18. yüzyıla kadar “orijinallik” bir değer değildi. Hem Doğu’da hem Batı’da da sanatçı ve şairlerden eskilerin izinden gitmesi, onlarla aynı konuları hatta aynı üslupla işlemesi beklenirdi. ‘Mutlak özgünlük takıntısı’, bireyselliğin kutsandığı modern zamanlarda doğdu, ‘fikri özel mülkler’ telif haklarıyla korumaya alındı. Taklit mi esinlenme mi tartışması hiç bitmeyecek.
Bugün yaşamış olsaydı, mutlaka cin fikirli bir köşe yazarı çıkar, “Shakespeare intihalci çıktı!” diye başlık atardı. İngiliz şair ve tiyatro yazarının bütün konularını başka eserlerden aldığını biliyoruz. Aynısını kendi klasik edebiyatımız için de söyleyebiliriz. Acaba Fuzulî, “Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge/ Ne açar kimse kapum bâd-ı sabâdan gayrı” dizelerini yazarken Necati’nin, “Beni ağlan beni kim üstüme gelmez ölicek/ Bir avuç toprağ atar bâd-ı sabâdan gayrı” beytinden “intihal” mi yapmıştı? Veya Leyla ve Mecnun’u yazarken, kendisinden önce aynı konuyu anlatmış olan Ali Şir Nevai veya Nizami gibi başka şairlerin hırsızı mıydı?
Shakespeare ve Fuzuli ile ilgili bu sorular anlamsız gelebilir. Ancak telif hakkı kavramının büyük değer taşıdığı, yasalarca korunduğu günümüzde, bir başka yazarla aynı konuyu işlemek, aynı sözleri kullanmak çok da kolay değil.
İntihal, yani bir başkasının eserini kendisine mal etme, çok yalın bir kavram gibi gözükse de “Olgunlaşmamış şairler taklit eder, olgun şairler çalar” (T. S. Eliot) veya “Bir kitabı kopya etmek intihaldir, birçok kitabı kopya etmek araştırmadır” (Mizner) gibi ünlü sözler, intihalin pek basit olmadığını gösterir. Bir intihal sözlüğü (Le Dictionnaire des Plagiaires) yazan günümüz Fransız yazarlarından Roland de Chaudenay bile şöyle der: “Derleme, kültürün başlıca taşıtıdır”.
Buradan, bir başkasının eserini çalmanın meşru olduğu sonucu çıkmasın. İntihal, her zaman utanç verici bir hırsızlık olarak görüldü. Daha 1. yüzyılda Romalı şair Martialis’in, şiirlerini çalan Fidentinus’a karşı yazdığı epigramlar, bunun hiç hoş karşılanmadığını gösteriyordu: “Kitaplarımın hırsızı, bir şairin tek bir metne ve ucuz bir papirüs parçasına bedel olduğunu sanıyorsan yanılıyorsun: Alkış, iki üç paraya alınmaz”.
Peki, “imitatio”nun (taklit), yazar, şair, nutuk atan politikacı için başlıca teknik olarak görüldüğü eski Roma’da intihal derken ne anlaşılıyordu? İntihal ve taklidi birbirinden ayıran birkaç nokta vardı: İntihal yapan, çaldığı malzemeye yeni bir katma değer eklemiyordu. Aynı malzemeyi yeniden kullanmak meşruydu ama bunun sonucunda asgari sanat standartlarına ulaşmayı başaramayan bir esere “intihal” demek mümkündü. “İktibas” yani alıntı kavramı da aynı dönemde önem kazandı. Cicero’ya göre, intihalcinin asıl suçu, kaynaklarını saklamasıydı. Yaşlı Plinius, Historia naturalis’in ilk cildinde yararlandığı yazarların bir listesini verirken, intihalcileri bu işi yapmamakla suçluyordu.
