Kasım
sayımız çıktı

Sarayın bedbahtları HAREM AĞALARI

İnsanoğlu soydaşlarını asmış, başını uçurmuş, kolunu, elini, dilini kesmiş, gözlerini söndürmüş… Bunların her türlüsünün zamanın yasasına, adalet anlayışına dayalı haksız gerekçesi vardı. Ama “benim haremime bekçilik yapacakları hadım edin!” bir ceza olmadığı gibi, masumlara uygulanan bir sadizmdi. Osmanlı sarayının hiç de “oryantalist” olmayan gerçekleri…

Doğrusu o ki sultan saraylarının, vezir saray ve konak haremlerinin iç dünyasını hiç bilmiyoruz. Harem düşkünü 3. Murad’ın (saltanatı 1574-1595), torunlarından Sultan İbrahim’in (saltanatı 1640-1648), 3. Ahmed’in, harem ortamlarında neler yaşadığını bilmiyoruz. Veya o tarihlerden 2. Mahmud’a (saltanatı 1808-1839) gelesiye neler yaşandığını da yine “hiç” bilmiyoruz. Saray haremindeki siyahî-hadım köle bekçilerin serüvenleri de meçhulümüz. Halkın harem ağası dediği anlı şanlı Dârüssaade Ağasının, aralarından yetiştiği büyük şefin ceberutluğunda, tutsak zenci kölelerin kısa ömür öykülerine dair kırıntı döküntü bilgilerden yazılan romanlar okuyoruz. Harem ağalarını, kasık arasındaki sidik şıpırtılarının ezikliğinde, çişini bir ucu mesane yolunda öteki ucu elinde boşaltan bedbahtlar olarak değil, mücevveze kavuklar, dökme ipek şalvarlar, dört yenli kürkler içinde haşmetlü ağa hazretleri resminde algılıyoruz. Haremin güzel cariyelerine bekçilik ederlerken: “İfritler! Size ilişmeyeyim diye organlarımı kestiler. Sizin yüzünüzden bu haldeyim!” dediklerini; kinlerini, beyinlerinden, damarlarından aşağıya doğru bastıran umutsuz şehvetin yaşattığı bunalımı aklımızdan geçirmiyoruz.

Darüssaade Ağası 3. Murad döneminde, Darüssaade Ağası Mehmet Ağa’yı gösteren minyatür. Seyyid Lokman, Zübdetü’t- tevarih, 1583.

3. Murad’la 2. Mahmud arasında (1582-1839) iki yüz altmış beş yıl var. Bu uzun zaman içinde dış dünyaya kapalı saray hareminin iki topluluğu, hadım köle esvedinlerle (siyahi köle) daha içerideki köle câriyeler, yani padişah için stoklanmış seks oyuncağı kızlar, birbirlerinden nefret ederek iç içe bir komşuluk yaşadılar. Birinciler, organları kökünden yok edilmiş, Afrika’nın en çirkin, korkutucu, “bir dudağı yerde, bir dudağı gökte simsiyah zebaniler; ikinciler, padişah için seçilmiş, onun kızlar hazinesine layık görülmüş dünya güzelleri köle kızlardı. Yani burada üç asır boyunca, ruhlar ve fizikler arası zıtlıklar, çelişkiler, kinler, korkular yaşandı: Harem mahlûkatı, cildi simsiyah, gözlerinin beyazı kıpkırmızı, iri dudaklı, abullabut yürüyüşlü, hınçlı öfkeli en gencinden en yaşlısına zencilerle, gülüşleri, oynayışları taşlıkları şenlendiren, padişahla sevişmek için nöbet veya sıra bekleyen güzel cariyeler…

Hadım Ağa’nın gözetiminde saray cariyeleri, Metin And, 16. yüzyılda İstanbul

Harem hadımları ve cariyeler bu ortak yazgılarını, firavunların mirası olarak yüzyıllar değil bin yıllar boyu tevarüs ederek İstanbul’daki Osmanlı sarayına kadar taşıdılar. 1580’lerde, sarayın ilk zenci harem bekçisi börklü kürklü Mehmed Ağa’yla başlayan serüvenleri 20. yüzyıl başında fesli redingotlu Nâdir Ağa portresiyle noktalandı.

