Kasım
sayımız çıktı

OSMANLILARDA BAŞ VERMEK, BAŞ ALMAK

İnsan başının gövdesinden ayrılması, tarih boyunca farklı amaçlarla gerçekleştirildi: Aşağılayarak cezalandırmak, ibret vermek, düşmanlara korku salmak, ganimet paylaşımında delil olarak kullanmak, kahramanlığı ispat etmek, birine tehdit mesajı ya da sadakat göstergesi niyetine göndermek bunlardan bazılarıydı. Baş alma geleneğinin Osmanlılarda da zengin bir geçmişi vardı. İmparatorluk tarihi boyunca nice kelleler vuruldu, nice kafalar uçuruldu.

Nîzen (mızrak) üzre kana müstagrak (bulanmış) adûnun kellesi
Benzer ol mevzûn nihâle (ahenkli fidana) kim ucunda var gül.
Hayâlî

Konuşan, düşünen, hüküm veren; duyan, koku alan ve gören: Tüm bedenin ve ruhun başlı başına tezahürü. Eflatun’a göre yuvarlak biçimiy­le âdeta bir küçük kâinat. İnsa­nın en yukarıdaki, en muhterem kısmı, yerinden edildiğinde ona en aşağılık bir son yarattığına inanılan; baş, ser, kafa yahut kel­le… Arkeolojik kazılar sayesinde, en azından Neolitik dönemden beri dünyanın çeşitli bölgelerin­de insan başının bir kült haline gelmiş olduğu biliniyor.

Keltler ve İrlandalılar, sa­vaşta mağlup ettikleri düşman­larının başlarını atlarına asıp evlerine götürüyor, özel bir tah­nit yoluyla kahramanlıklarının göstergesi olarak muhafaza edi­yorlardı. Herodot’un (MÖ 484- 425?) Histories’deki dördüncü bölümde yazdığına göre; Skyth (İskit) halkı savaş meydanın­da öldürdüğü ilk düşmanının kanını bir kupaya koyup içiyor, aldığı tüm düşman kellelerini kralına götürüyordu. Zira gani­metten pay alabilmenin tek yolu savaşta alınan kelleleri hüküm­dara göstermekti. Düşmanının kafa derisini yüzen bir Skyth onu atının dizginlerine asar ve bu deri parçalarının çokluğuna göre şan alırdı. Ayrıca nefret et­tikleri şahsi düşmanlarının ka­fataslarını öküz derisi ve altınla kaplayarak evlerinde şarap ku­pası olarak kullanıyorlardı. Özel konuklarına bu kafataslarının hikâyesini anlatmak onlar için ayrı bir övünçtü. Çin tarihçisi Sima Qian’ın (öl. MÖ 86) kayıt­larına göre, savaştan düşman kellesi ile dönen Hun askerleri birer kupa şarapla taltif edilir ve kazandıkları ganimetleri elle­rinde tutmalarına izin verilirdi.

Sigetvar komutanının kellesi sırığın ucunda Sigetvar müdafilerinin komutanı Zrinski’nin başı bir sırık üzerine geçirilmiş teşhir ediliyor. Zafernâme, Chester Beatty Library. Düşman komutanlarını bu şekilde sergilemek ve düşmana göstererek maneviyatlarını bozmak sık kullanılan bir yoldu.

Roma’da baş kesme, soylu­lara uygulanan bir infaz yön­temiydi ve başların bir sütun üzerinde sergilenmesi âdeti mevcuttu. Ünlü devlet adamı ve hatip Cicero’nun MÖ 43’te ge­len sonu böyle oldu. Bizans’ta -Attila’nın 469’da mağlup edilen oğlu Dengizik’inki gibi- hasım­ların başları zafer nişanesi ola­rak mızrak ucuna takılıp şehirde dolaştırılıyor, Hipodrom’da teş­hir ediliyordu. Benzer bir davra­nışı II. Kılıçarslan, Miryakefa­lon’da gerçekleştirmişti. Sultan, Bizans komutanlarından And­ronikos Vatatzes’in kesik başını bir mızrak ucunda düşman saf­larına göstererek Bizanslıların maneviyatını bozdu (1176).

Dinler arasında bu konudaki en açık hükme sahip olan İslâ­miyet’tir: Savaşta, inkâr edenle­rin boyunlarının vurulması, sağ kalanların esir alınıp karşılık­sız olarak ya da fidyeye muka­bil salıverilmeleri buyrulmuş­tur (Muhammed/4). Bununla birlikte –kan dökmeyi men eden itikatlar hariç tutulursa- tüm din yorumlarının bu uygulama­ya bir şekilde cevaz verdikleri görülür.

