İnsan başının gövdesinden ayrılması, tarih boyunca farklı amaçlarla gerçekleştirildi: Aşağılayarak cezalandırmak, ibret vermek, düşmanlara korku salmak, ganimet paylaşımında delil olarak kullanmak, kahramanlığı ispat etmek, birine tehdit mesajı ya da sadakat göstergesi niyetine göndermek bunlardan bazılarıydı. Baş alma geleneğinin Osmanlılarda da zengin bir geçmişi vardı. İmparatorluk tarihi boyunca nice kelleler vuruldu, nice kafalar uçuruldu.
Nîzen (mızrak) üzre kana müstagrak (bulanmış) adûnun kellesi
Benzer ol mevzûn nihâle (ahenkli fidana) kim ucunda var gül.
Hayâlî
Konuşan, düşünen, hüküm veren; duyan, koku alan ve gören: Tüm bedenin ve ruhun başlı başına tezahürü. Eflatun’a göre yuvarlak biçimiyle âdeta bir küçük kâinat. İnsanın en yukarıdaki, en muhterem kısmı, yerinden edildiğinde ona en aşağılık bir son yarattığına inanılan; baş, ser, kafa yahut kelle… Arkeolojik kazılar sayesinde, en azından Neolitik dönemden beri dünyanın çeşitli bölgelerinde insan başının bir kült haline gelmiş olduğu biliniyor.
Keltler ve İrlandalılar, savaşta mağlup ettikleri düşmanlarının başlarını atlarına asıp evlerine götürüyor, özel bir tahnit yoluyla kahramanlıklarının göstergesi olarak muhafaza ediyorlardı. Herodot’un (MÖ 484- 425?) Histories’deki dördüncü bölümde yazdığına göre; Skyth (İskit) halkı savaş meydanında öldürdüğü ilk düşmanının kanını bir kupaya koyup içiyor, aldığı tüm düşman kellelerini kralına götürüyordu. Zira ganimetten pay alabilmenin tek yolu savaşta alınan kelleleri hükümdara göstermekti. Düşmanının kafa derisini yüzen bir Skyth onu atının dizginlerine asar ve bu deri parçalarının çokluğuna göre şan alırdı. Ayrıca nefret ettikleri şahsi düşmanlarının kafataslarını öküz derisi ve altınla kaplayarak evlerinde şarap kupası olarak kullanıyorlardı. Özel konuklarına bu kafataslarının hikâyesini anlatmak onlar için ayrı bir övünçtü. Çin tarihçisi Sima Qian’ın (öl. MÖ 86) kayıtlarına göre, savaştan düşman kellesi ile dönen Hun askerleri birer kupa şarapla taltif edilir ve kazandıkları ganimetleri ellerinde tutmalarına izin verilirdi.
Roma’da baş kesme, soylulara uygulanan bir infaz yöntemiydi ve başların bir sütun üzerinde sergilenmesi âdeti mevcuttu. Ünlü devlet adamı ve hatip Cicero’nun MÖ 43’te gelen sonu böyle oldu. Bizans’ta -Attila’nın 469’da mağlup edilen oğlu Dengizik’inki gibi- hasımların başları zafer nişanesi olarak mızrak ucuna takılıp şehirde dolaştırılıyor, Hipodrom’da teşhir ediliyordu. Benzer bir davranışı II. Kılıçarslan, Miryakefalon’da gerçekleştirmişti. Sultan, Bizans komutanlarından Andronikos Vatatzes’in kesik başını bir mızrak ucunda düşman saflarına göstererek Bizanslıların maneviyatını bozdu (1176).
Dinler arasında bu konudaki en açık hükme sahip olan İslâmiyet’tir: Savaşta, inkâr edenlerin boyunlarının vurulması, sağ kalanların esir alınıp karşılıksız olarak ya da fidyeye mukabil salıverilmeleri buyrulmuştur (Muhammed/4). Bununla birlikte –kan dökmeyi men eden itikatlar hariç tutulursa- tüm din yorumlarının bu uygulamaya bir şekilde cevaz verdikleri görülür.