Saray hareminin korkutucu yüzü, Haremeyn huddamı, esvedin, Habeşiler, Siyahiler denen, alay olsun diye cariyeler arasında da “gündüz feneri” denilen hadım ağaların saraydaki yaşamları kapalı. Bunları, daha çocukken köle avcıları, kovalamaca yakalayıp tacirlere satarlarmış, karaca avlamanın ya da vahşi zenci çocukları yakalamanın farklı yöntemleri vardı elbette. Yakalanıp satılanların kâbusu esas bundan sonraydı. Sudanlı, Mısırlı tacirler, piyasa beklentilerine göre bu çocukları hacamat ediyorlar, erkeklik belirtisi neleri varsa “temizleme” işleminden geçiriyorlardı. “Temiz” siparişlerde acımasız çöl cerrahı, körpe çocuğun kasığını hilal biçimindeki usturasıyla “sünnet” ediyor, yani penisini, yumurtalarını en dibinden yok ediyor, yarayı kaynar yağla, çocuğu gübreye, sıcak çöl kumuna yatırarak dağlıyorlardı. Kahire’de bu işlemi daha profesyonelce yapan hacamat yerleri vardı. Kan kaybından ve ödemden ölümler yüksek orandaydı, bundan dolayı üzülmenin nedeni ise parasal kayıptı. Acılar içinde sağ kalan siyahi çocuk, bir harem ağası adayı olmanın ilk sınavını bu operasyonla vermiş sayılırdı.

İyi ki bu operasyonlar ilk kaynağında Afrika’da, Mısır’da, Akağalar için Kafkasya’da, Bosna’da yapılıyordu. Saray cerrahlarının görevi olsa, Türklerin aleyhine evrensel bir suç daha yazılacaktı kuşkusuz. Ama bu, esvedinlere yönelik cezalar infazlar olmamıştır demek değil. İdam edilen, sürülen hadım ağalar var.

Oryantalist gözle Harem hayatı

19. yüzyıl İngiliz mimar ve ressamı Thomas Allom’un kalemi ve hayalgücünden, Harem, sultan ve Harem Ağası.

Merhum Çağatay Uluçay’dan 1961’de dinlemiştim: Haremağaları Taşlığındaki bir onarım-kazı çalışmasında, demir çiviler çakılı kafa tasları çıkmış. O yıllarda saray arşivinde çalışan ve hareme dair kitaplar makaleler yayımlayan Uluçay, görüp incelediğini, bunları, haremin karaağalar dairesinde işlenen cinayet veya infazların birer kanıtı olabileceğini, saray arşivinde açıklayıcı bir belgeye henüz rastlanmadığını söylemişti. Karaağalar Taşlığının altı kimbilir daha neler saklıyor…

Darüssaade ağası ile başkapu gulâmının buyruğu altında çileli bir ömür süren zencilerin, köle oldukları için, “çıkmaları” söz konusu değildi. Yeni gelen çocuk yaştakiler, Karaağalar ocağında “en aşağı” denen acemilik döneminde eğitilirler, meramlarını anlatacak kadar kırık Türkçe öğrenirler, mutaassıp birer Müslüman olurlardı. Neferlik, nöbet kalfalığı, hasıllı, ortanca aşamalarından geçerek gulâm olurlar; yetenekleri ve sadakatleri sâyesinde harem ağaları sınıfına geçerler; bu zümre içinde yaylabaşı gulâmı, kapu gulâmı, oda lâlası, hazine vekili, hazinedar ağa, mushib ağa, başkapu gulâmı, valide sultan ağası, şehzadeler ağası, Eski Saray ağası olurlar; buradan da Dârüssade Ağalığı yolu görünürdü.