İslamî dönem Türk literatü­ründe bazı baş kesme anlatıla­rı yer almaktadır: “Yaşnat kılıç başı üze qaqqıl yar-a” (kılıcının ışıldamasını sağla, kafası kopa­caktır) (Dîvânü Lugâti’t-Türk); “Ozınçı başın kes ay ersig akı” (iftiracının başını kes ey açık el­li) (Kutadgu Bilig, b. 4213); “Ol zamanda bir oğlan baş kesmese, kan dökmese ad komazlar idi” (Dede Korkut Kitabı). Bu kültür Türkçeye bazı deyim ve atasöz­leri ile de yansır: Başından kork­mak (canından kaygı duymak), başını istemek, başını ortaya koymak (ölümü göze almak), başını uçurmak, başı için (ant ve yakarma sözü), baş eldeyken (sağken), baş verip taş verme­mek (canı pahasına savunmak), kelle koşturmak/götürmek (ge­reğinden çok acele etmek), kelle koltukta gezmek (ölümü göze almak), kelle kulak yerinde (gös­terişli), kelle sağ olsun da külah bulunur, ser verip sır verme­mek…

Osmanlılarda kelle almanın geçmişi

Kahramanlık göstergesi ve düş­mana korku salmak için yapılan baş kesme uygulamaları: Os­manlı askerî ve siyasi kültü­ründe, çarpışmada öldürülen düşmanın kellesini almak bir kahramanlık göstergesi ola­rak yorumlanıyordu. Yine savaş meydanlarında düşman kafala­rından tepeler yapmak, mühim bir düşmanın başını mızrağa ta­kıp hasımlara göstermek ve hat­ta bazen kafataslarından kuleler yapmak, yıldırıcı önlemler ara­sında sayılırdı.

Macar Kralı Vladislas, II. Murad’ın tahtından feragat edip yerini 12 yaşındaki oğlu II. Meh­med’e devretmesinden sonra, Haçlıların da teşvikiyle Sege­din Antlaşması’nı ve bir rivayete göre de ettiği dinî yemini bozdu. Bunun üzerine Murad yeni­den ordusunun başına geçmek zorunda kaldı. Haçlılar öncü­lüğünde savaşa giren kral, 500 süvarisiyle yeniçeriler tarafın­dan bir çember içine korunan II. Murad’ın bulunduğu merke­ze saldırmak istemiş, ordugah çevresindeki hendeği göreme­yip çarpışma esnasında bura­ya düşmüştü. Yakalanan kralın akıbeti, başının kesilmesi oldu. Osmanlılar, Macar Kralının ba­şını bir mızrağa geçirdiler. Belki de bununla, kendilerine verilen yeminleri bozanların akıbeti­ni düşmanlarına göstermek is­temişlerdi. Her hâlükârda bu hareket Haçlı birliğinin mora­lini bozdu ve zaferi Osmanlılar kazandılar. Kralın bal dolu bir kapta Bursa’ya gönderilen başı, şehirde donanma atmosferi içe­risinde sergilendi.

Getir başı al maaşı


Kanuni’nin 1566’daki son saferinin ardından Sokullu Mehmed Paşa huzurunda düşmandan kelle getiren askerlere bahşiş ve tımar dağıtılıyor. Minyatürde yazanlar: “Pâdişâh-ı Firdevs-penâh [cennet koruyucusu padişah] intikal itdükten sonra kal’anun fethi müyesser olub, guzât-ı İslâm başlar kesüb, vezîr-i isâbet tedbir [isabetli tedbir sahibi vezir] libâs-ı fâhir ile [iftihar elbisesiyle] istimâlet [gönül almak] içün dîvan kurub baş getürenleri tezkire itdüğidür.” Feridun Ahmed,
Nüzhetü’-Ahbâr, TSM.

1453’te yeni payitahtları­nı ele geçiren Osmanlılar, savaş harabeleri arasında son Bizans İmparatoru XI. Konstantin’in kayserlere mahsus çizmelerin­den tanıdıkları cesedini buldu­lar. Kesilip tahnit edilen başın Osmanlı fethini duyuran fe­tihnâmelerle birlikte Diyâr-ı Rûm’da gezdirildiği, imparato­run ölümüyle ilgili söylenegel­miş çeşitli rivayetler arasında­dır.

Evliya Çelebi (ö. 1684) Se­yahatnâme’de baş kesme kül­türünün kahramanlık ve övünç duygularıyla ilişkisine dair fikir veren bazı hikayeler anlatır. Me­sela üçüncü ciltte yer alan “De­dikoducu tiryakilerin boş sözle­ri” başlıklı hikâyede, afyonkeş­lerden bir güruh Üsküdar’daki Karaca Ahmed Sultan Tekkesi ve Miskinler Tekkesi civarın­daki mezarlıklarda kümelenip çeşitli eğlenceler düzenlemek­tedir. 1649’daki Celalî isyanı­nı bastırmaya giden Osmanlı kuvvetlerinin geçişi sırasında bu “riyakârlardan” biri askerle­re hitaben “Ağa uğurlar olsun ve gazanız kutlu olsun” der. “Bo­lay kim evine oğlanınla bir baş göndereydin”. Bir diğer kafadar, “Ağa sen bunun sözüne bakma ve kendini tehlikeye atma” di­ye atılır. “Bu cenk yerinde baş çok olacaktır. Bir baş satın alup, ehline geçüp bir baş ile var”. Bu söz, düşmandan alınan başların satılığa çıkarılabildiğini ve “kah­ramanlığın” bir raddede satın alınabilir olduğunu düşündürür.

