Aynı soydan gelen iki büyük sanatçı, Ömer Elderov ve Âbidin Elderoğlu, geçen ay farklı sergi ve kitaplarla anıldı. Bakü ve İstanbul’da açılan sergilerde, hem bu iki büyük sanatçının işleri hem de benzersiz hayat hikayeleri tekrar hatırlandı. Kaderin bir asırdan fazla bir süre boyunca ayırdığı akrabalar ve sanatın birleştirici gücü.
Bu yazının bu günlerde yazılmasının iki nedeni var. Birincisi, kazandığı ödül ve ünvanlarla ününü daha SSCB zamanında duyurmuş, Azerbaycan bağımsızlığını kazandıktan sonra Bakü’deki Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin kurucu rektörlüğüne atanmış büyük heykeltraş Ömer Elderov’un henüz bir ay kadar önce 21 Aralık 2017 tarihinde 90. yaşını idrak etmesi ve Bakü’deki modern Haydar Aliyev Sanat Merkezi’nde bir sergisinin açılmış olması. İkinci neden ise, bizim ünlü ressamımız Âbidin Elderoğlu’nun İstanbul’da Dirimart Galerisi’nde önemli bir sergisinin açılmasıyla birlikte, ölümünün 45. yıldönümüne rastlayan bu ay içinde galeri tarafından büyük bir kitabıyla geniş kitlelere tanıtılması. Ve aynı soydan gelen bu iki büyük sanatçıyı yıllar sonra biraraya getiren kaderin bağları.
Bu öykü bir efsane ile başlıyor.
Kuzey Kafkasya’da dilleri farklı pek çok halk olduğu bilinir. Halen Dağıstan’da yaşamakta olan halkların en büyüğü Avarlar, ikinci olarak Kumuk Türkleri geliyor. Daha sonra Çeçenler ve daha küçük gruplar. Kumukların bu bölgeye yerleşmelerine dair bir söylence de mevut.
Vaktiyle göçler sırasında bir Kumuk kabilesi, kuzey Hazar Denizi kıyısını dolanıp Kalmukların arasından sızıp Terek Suyu güneyine kendilerini atmışlar. Burada, Derbent civarında yerleşmeğe başlamışlar. Kumukların başında adında bir önder varmış. Bir süre burada tutunduktan sonra yaşlanan Çura, ölümünden sonra durumun bozulabileceği kaygısıyla kendince bir tedbir düşünmüş. Bir gün halkı sahile toplamış ve “Ey ahali, ben şimdi burada suya gireceğim, bir zaman sonra yine çıkacağım. Siz benim çıkmamı bekleyin ve sakın dağılmayın” demiş ve suya atılıp kaybolmuş. Halk da bu vaat ile orada Çura’nın çıkacağını bekleyip durmaya başlamış.
Yine söylentilere ve öykümüzün kahramanlarından biri olan ressam Âbidin Elderoğlu’nun babasından duyduğuna göre, Çura’dan sonra, göçle durumları hırpalanan kabilede yeni yeni gelişen aileler, o sırada reislik eden erkeklerin adı ile anılır olmuş. Yedi oğlu ile kabilede yer alan Elderhan’ın adı da, ilk baba olarak bir aileye lâkap olmuş. Kabilenin Müslümanlığa geçişiyse bir hayli zaman sonraya rastlar.
Elderoğlu, babasından duydukları ile yetinmemiş. Gençliğinde birara ailecek gittikleri Şam’da, Hicaz’dan gelen altı akrabasından ve ayrıca Vrangel ordusunda subaylık edip bozgundan sonra İstanbul’a gelmiş olan başka bir yakınından edindiği bilgilerle ve onlardan aldığı notlarla, ailenin atasının Elderhan olduğunu teyid etmiş.
Bu yarı efsaneden sonra, gerçek bir maceraya geçelim:
Aile, Derbent’in yakın bir köyünde yaşamaktadır. Kafkasya’da Şeyh Şamil’in tutsaklığından sonra devam eden milliyetçi mücadelenin başarısızlığa uğramasıyla, bir kısım halk çaresiz Çar’ın hizmetine girer. Elderoğlu’nun dedesi Vezirhan, oğlu Bayarslan’ı öğrenim için Petrograd’taki askerî okula gönderir. Onun ölümüyle Bayarslan dayısının himayesine girince, Rusya’daki öğreniminden alınıp kendi memleketinde medrese tahsiline devam ettirilir.