Saray haremlerinin bekçileri

Sayıları 80-100 arasında değişen harem ağalarına çiçek, koku, kıymetli taşlar, Mercan, Gazanfer, Firuz, Cevher, Sünbül, Câfer, Beşir, Amber, Reyhan… adları, ağa unvanı da eklenerek verilirdi.

Bunlar, bütün kasveti ve korkutucu ortamıyla günümüze ulaşan, avlulu, dehlizli taşlıklı, revaklı, katlarında hücreler olan, çarşı hanı üslubunda bir saray koğuşunda barınırlardı. Kendilerine reva görülen korkunç işlemden dolayı belki bütün insanlığa kindardılar, ama az ötedeki cariyeler koğuşunda, daha alttaki sarayın en değerli birikimi sayılan cariyeler hazinesinde barınan güzel kızlara, daha öfkeliydiler. Ellerindeki -kabaca adıyla fil penisi denen -kırbaçlarla alt-üst ilişkisi gereği acaba kendilerini mi, cariyeleri mi okşamaktaydılar?

Esvedinler, Haremin Araba kapısından Mabeyne giden Altınyol’un girişine ve Kuşhane dehlizine kadar, Harem Ağaları Taşlığı çevresindeki koğuş, daireler, nöbet odaları, hamam, mescit, mektep içeren bir iç dünyada yaşamakta, harem kapılarını beklemekteydiler. Bunların izni olmadan Perde Kapısı denen harem girişinden ilerisine erkek sinek daha uçamazdı.

Büyük ağaların özel daireleri varsa da, diğerleri Karaağalar koğuşunun manastır hücrelerini andıran loş odalarında üçer beşer yatar, nöbet odasında kapılarda nöbet tutar, belki uyku toplarken Sevahili dilleriyle çocukluk anılarını paylaşırlar, Dârüssaade ağasına ve diğer ağalara kölelik mazlumluğuyla hizmet ederlerdi. Bunların, uluorta hareme girip çıktıkları, dizilerde gösterildiği gibi padişah dairesine kadar hasekilerin, gözdelerin, cariyelerin arasında dolaşıp durdukları külliyen uydurmadır. Harem mekânlarına, cariye koğuşlarına tek bir adım atmaları yasaktı.

İtalyan ressam Giovanni Brindesi’nin fırçasından Kızlar Ağası, Cüce ve Ak Ağa. 19. yüzyıl.

Yüce ülkü: Dârüssaade Ağalığı

Bunlara harem dilinde kara ağalar denirdi; ama onlar bu hitaptan incinir veya öfkelenirlerdi. Şef ağalar çubuk içerler, lâkin renklerini hatırlattığı için kahveden nefret eder, kahve ikramını da hakaret sayarlardı. Saray Enderununa alınan Boşnak çocukları, savaş tutsağı veya Tatar akınlarında yakalanan Avrupalı çocuklar geleceklerini vezirlik, serdarlık, beylerbeyliği düşleriyle öredursunlar, zenci hadımlar için tek gelecek haremağalığı, yani kız bekçiliğiydi. Büyük Türk, yani sultan, haremine doldurduğu, dilediği gibi sevişeceği onlarca belki yüzlerce dünya güzellerine başka el değmesin diye, bu “marsık”ları bekçi seçmişti!

Oysa Enderundaki iç oğlanlarından, yumurtaları burulup iğdiş edilmiş, yani boğa iken öküzleştirilmiş üçü beşi, geleceğin ak ağalığına soyunurlardı. Bunlardan sadrazamlığa kadar yükselenler olurdu. Şu koşulla ki adlarından önce bir “hadım” namı vurgulanarak!

Harem dairesinin padişahla yatıp kalkan kadınları, usta ve kalfaları, senli benli bunlarla alay etmekte özgürdüler. Harem kadınlarının değerlendirmesiyle “esvedinlerin kırkının aklı, bir incir çekirdeğini doldurmaz”dı. Buna karşılık aşırı alıngan karaağalar, ulaşamayacakları cariyelere platonik aşkla bağlanır, kıskançlık yaşarlardı.