Baş vermeye mahsus saç stili Falnâme, TSM. Alman Seyyah Salomon Schweigger’in 1578- 81 arasında İstanbul’a yaptığı seyahatini anlattığı, Türkçeye Sultanlar Kentine Yolculuk adıyla çevrilen eserinde yazdığına göre; Türklerin hemen hepsi kafalarını kazıtmakta, tepede orta parmak kalınlığında bir tutam saç bırakmaktadır. Sebebini sorduğunda kendisine yapılan açıklama şöyledir: “Savaşçı hasmına yenildiğinde kafasının kesilmesine sıra geldiği zaman düşmanın eli, ekmek yediği ağzına girip kirletmesin, bunun yerine başını bir parça perçeminden tutup atsın.”

Ganimet, ödül ve tımar yük­seltmeleri için delil olarak alı­nan kelleler: En sık görülen ol­gulardan biri de –tıpkı İskitler ve Hunlar gibi- savaşta alınan kellelerin ganimet paylaşımında ve tımar tevcihleri ile yükselt­melerinde bir delil olarak kulla­nılmasıydı. Gaziler, aldıkları kel­le miktarı ile deftere kaydedili­yordu. Bu uygulama, savaşçıları teşvik için bir zorunluluk olarak görülmüştü. Özellikle padişahın katılmadığı seferlerden dönen cengaverler, payitahta beraber­lerinde binlerce düşman başı ile geliyor, bu başlar zaferin nişa­nesi olarak sultana sunulup ge­rekli tevcihler yapıldıktan sonra denize dökülüyordu. Bazen kelle yerine kulak veya şapka alındı­ğı ve bunların denize döküldü­ğü de vâkiydi. Bir de “dil almak” vardı ki, bu “sorgulanmak üzere tutsak almak” demekti.

Osmanlı arşivlerinde konuy­la ilgili en eski belgelerden biri 6 Nisan 1556 tarihli olup “Segir Kalesi altında pusu kurarak baş ve bir diri getiren Selim’e terak­ki [yükseltme] verilmesi” hak­kındadır. 17 Eylül 1739 tarihli hesap defteri, Hotin’de yarala­nan, dil ve kelle getirenlere “mu­tad-ı kadim [eski âdetler] üzere” verilen inam ve bahşişleri kay­deder. Belgrad Muhafızı Musta­fa Paşa’dan başkente gönderilen 3 Mart 1807 tarihli arzda, “Aske­ri teşvik için kelle ve dil geti­renlere elli kuruş verileceğinin ilan olunmasının Fethülislam’ın alınmasında güçlü bir vesile” ol­duğundan bahsedilir. 10 Ekim 1821 tarihli belge, “Askeri harbe teşvik için kelle getirenlere bah­şiş verilmek muktezi [gerekli]” olduğundan söz eder. 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başlarına ait başka belgelerden; dil ve kelle getiren askerlere hil’at giydi­rildiği, başlarına gümüş çelenk takıldığı, on bin zer-i mahbub (adedi 5 kuruş değerinde altın para) dağıtıldığı, bir askerin yev­miyesine 34 akçe zam yapıldığı ve bir nefer için 25 ila 600 kuruş arasında ödül verilebildiği anla­şılmaktadır.

Düşmanı hor görme Fâtih Sultan Mehmed, 1473’te Otlukbeli Savaşı’nda yenilgiye uğrattığı Uzun Hasan’ın bir şehzâdesini esir almış, diğerini ise savaşta öldürmüştü. Atının ayakları altına aşağılanırcasına atılan bu taçlı baş muhtemelen öldürülen şehzâdeye ait. Hünernâme, TSM.

Savaşta baş kesme uygula­malarına son verilmesi, 1828 Osmanlı-Rus Savaşı’na rastlar. İngiliz seyyah Charles Macfar­lane (öl. 1858), Constantinople in 1828 adlı eserinde sürece dair tanıklığına yer vermiştir. Yaz­dıklarına göre Sultan II. Mah­mud, eşiğine kesik kulak ve kelle gönderilmesinden rahatsızlık duyuyor, tutsakların diri olarak getirilmesini, aksini yapanların idam edileceğini buyuruyordu. Seyyah, bu kararın onu medeni Avrupa hükümdarları sınıfına soktuğu fikrindedir.