Ama asıl kıyamet modern zamanlarda, bireysellik, orijinallik, özel mülkiyet gibi kavramların göklere çıkarıldığı dönemde koptu. 18. yüzyıla kadar “orijinallik” bir değer değildi. Doğu’da da Batı’da da sanatçı ve şairlerden eskilerin izinden gitmesi, onlarla aynı konuları işlemesi beklenirdi. Romalı düşünür Seneca yazarlara “eskileri hazmetmelerini” sıkı sıkıya öğütlemişti. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi adlı eserinde Semerkantlı Nizâmî Arûzî (12. yüzyıl) ve Şems-i Kays’ın (13. yüzyıl) öğütlerini örnek veriyordu. Bunlara göre: “(Bir şair için) daha gençliğinde eskilerin şiirlerinden yirmi bin beyit ezberlemek, sonrakilerin eserlerinden on bin kelimeyi gözönünde tutmak, üstatların divanlarını daima okumak lazımdır”.
Fuad Köprülü’nün bunları aktardıktan sonra yaptığı modernist yorum ise ilginçti: “Bu telkinlerin, o devir sanatkârlarını nasıl fena bir taklide sürükleyeceği pekâlâ anlaşılır. Şahsiyetin inkişafı için hiçbir serbest saha bırakmayan, taklidi ve nazireciliği şiddetle revaçta tutan bu edebi terbiye tarzı, Tanzimat devrine gelinceye kadar bizim şairlerimiz için de başka türlü değildi”.
Köprülü, İngiliz şair Edward Young’ın Conjectures on Original Composition (1759) adlı eserini okusaydı, kuşkusuz beğenirdi. Young’a göre, yazarlar öncekileri taklit etmekten vazgeçmeliydi: “Ne kadar orijinal olurlarsa o kadar iyidir”. Ayrıca şu sözleri, özel mülkiyet-bireysellik-orijinallik ilişkisini de ortaya koyuyordu: “Taklitçi, tacını başkasıyla paylaşır. Orijinal ise alkışın tamamını hak eder”. Birkaç on yıl sonra, ilk Alman romantikleri Schelling, Schlegel, Novalis gibi şairler, bu orijinallik fikrini alarak yücelttiler ve romantizmle birlikte aynı konuların yeniden işlenmesi geleneği yavaş yavaş son buldu.
Müzikte de işler farklı değildi. Örneğin Vivaldi’nin (18. yüzyıl) operalarında kötü karakterlerin aryalarını kendisi bestelemeyip olduğu gibi başka bestecilerin operalarından alması doğal karşılanıyordu. Veya Mozart’ın ilk dört piyano konçertosunu başka bestecilerden “kopyala/yapıştır” yöntemiyle derlemesinde bir kötülük görülmüyordu.
Tahmin edileceği gibi resimde intihal zordur. Zeki Faik İzer’in, Fransız ressam Eugène Delacroix’nın “La liberté guidant le peuple” (1830) adlı tablosunu “Inkilâp Yolunda” (1933) adlı bir tabloya dönüştürmesi, açıktan açığa yapılmış bir taklittir. Ancak modernite öncesinde, ressam imzasına bugünkü kadar önem verilmediği açıktı. Eski düzende, usta-çırak ilişkisi içinde, bir atölyede birçok ressam bir arada çalışıyordu. Örneğin Venedikli ressam Tiziano’nun yaptığı Kanuni Sultan Süleyman resimlerini ele alalım. Bunlar bir seri üretimin sipariş üzerine çoğaltılmış parçalarını andırır. Ayrıca bunları Tiziano’nun mu, atölyesindeki başka ressamların mı yaptığı tam olarak bilinmez.
Ünlü nakkaşların durumu da böyleydi. Elbette bazıları şöhrete kavuşuyor, hatta çizgilerinden tanınıyordu. Örneğin Babür Şah, nakkaş Kemalüddin Bihzâd’ın (Kemaleddin Behzad) minyatürlerini hemen tanıdığını, çünkü sakallıları sakalsızlardan daha iyi çizdiğini yazar. Öte yandan Bihzâd da diğer nakkaşlar gibi, nakkaşhanede, usta-çırak ilişkisi içinde, ortaklaşa çalışmaya dayalı bir geleneğin parçasıydı. Kimbilir hangi resmin tamamını kendisi yapmış, tezhib, tahrir, tasvir gibi çalışma aşamalarının hangisini üstlenmişti? Bazılarına “el-fakir Bihzad” veya “kâr-i üstâd-ı Bihzad” diye imza atmıştı ama o kadar tanınmasına rağmen, yaptığı bazı minyatürlerde de imza yoktu. Batılıların onu keşfetmesiyle birlikte (19. yüzyıl) hangi minyatür onun elinden çıkma sorusuna cevap aranmaya başlandı. Nakkaş Osman’ın durumu da farksızdı. Örneğin Sigervatname’deki (Zigetvar Savaşı Tarihi) minyatürlerin ona ait olduğu, 20. yüzyılda birkaç sanat tarihi çalışması sonucu belirlenmişti.