16. yüzyılda İstanbul’da Harem Ağaları

3. Murad: Karaağalar süreci

Akla takılan sorulardan biri: Harem dairesi baş bekçiliğini 1582’ye kadar Boşnak kökenli ak hadım ağalar yapmışken bekçiliğini de gönül çelmek şöyle dursun, görenin korkup kaçacağı zencilere terk etmişti. Bu yeni kadronun ilk şefi Kara Mehmed Ağa oldu. Bu ilk kara ağanın Çarşamba’daki türbesini ziyaretse, ardılı ağaların geleneğiydi.

Kara hadımlar, başlarında Kızlar Ağası, Başkapu gulâmı ve öteki âmirleriyle tek veya üçü beşi bir arada, “girilmez” uyarısını veren ürpertici simgelerdi. Bunlara neden “Haremeyn huddamı” dendiği de başka bir soru. Gerçi duraksamasız bir yanıt, İslâ-miyet’in Haremeyn-i muhteremeyn dediği iki kutsal yer, Mekke’deki Harem-i şerif (Kâbe ve çevresi) ile Medine’deki Harem-i Nebevî bekçiliğine, uluorta “Arap” denen zencilerin bekçiliği daha uygun görülmüş olmalı.

Minyatürlerde görüldüğü üzere Harem Ağası beyaz kavuk, canfes kaftan, fermayiş şal kuşak, kırmızı dökme şalvar, sarı mest yemeni giyinip kuşanırdı. Törenlere ise daha görkemli arzı endam ederler, serasere kaplı dört yenli kürk, Selimî kavuk, kuşağında mücevherli akva ile katılırlardı. Darüssaade ağası, haremin büyük âmiriydi. Özel bir dairesinin olması, saraydaki yüksek konumundandı. Protokolde sadrazam ve şeyhülislamdan sonra yer alırdı. Kızlar Ağası da denen ağa, haremde ve padişah katındaki nüfuzu, biriktirdiği servet, devlet işlerindeki deneyimiyle etkili olmaktaydı. Aralarında taht değişikliklerinde, suikastlarda rol oynayanlar yanında, Hacı Beşir Ağa gibi hayırlarıyla ad bırakanlar da vardır.

Büyük Ağa da denen darüssaade ağalarının bir görevi de, Haremeyn ve selâtin vakıfları nazırlığı idi. Bundan dolayı da saygınlıkları söz konusuydu. Harem için alım satımları denetlemek, şehzadelerin eğitimleriyle ilgilenmek, Surre Alayı’nı tertip etmek, padişah haremde iken onun emirlerini ilgililere ulaştırmak görevlerindendi. Her çarşamba Ortakapı dışındaki Darüssaade yazıcısı odasında Divan toplar, bu toplantıya Haremeyn evkafı müfettişi de katılırdı. Padişahın ölümünü sadrazama haber vermek, yeni padişahı tahta davet etmek de onun göreviydi.

Odalık ve Harem Ağası Jean Auguste Dominique Ingres imzalı,“Odalık ile köle” tablosunda, o mekanda bulunması imkansız bir Harem Ağası da resmedilmiş, 1842.

İki kaynak

Ahmet Resmî Efendi’nin Hâmiletü’l-küberâ adlı yapıtında 1582 -1752 arasında Dârüssaade Ağalığı yapan 37 ağanın yaşam öyküleri vardır. Ayrıca 3. Murad’la önceki padişahlar zamanında Harem-i hasın gözetim ve sorumluluğunun Babüssaade Ağaları ile Hazinedarbaşılarda olduğu, bu padişahın saltanatında ise Mehmed Ağa adlı bir zencinin Darüssaade Ağası olmasıyla harem bekçiliğinin esvedinlere geçtiği açıklanmıştır. Ancak hiçbir ağanın ne memleketine hadım edilişleri ne saraya gelişleri konusunda bir bilgi yoktur. Bunların en nüfuzlularından H.Beşir Ağa 30, Habeş Mehmed Ağa 17, İdris Ağa 16, Yusuf Ağa 16, Hacı Mustafa Ağa 15, Uzun Süleyman Ağa 9 yıl görevde kalmışlardır.

