Fatih’in fetihten sonra ressam Bellini’yi saraya çağırarak portresini yaptırması ve Rönesans ilgisi, sonraki sultanlar döneminde sürdürülmedi. Yahya Kemal’in de yakındığı gibi, Batılı resim anlayışı Osmanlıların dünyasına ancak19. yüzyılın ikinci yarısında girebildi. Osmanlı sanat tarihinde yarı silik bir kavşak.
Yahya Kemal “Eğer Türk milletinin resim bir, nesir iki, bu iki sanatı olsaydı, bugün milliyetimizin kudreti, olduğundan yüz kat daha fazla olurdu. Muhayyileyi en fazla işleten bu iki sanatı, tâlih bizden esirgedi. Cedlerimizin resimleri yok, onları hemen hemen bilmiyoruz. Minyatürlerden, Avrupa’nın o asırlardaki ressamlarının levhalarından hayâl meyâl onları seziyoruz. Nesrimiz, resmimize göre vardı: Lâkin yazık ki nesrimiz üç kusurla malûldür. Çok az yazı yazmışız, çok kötü yazı yazmışız, çok kısa yazı yazmışız”.
Şairin bu canalıcı ve savlı saptamasının kesin tarihini bilmiyoruz; büyük olasılıkla 1920’li yıllarda öne sürdüğü, sonradan üzerine geri döndüğü, Tanpınar’a uzanmış bir görüş. Buradan, bir çırpıda, geleneksel tasvir sanatlarımızı, minyatür geleneğini hiçe saydığı sonucuna varmak yanlış olur:
O bağlamda Acem kültürünün etkisi altında kaldığımızı düşünmüş, Batı resim sanatının perspektif ve üçboyutluluk sorunlarını çok önceden çözerek, mimetik hünerle dev bir görsel bellek oluşturduğuna kıskanarak bakmıştı. Aynı yazıdan aktarıyorum:
“Eski şehirlerimizi göremiyoruz; yanmış yâhut yıkılmış nice binâlarımızı göremiyoruz; eski kıyâfetlerimizi göremiyoruz; o kıyâfetlerin asırlar arasında, yavaş yavaş nasıl tekâmül ettiklerini anlayamıyoruz; vatan kurduğumuz eski seferlerimizi, eski meydan muhârebelerimizi, bu muhârebeleri başaran şerefli ordularımızı göremiyoruz. Ah, ah… Resimsizlik yüzünden daha neleri, daha neleri göremiyoruz”.
Başta Mazhar Şevket İpşiroğlu’nun İslâmda Resim Yasağı ve Sonuçları (1971-1973) eseri olmak üzere, bu konuda çok mürekkep akıtıldığını biliyoruz. Resim yasağı İslâm dinine özgü bir seçim değildi, bütün tektanrılı dinlerin geçirdiği evrelerdendir. Tasvir yasağı, kaldı ki, “olmazsa olmaz” bir dinsel zorunluluk olmamıştır, İslâm peygamberinin yüzünü konu edinme türünden birkaç konu dışında: İkonaklaşma olgusu siyasal ve kültürel düzleme aittir. Son Osmanlı halifesi Abdülmecid Efendi’nin ressam olması bana kalırsa yeterli gösterge.
Batılı resim anlayışı Osmanlıların dünyasına 19. yüzyılın ikinci yarısında Şeker Ahmet Paşa, Osman Hamdi Bey ve Süleyman Seyyit kuşağıyla girdi; gayrımüslim ressamları ayıracak olursak. Bu gecikmenin, modern sanat bağlamında ciddi bedelleri olduğunu söylemek gerek. (Bedel çerçevesinde tartışılmaya değer: Batılılaşma hareketlerinin gelenek sanatların çöküşünü hızlandırdığı doğru mudur? Yoksa, bu çöküşü modernizmin kaçınılmaz sonucu saymak mı doğru yorumdur?).
Osmanlı tarihinde bu bağlamda bir dönemeç yaşandığı bilinen gerçek: Beşyüzyıl önce, İstanbul’un fethini izleyen yıllarda. İpşiroğlu bir çerçeve sunar: “Osmanlı Sarayı’nın Batı’ya açık olduğunu, özellikle Rönesans’ın en güçlü silâhı olan resim sanatına büyük bir ilgi gösterdiğini biliyoruz. Fatih Sultan Mehmet, Gentile Bellini’yi İtalya’dan getirterek portresini yaptırdığı zaman acaba ne düşünmüştü? Bir sanatçıya model durarak portre yaptırmak Doğu’da yerleşmiş bir gelenek değildi. Fatih, aynaya bakarmışcasına yüzünü resimde görmek için mi Bellini’ye resmini yaptırmıştı? Bu da düşünülebilir. Fakat Fatih’in biyografisi gözönünde tutulursa, bu açıklama yetersiz kalır. Çünkü onun, aynı ustaya sarayının duvarlarına freskler yaptırdığını, yabancı sanatçıları sarayında misafir ettiğini, çevresine bilginleri toplayıp Batı dünyasının kaynakları hak- kında bilgi edinmeye çalıştığını da biliyoruz”.