Yine de bir milletin kadim geleneklerinden bir ferman­la vazgeçmesi beklenemezdi. Cevval askerler sadece böbür­lenmek yahut sırf keyifleri için, başkentten bir talep olmaması­na rağmen kulak veya baş kes­meye devam ettiler. Seyyahın İstanbul’da tanıştığı ihtiyar bir Türk çubukçu, Müslüman ül­kesine saldıran gâvurların böy­lece korunmasını günah olarak yorumluyor, “Ne âlâ!” diyordu; “Artık fırsat buldukça peze­venklerin kellesini kesemeyece­ğiz, Peygamber’in cevaz verdiği üzere onları köle yapamayaca­ğız… İstanbul’a geldiklerinde Sultan onları sarayında ağırla­yacak, kebap ve pilavla besleye­cekmiş!” Gezginin aktardığına göre çubukçu ve arkadaşı yeni buyruk çıkalı beri savaşa gitme­nin keyfi kalmadığından ve bu emri ilk fırsatta çiğneyecekle­rinden dem vurmuşlar. Sultanın bu kararı sadece savaşlar için geçerli olsa da, genel anlamda bu tarihten itibaren baş veya ku­lak kesme vakalarında tedricî bir azalma olduğu düşünülebilir. Bu tür vakaların tüm dünyada nihaî olarak reddedilmesi için İnsan Hakları Evrensel Beyan­nâmesi’ni (1948) beklemek ge­rekecekti.

Sadakat göstergesi olarak gönderilen kesik başlar: Padi­şah bir paşa ya da şehzadesinin emrinde bulunan, hoşlanmadı­ğı bir kulunun kellesini isterse, bu, paşa yahut şehzade için bü­yük bir sadakat sınavı sayılırdı. Bitlis Hâkimi Şeref Han’ın (ö. 1604) Tevârîh’inde yazdığına göre, hissesi sultan tarafından başkasına devredilen Budak Bey taht çekişmeleri esnasında Şeh­zâde Bayezid’in tarafını tutmuş, ondan hoşlanmayan padişah, oğlundan bu adamın başını iste­mişti. Bayezid de babasının bu isteğini yerine getirerek sada­katini ıspatladı. Kapıkulları da zaman zaman sultandan vezir kelleleri ister, benzer bir imti­hana hükümdarın kendisini tâbi tutardı.

Kelle piramitleri Savaşlarda alınan galibiyetin bir nişanesi olarak, geride kalan düşmanların yüreğine korku salmak için düşman kelleleri küçük tepecikler halinde bir araya getiriliyordu. Ön planda 1389’daki I. Kosova Savaşı sonrasında I. Murad’ı hançerleyen Miloş Obiliç’in linç edilmesi tasvir edilmekte. Hünernâme, TSM. Ahmet Yaşar Ocak’ın aktardığı Balkan Hristiyan folkloruna ait bir efsaneye göre, padişahı öldürdükten sonra başı vurulan Miloş eğilip başını yerden aldı ve bugün mezarının bulunduğu Salabanya’ya kadar uçarak geldi.

Tehdit olarak gönderilen başlar: Mühim bir düşmanın ba­şını ele geçiren hükümdar, onu hasmının müttefiki olan bir baş­ka düşmanına gönderirse, bu bir tehdit olarak anlaşılırdı. Mesela Yavuz Sultan Selim, Memlûk­lerle arasında sürekli bir çekiş­me konusu hâline gelen, aynı zamanda anne tarafından de­desi olan Dulkadıroğlu Beyliği Hükümdarı Alaüddevle Bozkurt Bey’i 1515’te yenilgiye uğrat­tı. Savaş meydanında öldürülen dedesinin kesik başını Memlûk Sultanı Kansu Gavri’ye gönder­di. 1510’da Şah İsmail benzer bir biçimde, Merv yakınlarındaki bir savaşta mağlup ettiği Sün­nî Özbek Hanı Şeybek’in başını yüzdürüp, derisini samanla dol­durtmuş ve bir meydan okuma/ tehdit nişanesi olarak II. Baye­zid’e göndermişti. Safevi çağı ta­rihçilerinden Hasan Rumlu’nun (öl. 1577) Ahsenü’t-Tevârîh’te yazdığına göre; Şeybek Han’ın kafatası –İskitlerin yaptığına benzer biçimde- altınla kaplandı ve şahın meclisinde şarap kade­hi oldu.

Asayişi temin için, yüz kızar­tıcı yahut politik suçlara yöne­lik baş keserek yapılan infazlar: Hanedan üyeleri hariç, herhan­gi bir statü farkı gözetmeksizin yaygın bir biçimde, esnek ku­rallar çerçevesinde uygulanırdı. Buna “siyaset” de denir. Rical­den bazıları için boğma şeklinde gerçekleşen idamlardan sonra bile başların kesilip padişaha sunulması sözkonusuydu. Bu “mühim” başlar, Roma uygu­lamalarını andırır biçimde, 18. yüzyıl itibarıyla sarayın birinci avlusunda bulunan ibret taşında veya önemli bir meydanda, yük­selebilecek muhtemel itirazlara cevap niteliği taşıyan bir yafta beraberinde, üç gün gibi bir sü­re boyunca sergilenirdi. Teşhir edilecek baş, kıl torbalar içinde balda bekletilir yahut tuzlanırdı.