1. Mahmud döneminde yazılmış Risâle-i Teberdâriye, fi Ahvâl-i Ağa-yı Darüsssade adlı eserde ise harem ağalarına ilişkin pek çok olumsuzluklar anlatılmış; “Eğer denirse ki bu kara hadımlara yaklaşan cariyeler lezzet duyarlar mı? Bu kara hadımlara cariyelerin lezzet duydukları İstanbul’da meşhurdur” denilmiş. Ahmed Refik, “2. Süleyman zamanında harem ağaları ile cariyelerin münasebetleri, İstanbul’un başlıca dedikodusuydu. Harem-i hümayunda olan nisvan ile tavaşi Arap taifesi, âşık ve maşuk ve külli gecelerde nöbetçi nâmıyla içerü kaldıkça bazı fezahatleri padişah hazretlerinin, malumları olmağla…” denilerek türlü öyküler anlatmıştır.

HADIMLARIN İSTANBULU

Kişisel servetlerini hayır işlerine yatırdılar

HAYRİ FEHMİ YILMAZ

Hadımların tarihi Türkiye topraklarında çok eski. Frigyalı ve Galatyalı Kibele rahiplerinden, Bizans saray ve manastırlarındaki hadımlardan Selçukluların Tavaşi ağalarına, Osmanlıların Harem ve Darüssaade Ağalarına kadar uzun bir hikâye var. Bugün artık etrafta görünmeseler de bu karanlık geçmişin hatıraları etrafımızda yaşıyor.

İstanbul, Hadım Ağaların en çok yapılar inşa ettirdiği şehirlerden biri. Hatta galiba bu konuda dünyanın en çarpıcı kenti. Osmanlı sarayında Harem ve Enderun girişinde hem hizmet hem koruma için görevlendirilen Ak ve Kara Ağalar, Afrika, Avrupa, Kafkasya gibi bölgelerden geliyordu. Sarayda servet sahibi olan bu insanlar, büyük vakıflar kurup birçok hayır eseri inşa ettirdiler. Büyük camiler, medreseler, çeşmeler, hâlâ bu ağaların hatırasını yaşatıyor.

Şehir içinde ilk akla gelenler lakabı hadım olanlar. Ama bugün ağaların başlarına gelen bu korkunç iş hatırlanmak bile istenmiyor. Mümkünse konuşulmuyor. Konuşan, soran “münasebetsizler”e de aslında hadım kelimesinin “hâdim”, yani hizmet eden anlamında olduğu söyleniyor ki bu da doğru. Kent içinde ilk akla gelen yapılar şöyle sıralanabilir.

Silivrikapı ve Esekapı semtlerinde Hadım İbrahim Paşa’nın külliyeleri 16. yüzyılın ortalarında inşa edilmiş. Yapılar Mimar Sinan tarafından tasarlanmış. Paşanın adı Silivrikapı semtindeki caminin kapısındaki modern levhada “hâdim”, olarak yazılı. Osmanlı kaynakları ise İbrahim Paşa için birçok yerde açıkça hadım, tavaşi gibi kelimeler ile halini açıkça belirtiyor. Hatta bu taifenin en edeplilerinden olduğu söyleniyor. Paşa Silivrikapı’daki caminin bitişiğindeki türbede yatıyor.

Kanuni dönemi Bab’üs Saade Ağalarından olan Cafer Ağa, 1554 – 1557 arasında Ayasofya yakınlarındaki büyük medreseyi inşa ettirmiştir. Medrese bugün geleneksel sanatların öğretildiği bir merkez olarak hizmet veriyor.