Günümüzde yazar, besteci ve ressamın kim olduğuna verilen büyük önem, bireysellik ve orijinallikle birlikte telif hakkının ortaya çıkışıyla başlayan bir eğilimin parçasıdır. İlk telif hakkı yasası (Kraliçe Anne Yasası, 1710) yayıncı karşısında halkın bilgilenme hakkını korumak için çıkarılmıştı. Çünkü matbaacı, satın aldığı esere sonsuza kadar sahip olabiliyordu. Telif hakkı, aynı nedenle Amerikan Anayasası’nın birinci maddesine (8. Bölüm, 8. Bend) girmişti: “Bilimin ve yararlı sanatların gelişmesi için, yazarlara ve mucitlere kendi yazı ve buluşları üzerindeki haklarının kısıtlı sürelerde verilmesi”.
Ancak sanat ve bilimin serbest dolaşımını sağlamak uğruna yaratıcının hakkını kısıtlayan bu düzenlemeler, zamanla intihali de cezalandıran bir özel mülkiyet hakkına dönüştü. Bern Konvansiyonu sayesinde, bir ülkeden diğerine çeviri yoluyla yapılan intihallere de set çekilmeye çalışıldı (1886). Günümüzde ortaya atılan intihal suçlamalarının bu kadar çok olmasının bir nedeni de, akçeli, dolayısıyla gayet etkili olan fikir mülkiyeti yasalarından kaynaklanmaktadır.
HIRSIZ DA HIRSIZDAN ÇALAR
Shakespeare’in oyunu: Bir çalıntı ‘Fırtına’sı
Shakespeare’in konularını başka yazarlardan alması, klasik geleneğe tamamen uygundu. Ama Fırtına adlı son oyununa baktığımızda işi iyice abarttığını görürüz: Konuyu William Strachey adlı bir yazarın kitabından, oyunun yapısını İtalyan commedia dell’arte türünden, karakterlerin konuşmalarının ciddi bir bölümünü Fransız denemeci Montaigne ile Latin şairi Ovidius’tan (neredeyse kelimesi kelimesine) almıştı. Hınzırca bir ayrıntı daha ekleyelim: Son yapılan araştırmalarda Shakespeare’in konuyu “çaldığı” kitabın yazarı William Strachey’nin de bir intihalci olduğu, kitabında anlattığı Bermuda’daki deniz kazası hikayesini çok daha önce yazılmış başka dört kitaptan aldığı ortaya atıldı.
MİLLÎ MARŞLAR NE KADAR MİLLÎ?
Münasebetsiz XV. Louis, 10. Yıl Marşı’nı söylermiş!