Bayarslan çeşitli maceralardan sonra memleketinden kaçmak zorunda kalır ve at sırtında, zaman zaman kayıp atın gövdesinin ardına saklanarak gizlice Batum’a ulaşır. Hopa sınırından Türkiye’ye iltica eder.
Nihayet 30 yaşlarında olduğu bu zamanında İstanbul’a gelip Mizah gazetesi başyazarı olan Dağıstanlı Hacı Murat’ı bulur. Onun yardımı ile Çar’ın takibinden kurtulmak için Bursa’ya gelip Nuri adıyla yeni bir nüfus kaydı alır. Bundan sonra Mısır’a Ezher medresesine gitmek üzere vapurla yola çıkar. Vapur İzmir’e uğradığında 15 gün karantinaya tâbi tutulur.
Bu sırada karaya çıkıp etrafla temas edince, Denizli civarında Dağıstan’dan gelmiş, muhacirler olduğunu öğrenir. Bu fırsattan faydalanıp onları görmeye Akköy’e gider. Burada, memleketinde vaktiyle kendisine hocalık etmiş olan kişinin kızkardeşiyle karşılaşır. Huleymat Hanım’ın üç kızı vardır. En küçüğü henüz bekârdır. Elderoğlu’nun annesi olacak olan bu üçüncü kızı, Bayarslan Nuri Bey’le evlendirirler. Nuri Efendi’nin memleketinde kendisine gerekli olan hayvan eyer takımı yapmaktan ve medresede öğrendiği bilgilerden başka bir işi ve bilgisi yoktur. Burada, bacanağının yanında kuyumculuk ve savat işlemeciliği öğrenir. Çabuk gelişir. Sanatında seçkin hüner gösterir, böylece yaşar gider.
Bu kayıtları tutan Elderoğlu, notlarını “babamdan edindiğim bilgiler bunlar. Kafkasya’da bize Elderovlar derlermiş” tümcesi ile sonlandırıyordu.
★ ★ ★
İşte böyle bir ailenin evladı olarak 27 Nisan 1901 tarihinde Denizli’nin Delikliçınar mahallesi, Menteş sokağındaki bir evde doğan Âbidin Elderoğlu, ilkokul ve idâdiye doğduğu kentte gider. Doğuştan resim yapma tutkusu vardır. Ancak zaman ve zemin resim yapmaya hiç uygun değildir. Hatta günah sayılmaktadır. Önünde bir örnek de yoktur. Rum eczacı İlye Efendi ve Ermeni Kevork Efendi gibi şahısların, daha sonra da aile dostu mühendis Fevzi Kaçalay’ın teşvikleriyle resme yönelir. Beceri ve başarısı görüldüğü için, mezun olduğu okula öğretmen atanır. İdâdi liseye çevrildiği için, Ankara’da verdiği sınav sonucu lise resim öğretmeni olur. Birkaç yıl çalıştıktan sonra daha yetkin olabilmek amacıyla İzmir Öğretmen Okulu’na yazılır. Burada bir yıl kalır ve ertesi yıl İstanbul Öğretmen Okulu’na naklini yaptırır. 1926’da buradan da mezun olur.
O yıl yaz tatiline girerken, öğretmen okulundaki arkadaşlarının yaz kampına katılır. Boğaziçi’nde arkadaşlarının yağlıboya portrelerini yaparken, kamp müdürü şair ve ünlü eğitimci İbrahim Alâettin Gövsa’nın dikkatini çeker. Elderoğlu’nun resme olan düşkünlüğü ve çalışkanlığı görülünce, onun Avrupa’da öğrenime gönderilmesi gerektiği düşünülür. Sonuçta 1930’da Türk Maarif Cemiyeti’nden parasal destek sağlanır. Hedef, sanat merkezi Paris’tir. Önce, Tours kasabasındaki lisan enstitüsünde Fransızca öğrenir, bir yandan güzel sanat okuluna devam eder. Altı ay sonra Paris’e geçerek Académie Julian’da Albert Laurens’ın daha sonra da André Lhote’un öğrencisi olur.