Kafa derisinin saç ve sakallar­la birlikte yüzülüp içinin pamuk ya da samanla doldurulduğu da vakiydi. Mühim başlar gümüş bir tepsi içinde, daha önemsiz­leri bir tahta üzerinde teşhir edilirdi.

Baş kesme cezasına çarp­tırılacak olan mahkum önce iç donuna kadar soyulur, kesme işlemi pala veya kılıçla yapılır­dı. Müslüman suçlular öldürül­dükten sonra sırtüstü yatırılır, başları koltukları altına konur; gayrimüslim hükümlülerse yü­zükoyun yatırılıp kafaları gerile­rine bırakılırdı. Başları vurulan bedenler –eğer aileleri cenazeyi satın almazsa- çoğu kez deni­ze atılırdı. Ekseriyetle kapıcı­lar kethüdasının başını çektiği cellatlar, işlerini bir çırpıda bi­tirebilmek için havaya attıkları meyveleri tek hamlede kesme­ye çalışarak talim ederlerdi. Sa­rayın ilk avlusu içinde yer alan cellat çeşmesi, adını kanlı kılıç­larını burada yıkayan infazcılar­dan almıştı.

Tepedelenli’nin kellesi


II. Mahmud’un huzurunda
Osmanlılara karşı bir
bağımsızlık isyanı başlatan
Yanya Valisi Tepedelenli
Ali Paşa, 1822’de Hurşid
Paşa’nın girişimleri
neticesinde öldürüldü.
Kesilen başı İstanbul’a
gönderildi. Peter Johann
Nepomuk, 1860, New York
Halk Ktp.

Paul-Henri Stahl’ın tarihte baş kesme uygulamalarına dair Histoire de la décapitation baş­lıklı araştırmasına göre Osman­lılar, bir infaz yöntemi olarak kafa kesmeyi İranlılar ve Moğol­lardan almış olmalıdır. Yine ona göre bu uygulamayı kabul eden Avrupalılar, olsa olsa Osmanlı­lara karşı bir kısas olarak veya onları taklitle bu uygulamaları benimsemiştir.

Politik suçlar veya hüküm­dara itaatsizlik, kaçınılmaz ola­rak başın gövdeden ayrılmasıy­la sonuçlanıyordu. Osmanlıla­rın dehşetengiz düşmanı Eflak Prensi III. Vlad (Kazıklı Voyvo­da), Fatih’e olan bağlılığını red­dedip aslında bir vampir olduğu söylentilerine yol açacak kadar kanlı uygulamalara girişmişti. Osmanlı akıncıları uzun uğraş­lar sonucunda onu bir baskınla yakalamayı başardılar. Kesilen başı 1476’da Fatih’in huzuruna gönderildi.

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa

Sadrazamlar arasında politik bir suç nedeniyle başı gövde­sinden ayrılmış en meşhur isim belki de Merzifonlu Kara Mus­tafa Paşa’dır. Osmanlı ordusu­nun hedefi Yanık ve Komoron kaleleri iken paşa, Padişah IV. Mehmed’in de rızasını almadan 1683’te Viyana’yı kuşattı. Ya­şanan ağır bozgun sadrazamın sonu oldu. Bir süre daha geri çe­kilmelerin yönetilebilmesi için hayatta bırakılan Merzifonlu, Belgrad’da gelen idam hükmü­nü sükunetle karşılamış, abdest alıp namaz kılmış ve başını ipe tevekkülle uzatmıştı. Boğularak infaz edildikten sonra yüzülen kafa derisi doldurulup İstan­bul’a gönderildi. Vücudu Bel- grad’da, kafa derisi padişahın görmesinin ardından Edirne’de gömüldü. Asıl mezarda kaldı­ğı düşünülen kafatası 1688’de Belgrad’ın ele geçirilmesi sonra­sında Cizvit keşişleri tarafından çalındı ve Viyana silah deposu­na kondu. Bir süre Viyana Şehir Müzesi’nde teşhir edildikten sonra etik tartışmalar netice­sinde depoya kaldırıldı. Bu dö­nemde çalınan Türk kafatasları, Haçlı zaferinin hatırası olarak pazarlanmış, tılsım olarak kul­lanılmış, kale temellerine karıl­mış ve “Türkenpopanz” denilen Türk kemik koleksiyonları orta­ya çıkmıştı.

Aynı akıbete maruz kalan ilginç isimlerden biri de Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa’y­dı (1822). Kesilen başının İs­tanbul’a gönderilmesi padişahı hoşnut etti. Bir süre ayrıntılı bir yafta metni beraberinde teşhir edilen kesik baş, Tepedelenli’nin eski dostları tarafından satın alınıp Silivrikapı dışındaki me­zarlığa gömüldü. Mezar taşına şöyle yazdılar: “Burada Tepede­lenli Ali Paşa’nın başı yatıyor. Yanya valisiydi, elli yıldan fazla Arnavutluk’un bağımsızlığı için çalıştı”.

