Türkiye hızlı örgütlenmeyi, direnmeyi Çanakkale’de öğrendi. Mustafa Kemal’den başçavuşa, sağlık hemşiresine, tabur imamına kadar bu düzen intikal etmiştir. Bu çok hayret verici ve hayranlık uyandırıcı bir haldir. Türkiye bu savaşla birlikte bir vatan savunması bilincine girmiş, ulus kenetlenmiştir.
Türkiye coğrafyasının en ilginç kesimlerinden birincisi tabii Boğazlar’dır. Bunlar temelde Karadeniz’le Akdeniz’in birleşmesinden meydana gelir. Fakat jeolojik teorilerin çeşitliliği içinde, bizim bu dalda egemen fikirleri olan bilginimiz, uluslararası uzmanımız Celal Şengör’ün açıklamalarınıı esas almak durumundayım. Buna göre Karadeniz, çok eskiden bir su birikintisi olarak vardı. Fakat bugünküne göre çok basıktı. Bu ilk defa buzulların erimesi, deniz seviyesinin çok yükselmesi dolayısıyla bir değişime sebep oldu.
Tufan hikayelerine falan bağlamıyorum. Aşağı yukarı MÖ 9000 seneleri diye veriliyor bu tarih. Yazı yok ortada ama tarihî bir çağ sayılabilir. Karadeniz’in altındaki bölgede bir akarsu vadisi vardı. Bu akarsu vadisi, aşırı bir şekilde tahaccüme uğradı; kuzeyden tuzsuz su Karadeniz’e akıyordu. Bunlar Karadeniz’in tuz miktarını düşürüyordu (binde on sekize kadar) ve o fazla suyun Marmara’ya gitmesi gerekiyordu. Dolayısıyla, İstanbul Boğazı da bu tahaccümün sonucunda bir akıma uğradı. Marmara’dan gelen tuzlu suyla, buradan gelen az tuzlu suyun, ayrı ayrı altlı üstlü akması, mevcut akıntıları meydana getirdi.
Dolayısıyla trafik bakımından, kullanım bakımından hem kolaylıklar, hem de güçlükler arz eder Boğazlar. Bizim İstanbul Boğazı, biliyorsunuz, en yakın iki yakası Rumeli Hisarı ile Anadolu Hisarı arası 600 küsür metredir. Yani çok yakındır birbirine, bir yüzme boyudur. İstanbul çocukları ilk büyük yarış ve denemeyi orada yapardı. Bugün bu pek mümkün değil artık, geçen tankerler ve kirlenme yüzünden.
Buna karşılık Çanakkale Boğazı gene aynı şekilde izah edilmesine rağmen, uzunluk bakımından İstanbul Boğazı’nın iki mislidir. Yer yer 3 km’yi bulur genişlik ve derinlikler vadinin uygun yerinde, ortadaki kırılmanın uygun yerlerinde 100 metreye kadar gider. Bu bakımdan Çanakkale Boğazı, İstanbul Boğazı’nın aksine büyük gemilerin trafiğine açıktır.
Hem bizim tarihimiz hem dünya tarihi bakımından, Çanakkale Boğazı’nın antik dönemden bu yana uzanan tarihi, dünya tarihini de belirlemiştir diyebiliriz. Yakın tarihteki dönüm noktalarından 1. Cihan Harbi’ni anlamak için de Çanakkale’yi anlamak şarttır.
1915 Mart’ında İtilaf Devletleri koca zırhlılarıyla Boğaz’ın iki tarafını bombalayarak Marmara’ya çıkabileceklerini, İstanbul’u teslim alabileceklerini düşündüler. Bir iki istisnayla, bütün kurmay heyetleri de buna inanıyordu. Bunlar gerek Balkan Savaşı’ndaki hezimetten gerekse hem 1. Kanal Harekatı hem de Sarıkamış’taki dağılmadan sonra, Osmanlı ordusunu küçümsüyorlardı.
Aslına bakarsınız Balkan Savaşı’ndan perişan çıkmış ordunun durumu da gerçekten pek içaçıcı değildi. Teçhizat bakımından, modern savaş donanımı bakımından fevkalade yetersizdi. Ayrıca eski ekol paşaların çoğunluğu yeni tip harbi bilmiyordu. Gerçi bu handikap İtilaf kurmayları için de geçerliydi. 1. Cihan Harbi iki tarafta da genç subayların parladığı bir savaş oldu.
Harbe girmeden önce, Batılı devletler savaş endüstrisiyle harikalar yarattılar kendileri açısından. İngilizler hem kendi yapacağını yaptı, hem de bizim ısmarladığımız zırhlıları dahi gasbetti. Amerika sanayideki devamlı hamlelerle ilerledi. Hatta Rusya bile kendi zırhlılarını inşa etti. Eh, Almanya ve Avusturya da boş durmadı. Bu sonuncuların desteğiyle, Türk Ordusu’nun savunması için Çanakkale’deki Çimenlik Kilidülbahir gibi mevzilerdeki savunma kuvvetlendirildi. Anadolu yakası, Rumeli yakası, Gelibolu teçhiz edildi. Böylelikle İtilaf gemilerinin geçeceği rotalar ateş mevzii altına girdi.