1595’de Hadım Hasan Paşa’nın inşa ettirdiği medrese ise Cağaloğlu’nda yeni restore edildi. Kentte çok az olan fevkani medrese yapısı bitişiğindeki yol genişletilirken bir kısmı Hadım Hasan Paşa’nın mezarı ile birlikte tahrip olsa da kentin önemli medreselerinden. Yine 1605’de tamamlanan Unkapanı-Aksaray arasındaki Gazanfer Ağa Medresesi de bugün ayakta duran Osmanlı eserlerinden.

Hadım Ağaların en görkemli binası ise hiç şüphesiz 3. Ahmet ve 1. Mahmut zamanında 30 yıl kadar Darüssaade Ağası olan Hacı Beşir Ağa’nın Cağaloğlu’nda 1744-1745 yıllarında inşa ettirdiği külliyedir. Bu külliye cami, medrese, kütüphane, imaret, sebil ve çeşmeden oluşuyor. Ağa’nın bir Darülhadisi de Eyüp Nişanca’sında bulunuyor. Ağa ise Eyüp türbesinin bitişiğinde bir sebil ve türbeye gömülü.

Gazanfer Ağa Medresesi Bozdoğan Su Kemeri’nin hemen yanıbaşındaki Gazanfer Ağa Medresesi. İnşa edildiği 1605’te, Gazanfer Ağa’nın at üzerinde yapıya gelişini gösteren minyatür ve detayı. Nadiri, Divan.

ROMA-BİZANS DÜNYASINDA HADIMLIK

Her zaman bir ceza değildi

Akdeniz dünyasında hadımlık ve hadımların tarihi çok eski. Antik mitolojiye göre, hadım etme her zaman bir ceza değildi. Vücudun arınması, temizlenmesi ve saflığı için kimi zaman vücudun bu uzvundan vazgeçilmesi gerekiyordu. Bu fedakârlığın sonunda erkekler bazı tanrıçaların hizmetine girebiliyordu.

Anadolu mitolojisinin etkileyici tanrıçası Kibele, aşkına karşılık vermeyen ya da verdikten sonra ona ihanet eden bir delikanlı olan Atis’in çıldırmasını sağlamış; Atis de bir çakmak taşı yardımıyla kendi cinsel organını kopartmıştı. Bir rivayete göre bu olağanüstü olay sırasında Atis’in dökülen kanlarından kır menekşeleri çıkmış, kendisi de bir çam ağacına dönüşmüştür. Kibele’nin rahipleri de ona hizmet etmek için Atis’i örnek almış ve onlar da kendilerini hadım etmişlerdir. Eskişehir yakınlarındaki Pessinus kentinde bulunan tanrıçanın tapınağı, bu rahiplerce idare ediliyordu. MÖ 234’de yılında tanrıçayı temsil eden kutsal taş yine bu rahiplerce özel bir tören ile Roma’ya götürülmüş, hadımların aşkın tavırları Romalıların bir kısmını büyülerken bir kısmının onlardan nefret etmesine neden olmuştu. Kısa süre sonra Roma, Kibele rahipliğini ancak Frigyalı ve Galatyalıların yapabileceğine karar vermiş, Roma vatandaşlarının kendilerini hadım etmesi şiddetle yasaklamıştı.

Yine de hadımlar sadık hizmetkarlar olarak saraylarda ve seçkin konaklarında her zaman bulunmuştur. Çocuk yaşta hadım edilen bu insanlar köle olarak satılmışlar, akrabaları olmadığı gibi çocukları da olamayacağı için efendilerine sonuna kadar bağlı kalmışlardır. Özellikle saray ve konakların “ginakion” denilen hanımlar kısmında güvenliği onlar sağlıyordu. Hükümdarlara ve ailelerine çok yakın olan bu saray görevlilerinin bazıları zamanla büyük güç kazanmışlardır. Hıristiyanlığın kabulünden sonra 1. İznik Konsili’nde kilise hadım edilmeyi yasaklamış olmasına rağmen hadımlar varlığını devam ettirmiştir. Hatta I. Germanos, Methodios ve İgnatius gibi önemli patriklerin hadım olduğu bilinir. Hadım etme yasak olmakla birlikte, çoğu zaman iradesi dışında
bu muameleye maruz kalan kişiler takip edilmemiştir. Bizans ordusunda Narses lakabıyla anılan ve büyük zaferler kazanmış yüksek rütbeli bir komutan da vardı.