Elderoğlu’nun ileride iyi bir ressam olmasını hazırlayan işte böyle bir süreç. Böyle bir donanımla rahatlıkla akademi hocası da olabilirdi. Ancak o İzmir ve civarında orta öğrenim öğretmeni olmayı yeğlemiştir. Kader kendisine böyle bir yol çizmiştir. Öğretmenlik koşulları içinde yaşamını sürdürürken, ilk dönemde klasik formda eserler üzerinde çalışır. “Ayrılış” adlı büyük boyutlu tablosu, bugün İzmir Müzesi’nde başeser olarak yer almaktadır. Bu dönemde daha çok “S” kıvrımlı, lâle motifli ve yeşil ağırlıklı kompozisyonlarla uğraşmaktadır. CHP’nin 1942’de ressamları Anadolu’nun çeşitli illerine gönderme kampanyası sırasında, onun kısmetine Muş ili çıkar. Araştırmacı kişiliğiyle orada bir keşifte bulunur. Keskin güneş ışığı karşısında gölgeli alanlar çeşitli renklerde olsalar da koyuluk bakımından ayni valörde görünmektedir. Işıklı ve aydınlık alanlarda da açık tonda aynı şekilde bir oluşum gerçekleşmektedir. Elderoğlu bu olguyu 1947-48 yıllarında bir üslup haline getirir ve bir süre iki valörlü resimler boyar.
Yurtiçinde yurtdışında sayısız özel sergi açtı. 1963’te Sao Paolo Bienali’nde onur ödülü, yine aynı yıl Devlet Resim ve Heykel Sergisinde ikinci ödülü, 1965’te Tahran Bienali’nde Şah Büyük Ödülünü, 1972’de Cagnes-sur-Mer ödülünü kazanmıştır. Vefat ettiği yıl, Devlet Resim Sergisi’nin “Başarı Ödülü”ne layık görülür. Müzelerde, özel koleksiyonlarda eserleri vardır. Çağdaş sanat eserlerini toplayan Milano’daki Pagani Müzesi, kendisine özel bir duvar ayırmıştır.
Ne burası onun sanatsal evrimini tüm ayrıntılarıyla anlatmanın yeri, ne de bu iş bizim haddimiz.Evrensel sanat dünyasının soyut resme kayma sürecine paralel olarak, Elderoğlu resminde de çizgilerle başlayan bir değişim ve duyarlılık, onu üstüste başarılara taşımıştır.
Âbidin Bey, Buca Ortaokulu’nda 1948-50 yılları arasında iki yıl süreyle benim de öğretmenim olmuştu. Oran armonisini, perspektif ve pratik uygulamasını, ışık ve renklerin karakterlerini, harmonik uyumu ve kontrast renkleri ondan öğrendim.
★ ★ ★
Kültür anlaşmaları ile Rusya’dan ve bağlı cumhuriyetlerden ülkemize müzik ve sahne sanatçıları gelmekteydi. Elderoğlu’nun CSO üyesi kızı Olcay Sağdıç ve onun eşi olan ben, o sanatçılara “Bu isimde bir sanatçı tanıyor musunuz” diye sorup duruyorduk. Olumlu yanıtlar duysak da, en sağlıklı bilgiyi ünlü orkestra şefi Niyazi Takizade’den aldık: “Nasıl tanımam guzum, ülkemizin en birinci sanatçısı, benim de can dostum” demişti.
Kader beni bir gün Bakü’ye götürdü. Sayın Ömer Elderov’u kolayca buldum. O günlerde sürgünde ölen ve Azerilerin ulusal kahraman bildikleri şair ve oyun yazarı Hüseyin Cavit’in kemiklerini Sibirya’dan getirmişler, onun muhteşem anıtını dikiyorlarmış, Fotoğraflarını çekmek arzumu iletince Ömer Bey kızı Kamila ile beni oraya götürdü, o hummalı çalışmayı izledik. Sonra Fuzuli’nin anıtsal heykelini, Karabağ’ın hankızı şaire Natevan’ın ve konservatuvar önünde kurucu öğretmen Müslim Magomayev’in heykellerini gezdik. Sonrasında devlet mezarlığına gittik. Bizim devlet mezarlığımıza paşalar ve siyasetçiler gömülüyor, onlarınkine sadece sanatçılar ve akademisyenler… Ve herbirinin üzerine anıtsal bir heykel dikiliyor; hiç olmadı, bir büstü konuyor. Başta Üzeyir Hacıbeyli, dede ve torun Magomayev’ler, Vakıf Mustafazade, Niyazi Takizade, Tevfik Kuliev, Raşit Beybutov gibi müzisyenlerin; Settar Behlülzade, Süleyman Rahimov, Şıhali Gurbanov, Süleyman Rüstem gibi yazar ve şairlerin kabirüstü anıtları hep Elderov’un imzasını taşıyor. Ayrıca Haydar Aliyev’in anıtmezarı ve Zarife Aliyeva’nın türbesindeki biri mermerden biri tunçtan iki heykelin sanatçısı da o.