Osmanlılar bu yaftaları ser­gileme süresi bittiğinde başla birlikte imha ediyor, dolayısıyla bunlar arşivlerde saklanmıyor­du. Ancak Ali Paşa’nın yaftasını İngiltere Elçiliği Kilisesi rahibi Robert Walsh bir yeniçeri vasıtasıyla satın aldı ve 1828’de Vo­yage en Turquie et à Constanti­nople isimli eserinde tıpkıbasım olarak yayımladı. Yafta metni­ne göre Ali Paşa, sarayın bütün uyarılarına rağmen bütün insa­ni ve dinî kanunların aleyhine olarak ihanet edip ölümü hak etmişti.

Kurallar ve kuralsızlıklar

Baş kesme cezaları her zaman belirli bir kurala bağlı olarak uy­gulanmıyordu. 1517’de Yavuz Sultan Selim, Mısır’ın idaresiy­le ilgili bir tartışma sonucunda sözlerine sinirlendiği Veziria­zam Yunus Paşa’nın boynunu bir anlık emriyle vurdurmuş­tu. Gelibolulu Mustafa Âli’nin (öl. 1600) Künhü’l-Ahbâr’da­ki dördüncü rükünde anlattı­ğı bir vaka, bu olgunun en kesif örnekleri arasında anılmaya değer: Rivayete göre 24 Şubat 1528 gecesi Sultan Selim Ca­mii yakınında bir Müslüman’ın evi basılmış, tekmil ev halkı katledilmişti. Ne kadar araştı­rılıp soruşturulsa da suçlulara dair bir ize rastlanamadı. Daha sonra “Padişahın gazabı parlak ateş şeklinde kıvılcımlar sa­çar” denerek, İstanbul’da odun yarma işinde çalışan, suç işle­me potansiyeli taşıdığı düşünü­len çoğu Arnavut asıllı 800’den ziyade insan, çarşı-pazarda ve işlek yollarda boyunları vurul­mak suretiyle katledildi; ulula­ra ve küçüklere dehşet salındı. İyi hâli görülüp salıverilenlerse şehri terk etti, bir süre İstan­bul’da böyle suçlar işlenmedi. Gelibolulu’ya göre bu adamların “bi-hasebi’ş-şer [şer’an] katille­rin icâb ider hâl yoğidi, ammâ nizâm-ı hâl-i âlem ve intizâm-ı ahvâl-i benî âdem içün” katle­dildiler. 3 Kasım 1839’da ilan edilen Gülhane Hatt-ı Hümâyu­nu (Tanzimat Fermanı) ile ilk kez “hiç kimse için yargılanma­dan ölüm cezası verilemeyece­ği” karara bağlanacaktı.

Macar komutanının kellesi vuruluyor Osmanlılara verdiği ahdi ve Segedin Antlaşması’nı bozan Macar Kralı’nın kesik başı Bursa’da bir bayram havasında teşhir edilmişti. Bu minyatürde ise yeniçerilerin bu sahneden etkilendikleri görülüyor. Ya da en azından tasviri yapan nakkaş için baş kesme hadisesi dehşet verici bir şeydi ve bu görüntüyü böyle hayal etti. Hünernâme, TSM.

Osmanlılar ve baş vermek

Osmanlılar, hasımlarının başla­rını koparmakta azimli olduk­ları kadar, kendi başlarını da kutsal saydıkları değerler uğru­na feda etmede oldukça cömert görünürler. Hıristiyan öğretisin­deki Hz. Yahya’nın başının ke­silmesi anlatısı, bu peygambere de iman eden Müslümanlar ta­rafından saygı görmüş olmalı­dır. Kerbela’da Hz. Hüseyin’in şehit olup başının kesilmesi de bu olayla benzeştirilir. Belki de bunların ve bazı tarih öncesi kültlerin etkisiyle, Anadolu’ya yapılan ilk İslâm akınları sıra­sında kesik baş destan ve efsa­neleri Müslümanlar arasında anlatılmaya başlanmış, bun­lar daha sonra Anadolu ve Bal­kanlar’daki Müslüman Türkler arasında da revaç bulmuştur. Konuşan kafalar, başı koptuğu halde kellesini koltuğuna alıp savaşmaya devam eden savaşçı bedenleri… Bütün bunlar Ahmet Yaşar Ocak’ın Türk Folklorunda Kesik Baş başlıklı monografisin­de belirttiğine göre, önce Ana­dolu Hıristiyan folklorundan Türkler’e ve 14-15. yüzyıllarda da geliştirilmiş biçimde tekrar Hıristiyanlara geçmiştir.