Çok yakın zamana kadar bir teori vardı bizde; efendim, 18 Mart’ta Nusrat mayın gemisinin döşedikleriyle yabancı donanmalar ağır yara aldılar-ki bu doğru- ve ondan sonra çok kolay bir şekilde bu deniz savaşı kazanıldı, kara savaşıyla da bu tamamlandı. Bu ise o kadar doğru değil. Çünkü donanmamızın durumu gerçekten çok ağır. Yani Balkan Savaşı’nda bu donanımsızlık görülmüş. Birinci Cihan Savaşı’na da deniz kuvvetleri maalesef kara ordusu kadar iyi hazırlanamadı. Balkan Savaşı’ndan sonra Türkiye’de kara ordularında ve komuta kademesinde ciddi reformlar yapılmıştı.
Alman Bahriyesi de 1. Cihan Harbi’nde hiç de kuvvetli değildir. Bunu da söylemek lazım. Denizaltıları da hiçbir şekilde denizaltı savaşının başladığı 1. Cihan Harbi’ne uygun şeyler değildi. Tabii bir işe yaradılar ama, İngiliz-Avustralya denizaltılar İstanbul’a kadar girdi. Alman Deniz Kuvvetleri’ndeki müşavirler, kara ordusundaki komutanlar kadar, müşavirler kadar Türklerle diyalog kuramadıkları için başarısız adamlar olarak görülmüşlerdir. Bunlara pek itibar edilmemiştir.
Başka bir mühim mesele, bizim donanma konusunda yaşandı. Bizim başımıza geleni biliyorsunuz, resmen dolandırıcılık. Parasını verdiğimiz, üstelik milletten toplanan bağışlarla sipariş edilen iki savaş gemimiz (Sultan Osman ve Reşadiye zırhlıları), İngilizler tarafından teslim edilmedi; üstelik aldıkları parayı de geri vermediler. Tam bir haydutluk. Bunun yarattığı aksülameli düşünün.
Zaten Almanya’ya yönelme de bazılarının teklifiyle güç kazandı. İstanbul’daki Alman Büyükelçisi Wangenheim bile istemiyordu Türkleri. Hatta Kayzer kendisini haşladı, “gidip de orada dedikodu yapma, biz seni Türkiye’de iyi ilişkiler için tutuyoruz” diye. Almanların çoğu, özellikle donanma kurmayları da Türkleri istemiyordu. İsteyenler tamamiyle von der Goltz gibi, eski büyükelçi Baron Marschall von Bieberstein gibi genelkurmayda Türk ordusunu yakından, içerden tanıyanlar. Avusturya tarafında da öyle. Buradaki askerî ateşe General von Ponyatovski gibiler destekliyor.
Şimdi 18 Mart’tan sonraki safhaya geçelim. İtilaf karada da umulmadık bir şekilde mukabele gördü. Zannediyorlardı ki, biz bunları vururuz geçeriz. Öyle bir şey olmadı. Karada ordu çok dirençliydi. Komutanların neredeyse hepsi genç nesilden, iyi yetişmiş askerlerdi. Bunların bir bölümü baştan beri savaşı istemiyordu; Almanları ise hiç istemiyordu. Fakat girdikten sonra da işi götürdüler. Bunlarda mevzi terketme diye bir şey yok. Ölümüne savaştılar.
İstanbul Boğazı’nın tersine Çanakkale Boğazı’nın irtifası fevkalade yüksektir. Yani hem derinlik, hem de irtifa yüksek. Özellikle Rumeli yakasındaki Kilitbahir Platosu’na hakim olmadan buradaki mücadeleyi kazanmanın imkanı yok. Bunlar Queen Elizabeth gibi yüzenkale, o vakte kadar görülmemiş gemilerle, “biz arkada destekliyoruz, siz önden saldırın” zihniyetinin kurbanı oldular.
Bir anlamda Fransız-İngiliz gerginliği de Çanakkale’de başlamıştır. Amirallik Birinci Lordu, yani dönemin İngiliz Bahriye Nazırı Churchill de bir hayli sarsıldı bu Çanakkale seferinde. Çanakkale, Churchill’in kendi ifadesiyle, 20 yılına mal olmuştur politikada. Fena halde bir darbe yemiştir. Fakat üstüne Kuttülamara’da çok daha büyük bir darbe yedi Britanya. Çünkü çok uzun bir savaş, kendileri açısından yüz kızartıcı demeyeyim ama, hayli utandırıcı bir kuşatma ve teslimiyettir Kuttülamara. Onu da ümit ederim, bu Nisan ayında konuşacağız.
1916’nın başında, yani tam 100 sene önve bugünlerde Britanya ve müttefikleri Gelibolu Yarımadası’nı terketti. Bir sabah kalkıldığında artık top sesi duyulmuyordu, sükûnet gelmişti. Çanakkale zaferi kazanılmıştı. Büyük bir moral verdi tabii Türkiye’ye bu. Halbuki harp büyük bir tahribat yaratmıştı.
Türkiye hızlı örgütlenmeyi, direnmeyi Çanakkale’de öğrendi. Bütün şark dünyası da bizi örnek almıştır. Efendim bu kurmay subaydan başlıyor, neredeyse tümene komuta edenden başlıyor -işte Mustafa Kemal kurmay yarbay, tümen komutanı, başçavuşa kadar- üniversitedeki hekim hocadan -o da gitti çünkü- sağlık hemşiresine, tabur imamına kadar bu düzen intikal etti. Bu çok hayret verici ve hayranlık uyandırıcı bir haldir. Türkiye bu savaşla birlikte artık bir vatan savunması, bir yurt savunması bilincine girdi. Ulus çok önemli ve zor zamanlarda birbirine kenetlendi.
(İlber Ortaylı ile yapılan söyleşiden derlenmiştir.)