1.Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru İstanbul’a gelen Madam Kordi Miloviç adlı operet sanatçısı, gece hayatının ve basının ilgi odağı olur. O yıllarda ve ilk cumhuriyet döneminde tekrar İstanbul’a gelen Miloviç, savaş zenginlerinin eğlencelerinde yer almasıyla büyük tepki de çeker. 13 yaşındaki Necip Fazıl’ın elini öptüğü, Nâzım Hikmet’in şiirlerinde veryansın ettiği Miloviç’in öyküsü…
İttihad ve Terakki yönetimi zamanında, azınlık sermayesine rakip olabilecek, Türkler için sermaye birikimi ve yatırım imkânları sağlayabilecek “Millî Sermaye/Millî Burjuvazi” projesi ile yeni bir sermayedar sınıf oluşturulmaya çalışıldı.
Devletin sunduğu imtiyazlarla olağanüstü rekabet imkânları sağlanan bu sınıf, 1. Dünya Savaşı sıralarında tüm beklentilerin aksine toplumu kemiren, çürüten bir yapıya dönüştü. Bu yapı, projenin görünürdeki yüzleri İaşe Nazırı Kara Kemal ve Askerî Levazım Dairesi Reisi İsmail Hakkı Paşa ile anıldı. “Vagon Ticareti, Bulgur Palas ve Miloviç” isimleri, dönemi vurgulamak için sembol isimler olarak ortak bir duyguyla belirlendi. En önemlisi bu sınıfla birlikte, Türk sosyolojisine “harp zengini” kavramı yerleşti. Harp zenginlerini yerden yere vuran roman, hikâye ve şiirler büyük bir külliyat oluşturdu.
Cordy Millowitsch (1890-1960)
İstanbul’un eğlence
hayatında bir dönüm
noktası. Harp zenginlerinin
vazgeçilmez sanatçısı.
İttihad ve Terakki’nin belirlediği partili veya sıradan insanları kısa bir sürede olağanüstü servetlere sahip kılan bu iktisadi rejimin mağduru halk olmuştu. En azından bir ferdi askerde, cephede olmayan, savaşlarda şehidi, gazisi bulunmayan ailelerin parmakla gösterildiği savaş ortamında, millî sermaye/millî burjuvazi niyetiyle yola çıkıldı ama, devlet eliyle zengin edilen yeni sınıf, karaborsa ve yüksek enflasyonla milletin sırtından servetine servetler kattı. Harp zenginleri havadan kazandıkları bu servetleri, yoksulluktan kırılan milletin yanıbaşında sefahat ve ahlaksızlık yolunda yemekten çekinmediler. Biçare şehit ve gazi eşlerini, kızlarını, fuhuş bataklığına sürüklediler.
İstanbul, orduların dört cephede savaştığı acımasız bir ortamda, birbiri ardına Türkiye’ye gelen operet kumpanyalarının, şarkıcıların, sanatçıların vazgeçemedikleri, çok rağbet ettikleri bir başkent oldu. İstanbul halkının bir kısmı iyi eğleniyordu… O yılları yaşayanların hiç unutmadıkları, sefahat eğlencelerinin merkezinde yer aldığı en çok dile getirilen bir isim vardır ki bu yazımızın konusudur: Miloviç…
Hakkındaki yayınların, değinmelerin neredeyse tamamı olumsuzdur. İlk defa 1917’de Viyanalı bir operet grubuyla ziyaret ettiği İstanbul’da uzun süre kalıp ayrıldıktan sonra da defalarca ülkemize gelmiştir. Devrin matbuatında yaptığımız taramalarda üçüncü ziyaretini bitirip dönüşü ardından 29 Mart 1924 tarihli Resimli Gazete ve Süs Mecmuası’nda fotoğraflı haberlerini bulduk. Çok ilginçtir, aynı gün yayın yapmalarına rağmen Resimli Gazete 30. sayısında imzasız, fotoğraflı bir yazıda Miloviç’i hiç de iyi anmaz. İstanbul’un büyük bir tehlike atlattığından söz ederken, fiziksel özelliklerini öne çıkarıp ağır vücutlu, sakil çehreli olduğunu vurgulayarak Miloviç’i aşağılamaya çalışır. Daha önce reklam olmasın için haber yapmadıklarını, İstanbul’dan ayrılmasını beklediklerini belirtir. Buna karşılık Süs Mecmuası 43. sayıdaki Fehmi Şükrü imzalı yazı, Miloviç’i çok başarılı bulur ve ondan hayranlıkla bahseder.