İslamî dönem Türk literatüründe bazı baş kesme anlatıları yer almaktadır: “Yaşnat kılıç başı üze qaqqıl yar-a” (kılıcının ışıldamasını sağla, kafası kopacaktır) (Dîvânü Lugâti’t-Türk); “Ozınçı başın kes ay ersig akı” (iftiracının başını kes ey açık elli) (Kutadgu Bilig, b. 4213); “Ol zamanda bir oğlan baş kesmese, kan dökmese ad komazlar idi” (Dede Korkut Kitabı). Bu kültür Türkçeye bazı deyim ve atasözleri ile de yansır: Başından korkmak (canından kaygı duymak), başını istemek, başını ortaya koymak (ölümü göze almak), başını uçurmak, başı için (ant ve yakarma sözü), baş eldeyken (sağken), baş verip taş vermemek (canı pahasına savunmak), kelle koşturmak/götürmek (gereğinden çok acele etmek), kelle koltukta gezmek (ölümü göze almak), kelle kulak yerinde (gösterişli), kelle sağ olsun da külah bulunur, ser verip sır vermemek…
Osmanlılarda kelle almanın geçmişi
Kahramanlık göstergesi ve düşmana korku salmak için yapılan baş kesme uygulamaları: Osmanlı askerî ve siyasi kültüründe, çarpışmada öldürülen düşmanın kellesini almak bir kahramanlık göstergesi olarak yorumlanıyordu. Yine savaş meydanlarında düşman kafalarından tepeler yapmak, mühim bir düşmanın başını mızrağa takıp hasımlara göstermek ve hatta bazen kafataslarından kuleler yapmak, yıldırıcı önlemler arasında sayılırdı.
Macar Kralı Vladislas, II. Murad’ın tahtından feragat edip yerini 12 yaşındaki oğlu II. Mehmed’e devretmesinden sonra, Haçlıların da teşvikiyle Segedin Antlaşması’nı ve bir rivayete göre de ettiği dinî yemini bozdu. Bunun üzerine Murad yeniden ordusunun başına geçmek zorunda kaldı. Haçlılar öncülüğünde savaşa giren kral, 500 süvarisiyle yeniçeriler tarafından bir çember içine korunan II. Murad’ın bulunduğu merkeze saldırmak istemiş, ordugah çevresindeki hendeği göremeyip çarpışma esnasında buraya düşmüştü. Yakalanan kralın akıbeti, başının kesilmesi oldu. Osmanlılar, Macar Kralının başını bir mızrağa geçirdiler. Belki de bununla, kendilerine verilen yeminleri bozanların akıbetini düşmanlarına göstermek istemişlerdi. Her hâlükârda bu hareket Haçlı birliğinin moralini bozdu ve zaferi Osmanlılar kazandılar. Kralın bal dolu bir kapta Bursa’ya gönderilen başı, şehirde donanma atmosferi içerisinde sergilendi.
Getir başı al maaşı
Kanuni’nin 1566’daki son saferinin ardından Sokullu Mehmed Paşa huzurunda düşmandan kelle getiren askerlere bahşiş ve tımar dağıtılıyor. Minyatürde yazanlar: “Pâdişâh-ı Firdevs-penâh [cennet koruyucusu padişah] intikal itdükten sonra kal’anun fethi müyesser olub, guzât-ı İslâm başlar kesüb, vezîr-i isâbet tedbir [isabetli tedbir sahibi vezir] libâs-ı fâhir ile [iftihar elbisesiyle] istimâlet [gönül almak] içün dîvan kurub baş getürenleri tezkire itdüğidür.” Feridun Ahmed,
Nüzhetü’-Ahbâr, TSM.
1453’te yeni payitahtlarını ele geçiren Osmanlılar, savaş harabeleri arasında son Bizans İmparatoru XI. Konstantin’in kayserlere mahsus çizmelerinden tanıdıkları cesedini buldular. Kesilip tahnit edilen başın Osmanlı fethini duyuran fetihnâmelerle birlikte Diyâr-ı Rûm’da gezdirildiği, imparatorun ölümüyle ilgili söylenegelmiş çeşitli rivayetler arasındadır.