Osmanlı tarih yazarı İb­rahim Peçevî’nin (öl. 1649) Târîh’inde Macaristan’daki Grijgal Kalesi kadısının ağzın­dan “Gazilerin kerametleri” baş­lığıyla aktardığı destana göre, Osmanlı kalesi düşman kuvvet­leri tarafından çevrilmiştir. Bir huruç harekâtı düzenleyerek düşmanı şaşırtmak isteyen Os­manlı müdafileri arasında Deli Mehmed namında bir cengâ­ver vardır. Bu savaşçının başı bir düşman süvarisinin dar­besiyle kopar; atlı başı alıp gö­türmek üzereyken Mehmed’in arkadaşı Deli Hüsrev seslenir: “Deli Hüsrev görüb haykırdı di­di/ Ne yatarsın başın aldı gitdi/ Revâdır cânı virdin kıyma başa/ Aceb hal oldu vü özge temâşâ/ İşit bu hikmeti, bu sırrı vü râzı/ Kesük başlu şehîd olan ol gâzî/ Hemân fevri yerinden durdı gel­di/ Eliyle ol lâ’îni urdu çaldı…” Peçevî’nin rivayetine bakılır­sa isimsiz kadı, bu gördükleri­nin gerçek olduğunu yeminlerle kaydediyor.

Kelle getirene verilen ihsanın belgesi


Kavşan’dan (Cauşeni) Boğdan vilayetine hareket eden Kırım hanına karavula
gidip düşmandan dil ve kelle gatirenlere ihsan olunmak üzere ordu hazinesinden on bin aded zer-i mahbub irsali. 25 Nisan 1770 (BOA. AE.SMST. III/13-814).

17. yüzyıl saz şairi Kayıkçı Kul Mustafa’nın nazma getirdi­ği destanda da Genç Osman adlı bir genç IV. Murad’ın Bağdat se­feri için gönüllüler arasına gir­mek ister. Önce reddedilir, sonra muradına erdiğinde şehir surla­rı önünde kahramanca çarpışır ve düşman kılıcıyla başı uçurul­duğu hâlde savaşmaya devam eder: “Bağdad’ın kapısın Genç Osman açdı/ Gören kâfirlerin tedbiri şaşdı/ Kelle koltuğunda üç gün savaşdı/ Şehidlere serdar oldu Genç Osman”.

Alman Seyyah Salomon Schweigger’in 1578-81 arasın­da İstanbul’a yaptığı seyahati­ni anlattığı, Türkçeye Sultanlar Kentine Yolculuk adıyla çevrilen eserinde yazdığına göre; Türk­lerin hemen hepsi kafalarını ka­zıtmakta, tepede orta parmak kalınlığında bir tutam saç bırak­maktadır. Sebebini sorduğunda kendisine yapılan açıklama şöy­ledir: “Savaşçı hasmına yenildi­ğinde kafasının kesilmesine sıra geldiği zaman düşmanın eli, ek­mek yediği ağızlarına girip mur­dar etmeye, bunun yerine bir parça perçeminden tutup ata”. Bahsedilen saç stilinin Osman­lı minyatürlerinde börksüz-sa­rıksız resmedilmiş bazı figürler arasında da oldukça yaygın ol­duğu görülür. Bu saç stili bile tek “başına”, Türklerin başlarını her an padişahları ve dinleri uğruna feda etmeye hazır olduklarının bir ilanı gibidir.

Bugün için ne kadar deh­şet verici olsa da, tarihte başın gövdeden ayrılması hadiseleri, hangi amaçla yapılıyor olursa olsun, gündelik bir durum sayı­lırdı. Şiddetin sıradanlığı elbette korku ve dehşeti tamamen or­tadan kaldırmıyor, tam aksine halka açık infaz ve teşhirler bi­zatihi bu korkuyu kışkırtmaya yönelik olup “ibret-i âlem” için yapılıyordu. Yine de bir şekilde, savaş arabaları insan kafalarıyla dolu halde ülkelerine dönerken, muhtemeldir ki, şehir takları altında sevinç tezahüratlarıyla karşılanıyordu.

Sancak dikmek, baş kesmek


Sigetvar’ın alınması sırasında bir baş kesme sahnesinden detay. Feridun Ahmed, Nüzhetü’l-Ahbâr, TSM. Bir müdafinin en son görmek isteyeceği şey, savunduğu surlara düşman sancaklarının dikilmesiydi, ama daha da kötü ve yıpratıcı olanı orada silah arkadaşlarının kesik başlarını görmekti.