Çeşitli kaynaklardaki doğum-ölüm tarihleri kesinlik arz etmiyor. 1890-1960 arasına tarihlenen bir ömür sürmüş. Avusturya, Alman, Macar kökenli olduğuna dair bilgiler çeşitli olsa da Süs Mecmuası’ndaki yazı oldukça derli toplu malumat içerir. Yazarın Miloviç’le veya yakın çevresiyle bir röportaj yaptığı da düşünülebilir. Biyografi olarak da değerlidir. Süs’teki yazı şöyledir:
Resimli gazete
İstanbul’a üçüncü
gelişinden sonra
ayrıldığında 29 Mart 1924
tarihli habere eşlik eden
Miloviç fotoğrafı. Resim
altında fiziksel özelliklerine
hakaret edilerek sakil
çehresinden bahsediliyor.
“Operet kraliçesi
Okurlarımızdan bu ismi tanıyanlar çoktur zannederim. Bir yılı aşan bir süredir Beyoğlu’nda Fransız Tiyatrosu’nda operetlere gidenler, elbette bu artisti takdir etmişlerdir. Güzel sesi, uyumlu vücudu ile yalnız İstanbul’da değil, dünyanın her tarafında yüzbinlerce hayrana sahiptir. İstanbul’umuza gelen ecnebi operet ve tiyatro artistleri arasında, en ziyade kendisini sevdiren bir şahsiyettir Madam Kordi Miloviç.
Çekoslavakya’nın Presburg (Bratislava) şehrinde doğdu. Babası bir tüccardı. Daha küçükken şirinliği ve sesinin güzelliği herkesin dikkatini çekmişti. Oniki yaşındayken bir arkadaşının sirk müdürü olan babası onu işe aldı. At üstünde yerel şarkılar söylüyordu. Kısa sürede arkadaşları arasında öne çıktı. Çalıştığı sirk, Macaristan, Almanya, Avusturya’yı dolaşıyordu. Miloviç gerek ülkesinde gerekse Orta Avrupa’da fevkalade alkışlandı. Berlin’e son gidişinde Metropol Tiyatrosu’nun müdürü Miloviç’te olağanüstü bir kabiliyet gördüğünden kendisini tiyatrolarına bağladı. Aynı zamanda Profesör Karati’den şan dersleri alıyordu. Onsekiz yaşında “sinema kraliçesi” unvanıyla Berlin’de ilk operetini oynadı. Dörtyüzden fazla sahneye konulan bu operette çok başarılı oldu.
İstanbul’a ilk seyahati 1917’de oldu. Halkımız kendisini beklediğinden fazla bir coşkuyla karşıladı. Harb-i Umumi’de idik. Birçok hayır derneklerinin müsamerelerine katıldı. Bilhassa yangınzedeler ve mâlûl gaziler yararına verilen müsamerelerde büyük tesiri oldu. Cemal Paşa’nın himayesinde Pötişan’da verilen bir müsamerede oynadığı bir perdelik (Vera Viyoletta) opereti bilhassa anmaya değer.
1918’de İzmir’e gitti. Orada da binlerce hayranı vardır. İzmir’den Güney Rusya’ya hareket etti. Brest-Litovsk Muahedesi henüz imzalanmıştı. Ukrayna’nın merkezinde bir iki müsamere vermek istedi. Henüz Kiev’e ulaşmıştı ki Rusya’da “Bolşeviklik başgösterdi”. Kiev’i işgal eden Sovyetler, Miloviç’in şahsi eşyalarını, kumpanyanın zengin dekorlarını yağma ettiler. Hayatları bile tehlikede idi. Güçlükle Kiev’den Odesa’ya geldiler. Odesa henüz Fransızlar tarafından işgal edilmişti. Buradan Dimitri vapuruyla kısa yoldan memleketine gitmek için Köstence’ye geldi. Romanyalılar vapurdan çıkmasına engel oldular. İstanbul yoluyla gitmeye mecbur kaldıysa da İstanbul limanına geldiğinde de İtilaf Devletleri engel oldular. Zor bir durumda kalmıştı.
