Her yiğidin bir yoğurt yiyişi olduğu gibi herkesin de farklı bir tarih görüşü vardır. Genelde hangi kültürde yetişmişsek kendimizinkini doğal buluruz. Bu sav, arada kendi kültürünü eleştirenler yoktur anlamına gelmez tabii. Ancak genel durum, özel örnekleri ortadan kaldırmaz. Mesele, herkesin tarih görüşü derken neden söz ettiğimizdir. Ülke mi, millet mi? Bunlar ayrı ayrı olarak mı karşımıza çıkar, yoksa birarada olabilirler mi?
Hareketli bir geçmişi olan ve göçebe hayvancılıkla geçinmiş halklar, tarihlerini kişiler ve gruplarla anlatırlar.
Bu anlatımda destan önemli bir rol oynar. Hareket halinde olan bu toplumlar, destanlarda halkın belleğinde kalmış kahramanlardan bahseder. Lev Gumilev bu konuda göçebeler için “tarih duyguların ifadesini ve gerçeklerin algılanma şeklini yansıtır” der (Halbuki Batı’da bu tür yazım, tarih değil de edebiyat olarak algılanır).
Onların devamlı olarak kullandıkları, yani yurt edindikleri yaylak ve kışlakları vardır; ama bu halklar için tarihte göçlerle yeni yurt edinmek zor olmamıştır. Kısacası onlar yeni yurtları benimsemişler, eskiyi çoğunlukla geride bırakmışlardır. Eski yurtlar ancak destanlarda, eski zamanları sembolize eden isimler olarak karşımıza çıkarlar.
Karşıda duran Karadağ anlamındaki “Karşı yatan Karatav” deyimi, destanlarda karşılaştığımız örneklerden biridir. Genelde kuzey yamaçlarının belirginliğinden dolayı karanlık yani kara olan bu dağlara Asya coğrafyasında sık sık rastlanır. Kısacası kültüre yabancı tarihçi için bu deyim ancak karışıklık yaratır. Bu deyimi söyleyenler ise hangi Karadağ’dan bahsedildiğini biliyorlardı. Onların neslinden gelenler burada tam olarak hangi dağdan bahsedildiğini bilmeseler bile, genelde duygusal bağlarını muhafaza ederler. Kısacası göçebe ve göçebe kökenli halklar için yurt hem kutsaldır hem de hareketlidir. Bu sebepten de geçmişte onların tarihleri “ülke tarihi” olmamıştır. Göçebe kökenliler ile ilgili “Hive tarihi” “Kaşgar tarihi” bölge veya ülke tarihi kavramlarıyla modern öncesi ve modern dönemde karşılaşırız.
Yerleşik kültürler, eski Türkçe deyimle oturak halklardan ise göç yoluyla gelenler ve ezelden beri orada yaşayanlar diye iki kategoride bahsedebiliriz. Göç yoluyla gelenlere iyi bir örnek olan ABD’de tarih eğitimi her ne kadar eyaletten eyalete değişiyorsa da, 1980’lerin orta öğretiminde Amerika tarihi kendilerinin bu ülkeye göçleri ile başlardı. Gelenlerin yerleştikleri yerler -bir çeşit “burası benim” der gibi bir tabirle- insan/göçmen/halk tarihinden toprak/vatan/ülke tarihine dönüşmüş olurdu. 1980’ler Amerika’sında toprağın eski sahipleri daha yeni yeni tek tük de olsa tarih derslerine ve kitaplarına girmeye başlamıştı. Böylece millet tarihi ile ülke tarihinin bir bütün oluşturması daha oluşum halinde idi. Bu süreç Batı’da genellikle başarıyla tamamlanmıştır.
Ancak Asya’da tarih anlayışına baktığımız zaman, örneğin 14. yüzyıl tarihçisi Reşideddin’in evrensel tarihinde her iki kavramın yan yana kullanıldığını görürüz. Eserde Türk ve Moğolların tarihi olduğu gibi, Çin ve Hint tarihi de bulunmaktadır. Çin tarihi yerleşik bir kültürün kendi tarihine ülke bazında bakmasının en güzel örneklerini oluşturur.
Çin’de 25 sülale olmuştur; bunların neredeyse yarısı yabancı kökenlidir. Her sülalenin tarihini de kendisinden sonra gelenler yazmıştır. Bir sülale, devr-i hükümeti zamanında ancak gelecek tarihçileri için malzemelerin iyi toplanmasına (ve tabii uygun görülürse kısmen ayıklanmasına) yardım ederdi. Yeni gelen sülale bir öncekinin tarihini yazdırırken, orada da benzer süreçlerin söz konusu olduğunu düşünmek mümkündür. Örneğin Çinggis evladının kurduğu Yuan sülalesi, kendisinden önceki üç sülalenin tarihini yazdırmıştır. Bunlardan ikisi kuzeyden gelen yabancıların kurduğu Hıtay (Liao) ve Cürcet (Jin) sülaleleri idi, diğeri yerli Song sülalesi idi. Tarihçiler hiçbir zaman bu yerli bu yabancı ayırımı yapmamışlardır; zira Çin’i idare eden, Çin hükümdarı olan kimse, Çin tarihinin bir parçasıdır.
Benzer bir durum İran’da da görülür. Ülke bazındaki bu tarihçilik anlayışında o topraklarda yaşayan insanlar, ister hâkim sülale olsun ister tâbi halklar, o memleketin insanı olarak görülürler ve bu suretle de ülke şemsiyesi altında aidiyetlerini korumuş olurlardı. Yok, eğer şemsiye bir görüş yoksa, yiğidin Amerika’daki gibi yoğurt yiyişini yönlendirmesi uzlaşma sağlayabilir.