Şimdi de Ömer Elderov’un nasıl yetiştiğine bir göz atalım. Onun doğumu 1927’de Dağıstan’ın Derbent kentinde. En mutlu anlarının, çocukluğunda Derbent’te geçen zamanlar olduğunu anlatıyor. Babasının işi gereği o yıllarda şehirden şehre göç edip durmuşlar. Birçok yer görmüş. Babası Hasan Elderov sanata meraklıymış, tiyatro ile uğraşmış. Ömer Bey altı yaşında iken yetenekli çocuklar için kurulmuş Bakü ressamlık stüdyosuna verilmiş. Onu heykel bölümüne kabul etmişler. Yedi yıl sonra Bakü’deki sanat okuluna girme zamanı geldiğinde, heykel şubesini seçmiş.
2. Dünya Savaşı gelip çattığında, babası Komünist Partisi’nden ayrıldığı için işsizmiş. Ağabeyi cepheye gitmiş, annesi ise hastanede çalışıyormuş. Bu koşullar içinde, oğullarını Leningrad Ressamlık Akademisi’ne yazdırmışlar. Beş gün süreyle soğuk havada, açık vagonda Leningrad’a ulaşmış.
Akademiden mezuniyet işi dokuz figürlü “Genç Muhafızlar” isimli bir kompozisyondur. Kurşuna dizilmek üzere duvar dibine dizilmiş dokuz genç adam. Yüzlerdeki ifadeler, irade, liyakat, onur, korkusuzluk dehşet verici bir ustalıkla işlenmiş. 1951’de bu eseri yarattığında Elderov 24 yaşındadır. Eser, SSCB Ressamlık Akademisi’nin müzesine konur. O tarihten bu yana pek çok yarışma kazanıp pek çok sipariş alan sanatçı, kendine özgü bir dille, yerine göre lirik, romantik, gerçekçi anıtlar, heykeller yapar. Bunlar yalnız Bakü’nün değil, birçok ülke ve şehrin meydanlarını donatır. Bakü’de Türkiye Büyükelçiliği önündeki Atatürk ve Ankara’da Bilkent Üniversitesi’ndeki İhsan Doğramacı heykelleri de onun eseridir.
Elderov, daha SSCB zamanında meşhur olmuştu. Pek çok unvan ve nişan sahibi oldu. Azerbaycan bağımsızlığını kazandıktan sonra Haydar Aliyev onu Güzel Sanatlar Akademisi’ne kurucu rektör olarak atamıştı.
Biz AKM’yi yıkıp yerine çağın çok gerilerinde kalmış Barok üslupta opera binası hayalini kurup duralım, son yıllarda Bakü şehri organik mimarinin doruklarından biri sayılan ultra modern bir yapıya kavuşturuldu: Haydar Aliyev Merkezi. Uluslararası yarışmayı kazanan ünlü mimar Zaha Hadit’in eseri. İşte bu merkezi açma onuru, tek bir sanatçıya verilmişti: Ömer Elderov.
Bir ay kadar önce 21 Aralık’ta, Ömer Elderov’un o merkezde 90. doğumgünü kutlandı ve çok kapsamlı bir retrospektif sergisi açıldı.
★ ★ ★
2011’de Mimar Sinan Üniversitesi, Ömer Elderov’un bir sergisini açmak istemişti. Ömer Bey, serginin Âbidin Elderoğlu’nun resimleri ve hatta benim fotoğraflarımla üçlü bir sergi olmasının daha anlamlı olabileceğini söyledi. Biz bu üçlü sergiyi 22 Aralık 2011 tarihinde “3 Kuşak/3 Bakış” adı altında açtık. Aynı tarihlerde Türk ve Azerbaycanlı öğrencilerin katılımıyla “Gelenekten Geleceğe” isimli uluslararası bir sempozyum da düzenlemişti.
1 Mayıs 2012 tarihinde bu sergi grubunu aynen Bakü’de, onların Eğitim Bakanlığı nezdinde yineledik. Azerbaycan’da bizi ailece çok iyi ağırladılar. Oradaki faaliyetimizi ”Kader Bağları” olarak adlandırmışlardı. Gerçekten de bu olay, kaderin bir asırdan fazla bir süre boyunca ayırdığı akraba fertlerinin sanatın birleştirici gücüyle biraraya gelmesinden başka neydi ki?