Geçirdiği maceralar kendisini bedenen yordu. İstanbul’a çıktı, Ada’da bir müddet dinlendi. Bu esnada Almanya ve Avusturya’da Miloviç’i ölmüş zannediyor, gazeteler vefatından bahsederek biyografisini yayınlıyorlardı. İstanbul’da tekrar sağlığına kavuştuktan sonra Miralay Vitelli aracılığıyla Almanya’ya dönüş izni aldı. Altı ay kadar Berlin’de çeşitli operetlerde bulunduktan sonra Güney Amerika’ya gitti. Brezilya, Arjantin, Paraguay’da olağanüstü ilgiye mazhar oldu. Oradan geldiği Paris’te bir ay kadar kaldıktan sonra üçüncü defa İstanbul’a geldi. Halkımız bu sevimli artisti çok sevdi. Temsillerinde bilhassa Çardaş Fürstin, La Bayader, İstanbul Gülü ve Gece Kuşu’nda fevkalade başarılı olmuştur.
Süs Mecmuası
29 Mart 1924 tarihli bu nüshada Miloviç hakkında hayranlık hislerini paylaşan tek yazar olan Fehmi Şükrü’nün yazısı yer alır.
Yakında Mısır ve Atina’ya gidecek olan Kordi Miloviç, Mayıs ayında New York’ta bulunmak üzere bir kontrat imzalamıştır. Görülüyor ki artistlik mesleği o kadar kolay değildir. Biraz askerlere benzerler: Sanat askeri.
Memleketimizden iyi tesirler bırakarak ayrılan Madam Kordi Miloviç’e, hayırlı seyahatler temenni edelim.
Fehmi Şükrü. Süs Mecmuası, No. 43, 29 Mart 1340 (29 Mart 1924)”
Fehmi Şükrü’nün biyografisine, Miloviç’in 1916-1941 arasında dokuz filmde oynadığını ilave etmeliyiz.
1. Dünya Savaşı yıllarında Kalmann’ın Çardaş Fürstin opereti dünya çapında ünlüydü. 19. yüzyılın ortalarından itibaren operetle tanışan İstanbul halkı, Fransız ve İtalyan toplulukların, Ermeni sanatçıların eserlerini hayranlıkla izliyordu. İlk Türkçe operetlerin bestelenmesiyle, özellikle Dikran Çuhacıyan’ın 1875 tarihli Leblebici Horhor eseriyle operet sevgisi geniş kitlelere yayılmıştır. II. Abdülhamid’in Yıldız Sarayı tiyatrosunda zamanın dünya çapında en meşhur sanatçıları sahne almışlardı. Böyle bir seyirci kitlesinin olduğu İstanbul’da Miloviç çok beğenilmiş, sempatik ve eğlenceli sahnesi çok tutulmuştur. Harp zenginlerinin servetlerini akıtacakları bir yer aradıkları zaman diliminde İstanbul’a gelmekle, hovarda ve müsrif vurguncuların bir anda gözdesi olmuş. İstanbul’a gelmeden önce de tanınan, hayran kitlesine sahip bir sanatçıyken para uğruna şahsiyetini küçülteceğine ihtimal vermek zor ama bu yönde tanıklıklar çok fazla olunca insan neye inanacağına karar vermekte zorlanıyor.