Yaygın biçimde paylaşılmış düşünceler bunlar. Bellini’nin Londra National Gallery koleksiyonundaki Fatih tablosu, 1999 sonunda “Ressam, Sultan ve Portresi” başlığı altında Kâzım Taşkent galerisinde sergilendiği sırada yayımlanan katalogda konu ayrıntılı olarak yeniden didiklenmişti.
Ünlü, tartışmalı ama ilginçliği tartışılmaz monografisinde Franz Babinger, Fatih-Bellini ilişkisiyle bağlantılı somut verilerle kimi rivayetleri içiçe geçirmişti: “Bellini yalnızca sultanın ve maiyetinin portrelerini yapmakla kalmadı, sarayın odalarını da erotik ve muhtemelen müstehcen tablolarla (aslında bu tablolar açıkça “cose di lussuria”dır [şehvet nesneleri]) donattı” diyor Alman tarihçi ve Fatih’le ilgili olarak ekliyor: “İslâm’ın resimleri yasaklamasına aldırmayarak, sarayındaki din adamlarına gözüpekçe karşı gelmişti. Ama yine de Batılı ressamların tablolarına bakarken huzursuz, neredeyse rahatsız olurdu. Gentile Bellini gibi bir ölümlünün, tablolarında canlı varlıklar oluşturabilme gibi doğaüstü, neredeyse ilâhi bir yeteneğe sahip olabilmesine hayatı boyunca şaştı. Bellini portresini yapmayı bitirdiğinde, bu tabloyu mucize olarak gördü”.
Gelgelelim Babinger, burada söyledikleriyle çelişen bir başka rivayet, kesinkes doğrulanmamış bir anekdot aktarmaktan da geri durmamıştır: “Bellini bir gün sultana vaftizci Yahya’nın kellesinin uçurulması üstüne yapığı bir resmi göstermişti. Sultan resme uzun uzun baktıktan sonra ressamı övdü ama bir hata yaptığını, çünkü kafası kesilmiş adamın boynunun fazla uzun olduğunu ekledi. Kafası kesilen insanların boyunlarının büzüldüğünü söyledi. Bunu kanıtlamak için bir köle getirtip resamın gözlerinin önünde kellesini uçurttu. Ridolfi’nin söylediğine göre, Bellini öyle dehşete kapılmıştı ki, hemen Venedik’e döndü”.
Fatih’in, mimarı Azâtlı Sinan’ı öldürtüş biçimindeki şiddet dolu yaklaşım gözönünde tutulursa, bu olayda inandırıcılık payı bulunabilir şüphesiz; kendi payıma, gene de, Bellini’nin dönüş nedeninin bu olduğuna ihtimal vermiyorum: Saraydaki işi bitmiş, görevini yerine getirmişti; ülkesine hediyeler behiyelerle gönderilmiştir. Babinger, “bu Venedikli tacirin orada geçirdiği görece olarak kısa zaman içinde bir okul açtığı, hatta yerel ressamlardan bir tekine bile Batılı resim tekniğini öğretebildiği şüphelidir” diye yazar.
Doğru mudur?
Kayıtlarda doğrulayamadığımız bilgi kırıntıları dolaşıyor. Elif Naci, Şarkta Resim (1943) başlıklı küçük kitabında dokunup geçmiş: “Fatih Mehmed’in meşhur portresini yapan Gentile Bellini’nin talebesi Bursalı Şiplizade Ahmed’in isminden başka eserine tesadüf etmek kabil olmamıştır. Bu Şiplizade Ahmed’in eserlerinin II. Beyazıt zamanının taassubuna kurban olduğu söylenmektedir. Bellini’nin resimleriyle beraber pazarda İtalyan tüccarlar tarafından satın alınmış olması ihtimalinden de bahsedilmektedir”.
Sanat tarihçisi Günsel Renda, Nakkaş Sinan Bey’in “İtalyanlarla çalıştığı kaynaklarda belirtilmiştir” dedikten sonra, Sinan Bey’in öğrencisi Şiplizade Ahmed’den de sözeder. Renda, Fatih döneminde İstanbul’da tutsak olan ve bir kitap yazan Angiolello’nun “II. Bayezid’in tüm freskoları yokettiği ve portreleri pazarda sattırdığı” görüşünün doğruluğundan, Fatih’in oğlunun “gerçek bir sanat koruyucusu” olduğu gerekçesiyle kuşku duyduğunu belirtir ama, bu kanısını paylaşan yoktur: Babinger başta konunun uzmanı tarihçiler de; Yalçın Küçük, Ece Ayhan, Nedim Gürsel de “sofu” Beyazıd’a faturayı kesmişlerdir.
Bize, iki soru ve bir ‘geridönüşlü hülya’ kalıyor:
• Şiplizade Ahmet’e ilişkin somut izler bir köşeden bir gün çıkabilir mi?
• Topkapı duvarlarından birinde, sıva tabakasının altında erotik bir fresko bekliyor olabilir, günü gelirse ortaya çıkarılabilir mi?
Ve Fatih’in ölümünün ardından tahta büyük oğlu yerine küçüğü geçmiş olsaydı, resim sanatımızın beşyüzyıl öncesinden başlayarak yörüngesi değişir miydi?