İmparator İulianus gibi bazı hükümdarlar zaman zaman sert önlemler alsa da, hadım etmeler devam etti. Çoğunlukla çocuklara ve az sayıda yetişkin erkeğe uygulanan bu işlem imparatorluğun sonlarına doğru azaldı. Hadımların gücünün azalması 11. yüzyıl sonundan itibaren başladı. Sarayda güçlü olan Eutropios, Samonas, İ. Bringas, Basileios Lekaoenos, İoannis Orfanotrophos gibi önde gelen hadımlar, çeşitli kritik görevlerde bulundular. Bizans sarayında hadımlar sadakatleri, hanımlar kısmını yönetip korumaları dışında, nazara karşı önemli bir koruyucu da sayılıyorlardı. Garip kıyafetleri, orantısız vücutları, tiz sesleri ile hadımlar kem gözü üzerlerine çekiyor efendileri de muhtemel felaketlerden kurtuluyordu.

Ravenna San Vitale Kilisesi imparatoriçe Theodora mozağinde hadım ağalar, 6 yüzyıl.

HAREMAĞALARI TEAVÜN CEMİYETİ

Haremağaları sokakta kalınca…

Gazeteci-tarihçi Murat Bardakçı 2000 yılında Hürriyet’te yazdığı bir makalede haremağalarının hazin sonundan bahsetmişti:

“Haremağaları en güçlü ve en korkulan saray mensuplarının başında gelirdi. İmparatorluğun son yıllarında sıkıntıya düştüler. Servet sahibi ağalar kendilerine herkesten uzak ve yapayalnız bir hayat kurdu, parası olmayanlar ise ‘Haremağaları Teavün Cemiyeti’ adlı bir derneğin çatısı altında toplanıp birbirlerine destek olmaya çalıştı. Haremağalarının sonuncusu olan Hayreddin, hayata 1979’da veda etti”.

Sahaf Emin Nedret İşli’nin arşivinde (sağda üstte) bu yardımlaşma cemiyetinin 1921’de kestiği 300 kuruşluk bir üyelik aidat makbuzu da bulunuyor. Makbuz, Cevher Tahsin Ağa adına verilmiş.

Yine İşli’nin arşivindeki bir diğer nadir parça ise, haremağaları derneğinin tüzüğü (sağda). 1923’te basılan kitapçığın tam adı Harem Ağaları Teavün Yurdu [Muaddel] Nizamname-i Esasisi. 14 sayfalık eser ser-musahib-i sabık Lala Enver Ağa, Tahsin Celâl Ağa, Beşir Fuad Ağa, Musahib-i Padişahî Hayreddin Ağa, Musahib-i Padişahî Nevres Ağa, Mes’ud Halil Rifat Ağa, Muhiddin Cevad Ağa, Yaver Rıdvan Ağa, İsmail Şevket Ağa, Hacı Hayreddin Ağa, Yaver Şevket Ağa, Cevher Beşir Ağa, Hacı Halid Ağa tarafından 1919’da kurulan yardımlaşma, dayanışma derneğinin 1923’te genişletilen 2. tüzüğü. 20 maddelik birinci tüzük 1923’te ihtiyaca göre değiştirilip yenilenmiş, 6 madde ilavesiyle 26 altı maddelik bir tüzük haline gelmiş. Yeni tüzükte hem heyet-i idare azalıklarında hem de kurucular listesinde artış ve ilaveler olmuş. Seyfeddin Özege’nin Eski Harflarle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu’nda yer almayan bu ikinci nizamname, hem matbaa kaydı taşıması, hem de daha etraflı bilgi içermesi bakımından önemli.