İstanbul’a gelmesinden itibaren devlet nezdinde de önem verildiği bazı tanıklıklardan anlaşılıyor. Falih Rıfkı Atay Zeytindağı kitabında Miloviç’in ismini vermeden Tötonya Salonunda sahneye çıkan bir Alman sanatçı olarak bahseder. İzleyiciler arasındaki sarhoş bir Osmanlı subayını eleştiren yazısının Tanin’de yayınlanması üzerine Harbiye Nazırı öfkelense de bu vesile ile tanıştığı Cemal Paşa Falih Rıfkı’yı takdir etmiş, askerlik zamanında da Kudüs’te 4. Ordu karargâhında yanına almıştır. Bu sayede Zeytindağı gibi mükemmel bir eserin ortaya çıkmasında Miloviç’in de payı var diyebiliriz.
Nâzım Hikmet, Miloviç’e oldukça kızgındır. Oyunlarım Üstüne metninde çocuk yaşta farklı gözle izlediği bu ilk operet sanatçısını anlatmıştır: “ İlk opereti yine İstanbul’da Birinci Dünya Savaşı içinde, 915’te sanırsam, seyrettim. Bu bir Avusturya operetiydi. İstanbul’a turneye gelmişti. Baş aktrisi Miloviç adında belki Avusturyalı, belki Macar ama hâlâ gözümün önünde, çok pembe, çok ak, çok sarışın, iri yarı, bıngıl bıngıl bir avrattı. On üç on dört yaşımdaydım. Bizde oğlan çocukları da, kız çocukları da tez erişir. Bu Miloviç’e harp zenginleri beş yüzlük banknotlardan yorganlar diktiler, cıgarasını bin liralıklarla yaktılar. Oysa o sıralarda İstanbul halkı süpürge tohumu unundan ekmek yiyordu. Dört cephede delikanlılar kan revan içinde, aç, çıplak dövüştürülüyordu. Belki bundan dolayı, şimdi bile Çardaş operetinden bir parçayı ne zaman dinlesem bir yandan haykırmak, birilerine sövüp saymak gelir içimden, tepeden tırnağa isyan kesilirim, bir yandan da ateş basar yüzümü…” Kuva-yı Milliye Destanı şiirinde yer alan “Beyaz at gibi bir karı” dizesi kızgınlığının, isyanının hiç dinmediğini gösteriyor.
Kafakağıdı’nda anlattığı kadarıyla Necip Fazıl’ın da ilginç izlenimleri olmuş. Henüz 13 yaşında öğrenciyken Miloviç’i Bahriye Mektebinde verdiği konserde dinlemiş. Okul komutanlığı, Hünkâr Dairesi’nde ağırladıkları Miloviç’in elini, Necip Fazıl’a alafranga usulde öptürerek bir buket çiçek verdirmişler. Miloviç’in Cemal Paşa’nın gözdesi olduğunu söylüyor. Daha ilginci ise pek de iyi hatıralarının olmadığı babasıyla Tepebaşı Tiyatrosu’na Miloviç’i dinlemeye gittiğinde anlattıkları. Babası da Miloviç’in uzaktan uzağa âşıklarındanmış. Hatta küçük Necip Fazıl’a Miloviç’i annesiyle mukayese edip “kadın dediğin Miloviç gibi erkeği cazibesiyle çekmeli” de diyesiymiş. O gün sahnelenen Çardaş Fürstin operetini tek seferde ezberlemiş. Sonradan da bando ve piyanodan dinleye dinleye her harfini hafızasına nakşetmiş. Babası onu yanına oturtur, Çardaş’ı söyletir, kendinden geçmiş bir halde dinlermiş.
Bir dönemin sefahat ortamını anlatan tanıklıklarda, ortak payda Miloviç olmuştur. Her anlatıda yorganına kaplanan yüzlük, binlik banknotlar, binliklerle doldurulan yastıklar, yüzlüklerle, binliklerle sigarasının yakıldığı anlatılmakta. Resimli Gazete’nin adını bilemediğimiz yazarının fantezisi değilse, boynuna asılan altın keselerden uçamayıp Miloviç’in kucağına düşen güvercinler galiba dedikoduların zirvesi.