Müziğin milli değil evrensel bir dil olduğunu unutanlar, her yerde “skandallarla” karşılaşmaya hazırlanmalıdır. Büyük Britanya’nın “God Save The King/ The Queen” (Tanrı Kralı/Kraliçeyi Korusun”) marşının, Fransa Kralı XIV. Louis’nin bestecisi Lully’nin kendi kralı için yazdığı “Grand Dieu Sauve Le Roi” (Büyük Tanrı Kralı Koru) adlı eserinden alındığı iddiasını çürütmek için İngilizler çok mürekkep dökmüştür. Buna karşılık Fransız milli marşı “La Marseillaise”in (1792) Avusturyalı besteci Mozart’ın 25. piyano konçertosunun (1786) ilk bölümüyle benzerliği de Fransızları kara kara düşündürür. Cemal Reşit Rey’in bestelediği “Onuncu Yıl Marşı”nın (1933) başının, Fransız düşünür (ve vasat besteci) Jean-Jacques Rousseau’nun “Le Devin du Village” operasında (1752) Colette’in “J’ai perdu tout mon bonheur/ J’ai perdu mon serviteur” diye başlayan aryasındaki ilk temayla benzerliği dikkati çeker. Bu opera ilk kez sarayda sahneye konduğunda Fransa Kralı XV. Louis’nin çok hoşuna gittiği, kralın gün boyu sarayda davudi sesiyle “Çıktık açık alınla” (yani “J’ai perdu tout mon bonheur”) diye şarkı söyleyerek dolaştığı söylenir. Bu örnekler intihal değildir ama marşların ulusal ve ideolojik özellikleri nedeniyle tartışmaya açıktır. Aslında, besteciler her zaman birbirlerinin müziğinden motif ve cümleleri alarak geliştirir. Bu arada Almanya’nın “Deutschland Deutschland über alles” dizesiyle tanınan milli marşının ise, Haydn’ın 1797’de Avusturya İmparatoru II. Franz’ın doğum günü için yazdığı marş olduğunu ekleyelim.
YAKIN TARİHİMİZDE İNTİHAL TARTIŞMALARI
Şiirden romana, suçlama edebiyatı
Peyami Safa, başka yazarlara yaptığı intihal suçlamalarıyla ünlüydü. Bu edebiyat dedektifi, Türk romanının en popüler örneklerinden Çalıkuşu’nun (1922) Léon Frapié’nin L’institutrice de Province (Taşra Öğretmeni, 1897) adlı romanından çalındığını öne sürmüştü. Léon Frapié (1863-1949) eğitim ve kadın haklarına ilgisiyle tanınan bir romancıydı. Taşra Öğretmeni adlı romanında, Louise Chardon adlı genç bir öğretmen kızın bir köy okulunda çektiği sıkıntıları, Reşat Nuri Güntekin ise Çalıkuşu’nda Feride adlı İstanbullu bir kızın aşk acısı nedeniyle evden kaçarak Anadolu’da öğretmen olarak hayatını sürdürmeye çalışmasını anlatmıştı. İki romanda da eğitimin aksaklıklarına değiniliyor, yalnız bir kadının istismara açık olduğu vurgulanıyordu ama Çalıkuşu’nda aşk acısı öne çıkarken, Taşra Öğretmeni eğitim üzerine yazılmış tezli bir romandı.
Türk şiirinin en ünlü örneklerinden biri de intihal suçlamasıyla karşılaştı. Ahmed Hâşim’in “Yarı Yol” (1923) şiirini İngiliz şair Rudyard Kipling’in The Jungle Book (Ormanın Kitabı, 1894) eserinde Maymunların Şarkısı adlı şiirden çaldığı öne sürüldü. “Maymunların Şarkısı” ile herhalde “Road Song of the Bandar-Log” başlıklı şiir kastediliyordu. Ancak maymunların ağzından yazılmış bu şiirde “Half-way up to the jealous moon!” (Yarı yoldayız kıskanç aya doğru!) dizesiyle Ahmed Haşim’in “Yarı yoldan ziyâde mâha yakın” dizesi arasındaki yakınlık dışında hiçbir benzerlik kurulamaz. İki şiirin temalarının da uzaktan yakından ilişkisiz olduğunu eklemek gerekir.
Ülkü Tamer 50’li yıllarda İlhan Berk’in kendi şiirlerini çaldığını söylemiş, Berk’in de “evet beğendiğim şeyleri alırım” demesi büyük tartışma yaratmıştı. Erdoğan Alkan Şiir Sanatı kitabında Türk şairlerinin Fransız şairlerinden aldıkları dizeleri yazmış, Cemal Süreya, A. Muhip Dranas ve birçok şairden karşılaştırmalı örnekler vermişti. 70’li yıllarda Burhan Günel Yazko dergisinde Adalet Ağaoğlu’nun Huxley’in kitabından “fazlaca etkilendiğini” dile getirmiş, tartışmaya Mina Urgan ve Leyla Erbil de katılmıştı. 80’li yıllarda da Murat Bardakçı, Orhan Pamuk’un Beyaz Kale romanının çalıntı olduğunu iddia etmişti.