesine gelince, Eskinazi Efendi kapılarını yandan değil pekâlâ cepheden yapabilir. Eğer hukuk ayaklar altına alınmışsa ayaklar altına alan kapısını cepheden yapmayan Eskinazi Efendidir” demektedir. Ancak tepkiler üzerine yeni gişeler kaldırılır. Servet Gişesi aynı yıl 25 Kasım gecesi şüpheli bir şekilde yanacaktır.
KIRAAT
Her işi yaptı, gizli ajanlık hariç!
Türkiye’de anti-komünist histerinin egemen olduğu Soğuk Savaş yıllarında sosyalist ülkeleri kötüleyen ve tamamen kurgu olmasına rağmen gerçeklere dayanıyormuş gibi pazarlanan ucuz sağcı propaganda kitapları epey yaygındı. Sadık Tiryakioğlu’nun yazdığı, 1976 basımı Bir Türk Ajanının Rusya Hatıraları adlı kitap da bunlardan biri.
Kendini “Ortaokulda bir öğretmenim beni haksız yere komünist olmakla suçladığı günden beri antikomünistim” diye tanıtmasından enteresan bir kişi olduğunu anladığımız yazar, iddiasına göre 1951’de 25 yaşında bir ajanken Sovyetler Birliği’ne sızmakla görevlendirilmiş ve yaşadıklarını 216 sayfalık kitabında anlatmış.
Azeri bir Sovyet vatandaşının kimliğiyle Sovyetler’e sızan Tiryakioğlu’nun ilk gözlemi Sovyet halkının sefalet içinde yaşaması. İş bulana kadar bir süre sokakta yaşayıp çöpten yiyecek toplayan adamımız “Bizim çöpler ekmek dolu burada ise kırıntı yok” diyerek enteresan bir refah karşılaştırması da yapıyor. Yazar, solcu Türk gençlerinin –niyeyse- onar kişilik gruplar halinde Sovyetler Birliği’ne götürülmelerini de önermiş. Çünkü gördükleri yokluk manzaralarından yıkıma uğrayan gençler dönüşte toprağı öpecek ve birinci sınıf Türk milliyetçileri olacaktır.
Arkasından, kitap boyunca karşılaştığı bütün kadınlara asılan kendisi değilmiş gibi Sovyet vatandaşlarının sapık eğilimlerinden söz ediyor. Okullarda erkek beden eğitimi öğretmenlerinin kız öğrencileri “tebrik maksadıyla” sürekli öptüğü gibi bir iddiası var. Peki neden beden öğretmenleri öpüyor da sözgelimi müzik öğretmenleri öpmüyor? Belirsiz… Sapık eğilimlere örnek olarak Rus erkeklerin selamlaşırken birbirini dudaklarından öpmesini de aktaran ajanımızın başına da son derece talihsiz bir olay geliyor maalesef ve votkayı fazla kaçırdıkları bir gece meyhaneci kılığındaki Ermeni Sovyet ajanı Agop Azmanyan kendisini dudaklarından öpüveriyor.
Bir süre boyacılık yaptıktan sonra, hastabakıcı olup üst düzey bir Sovyet ajanının “sinir hastası” kız kardeşine iğne yapması kaderini değiştiriyor. Kadın, adamımızın “iğne yapma usulünü” o kadar beğeniyor ki bir daha başka kimsenin kendisine iğne yapmasını istemiyor. Daha dördüncü iğne gününde sevgili olduğu Nataşa’nın abisi adamımızın zekâsından çok etkilenip kendisini önce Sovyet ajanı yapıyor, ardından bütün Sovyet istihbarat birimlerinin başındaki Stalin’in sağ kolu Beria’yla tanıştırıyor!
Ancak bundan daha şaşırtıcı bir şey var, gerçekte Ermeni olmayan Beria her ne hikmetse Rusça’yı Ermeni aksanıyla konuşuyor.
Kitap iyi hoş ama önemli bir de sorunu var. İnsan, bir ajanın hatıralarının anlatıldığı kitapta hiç değilse bir iki ajanlık faaliyeti görmek istiyor ama yazar herhalde böyle bir mecburiyeti olmadığını düşünmüş. Kahramanımız bir askeri tesisin fotoğrafını çekse, birine suikast düzenlese, isyan çıkarsa, provokasyon yapsa, birinden gizli belge alsa… Ama yok.
Beria’yla tanıştıktan sonra “telkin kuvvetiyle adam öldüren” KGB ajanlarından filan söz etmeye başlayınca artık Sovyet devletinin beynine girdi ve adam gibi ajanlık yapacak diye umutlanıyor insan ama maalesef öyle olmuyor. Kadınlarla ilişkilerine dair bir dolu palavra atan yazarımızın birkaç yalan da ajanlık faaliyetleriyle ilgili söylemesinde hiçbir mahsur yok aslında ama buna bile gerek görmemiş. Tek bir yerde “Günlerim çeşitli ajanlık faaliyetleri ile geçiyordu” diyor fakat bunların ne olduğunu söylemiyor. Bütün gün hastanede çalışıyor zaten (“Sovyet Rusya’da insanlar robottur ve köle gibi çalıştırılır”), hangi ara ajanlık yaptığı belli değil. Gerçi günahını almamak lazım, belki de gizli görevi Sovyetlere sızıp hastabakıcılık yapmaktı, kim bilir?