GELİBOLULU ÂLİ’NİN KALEMİNDEN

Çoğu Arnavut 800’den fazla kelle

“24 Şubat 1528 gecesi İs­tanbul merkezinde Sultan Selim Han Camii yakınında gece ile bir Müslüman’ın evi basıldı. Ev halkının evladı ve hizmetkârları topluca katledildi. Bu meselenin halli mümkün olmadı. Her ne kadar dikkat sarf edildi, akıl ve kalple düşünüldü ise de bu konuda bir ipucu bulunamadı. İşin sonunda padişahın gazabı parlak ateş şeklinde kıvılcımlar saçtı. Ko­runmuş İstanbul şehrinde, odun yarmak bahanesiyle sokaklarda dolaşıp duran işsiz güçsüz, hain ve müfsit kötü işlilerin -ki çoğu Arnavut adındaki inatçı kavme mensuptu- hıyanet ve hileleri­nin o tür kötülükler göstermesi mümkündü. Kapılara tembih olunup, mahalleler teftiş edilip araştırıldı. 800’den fazla adamın çarşılarda ve insanların kullan­dığı yollarda boyunları vuruldu. Ululara ve küçüklere dehşet salınıp hıyanet erbabından ge­riye kalanlardan doğruluk eseri gösterenler uğursuz yollarından tövbe ettiler ve nicesi kalmayı kaçmaya değişip Yüce Payi­taht’tan el ayak çekip gittiler. Ondan sonra o türde bir hâl ortaya çıkmadı. Yaramaz ve ser­seri takımından bir zaman daha kötülük, fenalık ve ahlaksızlık görülmedi. Her ne kadar şeriat dolayısıyla katillerini icap eden bir hâl yok idiyse de âlemin niza­mı ve âdemoğlunun intizamı için [yapıldı]. Denilir ki o gibilerin nü­fusu İstanbul sakinlerininkinden fazlaydı” (Sadeleştirilmiştir).

Gelibolulu Mustafa Âlî, Künhü’l-Ahbâr, IV. Rükn, TTK Ktp., nr. Y/546, s. 288b.

EVLİYA ÇELEBİ’NİN KALEMİNDEN

Hacet giderirken saldıran düşmanın sonu

“Bu hakirin bir macerasıdır ki, her ne kadar edep dışı ise de mazur buyrulup af eteği ile örtülüversin. Bu cenkten (Seykel) sonra hacetimi gidermek için etrafta insan yok diye bir gizli köşede şalvarın ucuna yol buldu­rup etek toplayıp tek başıma edebde ihtiyacımı giderirken üst tarafımdan ağaçlık içinden bir çatırtı-patırtı koptu.

‘Âyâ bu da ne ola?’ derken hemen başım ucundaki bir alçacık kayadan bir kâfir kendini can hav­liyle üstüme atıp hakir larkıdak necasetimin üstüne otura vardım. Atım dahi ürküp elimden alarka durdu.

Bu kere aklım başımdan gidip küffâr ile alt üste gelip çakşır don ve uçkur ayak bağı gibi ayağıma dolaşıp üstüm başım bok olup boklu şehit olayazdım.

Allah’a hamd olsun aklım başıma gelip kefere ile Güreşçi Mahmud Pir Veli gibi güreşirken mertlerin himmeti, kefere elime gele düştü.

Hemen hakir dal-hançer olup keferenin bir hançer boynuna ve göğsü üzeri memesine birkaç kere hançer vurup keferenin kellesini keserken üstüm pislik ile boyanmış iken bu kere kızıl kana bulandım.

İster istemez kendimi bokluca gazi görüp güldüm ve üstümün başımın necasetini hançerimle sil­dim ve sonra uçkurumu bağladım.

Onu gördüm ki başımın ucunda kaya üstünden bir yayan yiğit soluyarak, ‘Benim biraderim, o kestiğin kâfiri biz dağlarda ko­valarken can havliyle kendini atıp kellesini sen kestin, ama kellesi benimdir’ deyince hakirin dahi uçkurum elimde iken,

‘Ala şu kelleyi’ deyip bizimle doğmuş küçük biraderimi göster­diğimde,

‘Bre edepsiz âdem’ diye herif kelleden ümidi kesip gidince hemen küffarın o necasetli gümüş düğmeli dolamasını ve çakşırını çıkarırken kemerinde yüz beş Ungurus altını ve bir yüzük ve kırk talar kuruş bulundu.

Bu elbiseleri heybeme koyup, derhâl Hamîs nam atıma binip, kelleyi İsmail Paşa önüne bırakıp, ‘Daima din düşmanlarının dev­letsiz kelleleri böyle yuvarlan­sın’ deyip, el öpüp huzurunda durdum.

Yanımda duran halk necaset kokusundan kaçtılar.

İsmail Paşa ‘Evliya’m ne acep bok kokarsın!’ deyince,

‘Hiç sorma sultanım başıma gelen ahvâli’ diye başıma gelen macerayı bir bir anlattım.

Cümle ağalar o fetih kutla­masında hakire güle güle bî-hoş oldular.

İsmail Paşa dahi çok hoşlanıp hakire elli altın ve başıma bir gümüş çelenk ihsan eyleyip şenlik içinde şenlik yaşadım.

Bu mahalde İsmail Paşa otağı önüne Seykel kâfirinden iki bin yedi yüz kelle ve bin kırk esir gelip tüm esirleri sahiplerine ihsan edip her bir gaziye derecelerine göre bağışlarda bulundu.

Ardından fethedilen taburda yollar açılıp tüm gazilerle Seykel diyarına yollandı”.