Hakkında böylesine olumsuz rivayetler olmasına rağmen, Uluğ TTK Belleten’in 149. sayısında, 27 Mart 1928’de Ankara’da Millet Bahçesi’nde Atatürk, İnönü ve cumhuriyet ricalinin önünde Miloviç’in “Kontes Mariça” operetinde oynadığını aktarır. Üstelik derme çatma sinema sahnesinin oyunun yarısında çökmesi ile ağlayarak oyunu bırakan Miloviç’i bizzat Atatürk teselli etmiş ve “Ankara’ya ikinci gelişinizde yeni bir tiyatro binasında temsiller vereceksiniz” diye kendisini tekrar davet etmiştir. Miloviç’in yaşadığı talihsizlik Ankara için bir şans olmuş ve yeni opera binası kazandırma faaliyetine girişilmiş.
Burhan Belge’nin 15 Şubat 1935 tarihli Ulus gazetesinde yazdığı “Miloviç-Çardaş Fürstin-Harp Zengini” üçlemesini tasvir ve tahlil ettiği satırlar bu dönemi en iyi anlatan metin olarak dikkate alınmalıdır:
“…Çardaş Fürstin sade güzel bir operet değil, siyasal bir hatıradır da. Osmanlı İmparatorluğu’nun batması marşı bu hafif operet ve bunun adına adı çok sıkı bir surette bağlı olan Orta Avrupalı bir peri padişahının kızı Miloviç’in şarkıları olmuştur. Çardaş Fürstin’in demek oluyor ki bizler için, bir de renkli masal tarafı vardır. Uç uca dikilmiş yüzlük banknotlardan biçilmiş yatak çarşafları; yüzlük banknotlarla yakılan cıgaralar; şampanya ile doldurulan banyo tekneleri ve böyle daha birçok ucu vagon ticaretine dokunan hovardalık perendeleri, imparatorluğun batışını çevreleyen masal bulutları. Miloviç gelin, böyle bir çeyizle gerdeklere girmiş, gerdeklere girmezden önce de bu türlü gelin hamamlarından geçmiştir. Çardaş Fürstin, bunun içindir ki Osmanlıcaya ilk çevrilen operet mertebesini bulmuştur. Ve uzun yıllar onun oynak şarkıları, tazelerimizin dudaklarını neşelendirmiştir. Bu bakımdan, bu sihirli operet, halkımızın genişçe yığınları arasında batı mızıkasının ilk müjdecisi ve propagandacısı olmuştur. İnsanın hatta Çardaş Fürstin’in faydası olmuştur diyeceği geliyor. Hâlbuki böyle değildir. Ve bir düşününce, bizim, batının ağır ve özlü mızıkasına değil de hafif ve hafifmeşrep havalarına, hele operetlerine karşı olan zaafımızın en büyük kaynağı bu Çardaş Fürstin’dir. Kolay bellenir ve uyuşturucu şarkılarıyla bu operet, ikinci bir Lâle Devri’nin bir başka çeşnide ‘iyş u nûş’ âlemini bir sihirli anahtar gibi kapamıştır. Bütün bir imparatorluk batarken”
KUVAYI MİLLİYE DESTANI’NDAN
Nâzım Hikmet’in Milovic’i: ‘Beyaz at gibi bir karı’
Biz ki İstanbul şehriyiz,
Seferberliği görmüşüz :
Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin,
vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi
bir de İttihatçılar,
bir de uzun konçlu Alman çizmesi
914’ten 18’e kadar
yedi bitirdi bizi.
Mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker
erimiş altın pahasında gazyağı
ve namuslu, çalışkan, fakir İstanbullular
sidiklerini yaktılar 5 numara lâmbalarında.
Yedikleri mısır koçanıydı ve arpa
ve süpürge tohumu
ve çöp gibi kaldı çocukların boynu.
Ve lâkin Tarabya’da, Pötişan’da ve Ada’da Kulüp’te
aktı Ren şarapları su gibi
ve şekerin sahibi
kapladı Miloviç’in yorganına 1000 liralıkları.
Miloviç de beyaz at gibi bir karı.
Bir de sakalı Halife’nin,
bir de Vilhelm’in bıyıkları.