Evliya Çelebi (ö. 1684) Seyahatnâme’de baş kesme kültürünün kahramanlık ve övünç duygularıyla ilişkisine dair fikir veren bazı hikayeler anlatır. Mesela üçüncü ciltte yer alan “Dedikoducu tiryakilerin boş sözleri” başlıklı hikâyede, afyonkeşlerden bir güruh Üsküdar’daki Karaca Ahmed Sultan Tekkesi ve Miskinler Tekkesi civarındaki mezarlıklarda kümelenip çeşitli eğlenceler düzenlemektedir. 1649’daki Celalî isyanını bastırmaya giden Osmanlı kuvvetlerinin geçişi sırasında bu “riyakârlardan” biri askerlere hitaben “Ağa uğurlar olsun ve gazanız kutlu olsun” der. “Bolay kim evine oğlanınla bir baş göndereydin”. Bir diğer kafadar, “Ağa sen bunun sözüne bakma ve kendini tehlikeye atma” diye atılır. “Bu cenk yerinde baş çok olacaktır. Bir baş satın alup, ehline geçüp bir baş ile var”. Bu söz, düşmandan alınan başların satılığa çıkarılabildiğini ve “kahramanlığın” bir raddede satın alınabilir olduğunu düşündürür.
Ganimet, ödül ve tımar yükseltmeleri için delil olarak alınan kelleler: En sık görülen olgulardan biri de –tıpkı İskitler ve Hunlar gibi- savaşta alınan kellelerin ganimet paylaşımında ve tımar tevcihleri ile yükseltmelerinde bir delil olarak kullanılmasıydı. Gaziler, aldıkları kelle miktarı ile deftere kaydediliyordu. Bu uygulama, savaşçıları teşvik için bir zorunluluk olarak görülmüştü. Özellikle padişahın katılmadığı seferlerden dönen cengaverler, payitahta beraberlerinde binlerce düşman başı ile geliyor, bu başlar zaferin nişanesi olarak sultana sunulup gerekli tevcihler yapıldıktan sonra denize dökülüyordu. Bazen kelle yerine kulak veya şapka alındığı ve bunların denize döküldüğü de vâkiydi. Bir de “dil almak” vardı ki, bu “sorgulanmak üzere tutsak almak” demekti.
Osmanlı arşivlerinde konuyla ilgili en eski belgelerden biri 6 Nisan 1556 tarihli olup “Segir Kalesi altında pusu kurarak baş ve bir diri getiren Selim’e terakki [yükseltme] verilmesi” hakkındadır. 17 Eylül 1739 tarihli hesap defteri, Hotin’de yaralanan, dil ve kelle getirenlere “mutad-ı kadim [eski âdetler] üzere” verilen inam ve bahşişleri kaydeder. Belgrad Muhafızı Mustafa Paşa’dan başkente gönderilen 3 Mart 1807 tarihli arzda, “Askeri teşvik için kelle ve dil getirenlere elli kuruş verileceğinin ilan olunmasının Fethülislam’ın alınmasında güçlü bir vesile” olduğundan bahsedilir. 10 Ekim 1821 tarihli belge, “Askeri harbe teşvik için kelle getirenlere bahşiş verilmek muktezi [gerekli]” olduğundan söz eder. 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başlarına ait başka belgelerden; dil ve kelle getiren askerlere hil’at giydirildiği, başlarına gümüş çelenk takıldığı, on bin zer-i mahbub (adedi 5 kuruş değerinde altın para) dağıtıldığı, bir askerin yevmiyesine 34 akçe zam yapıldığı ve bir nefer için 25 ila 600 kuruş arasında ödül verilebildiği anlaşılmaktadır.
Savaşta baş kesme uygulamalarına son verilmesi, 1828 Osmanlı-Rus Savaşı’na rastlar. İngiliz seyyah Charles Macfarlane (öl. 1858), Constantinople in 1828 adlı eserinde sürece dair tanıklığına yer vermiştir. Yazdıklarına göre Sultan II. Mahmud, eşiğine kesik kulak ve kelle gönderilmesinden rahatsızlık duyuyor, tutsakların diri olarak getirilmesini, aksini yapanların idam edileceğini buyuruyordu. Seyyah, bu kararın onu medeni Avrupa hükümdarları sınıfına soktuğu fikrindedir.
Yine de bir milletin kadim geleneklerinden bir fermanla vazgeçmesi beklenemezdi. Cevval askerler sadece böbürlenmek yahut sırf keyifleri için, başkentten bir talep olmamasına rağmen kulak veya baş kesmeye devam ettiler. Seyyahın İstanbul’da tanıştığı ihtiyar bir Türk çubukçu, Müslüman ülkesine saldıran gâvurların böylece korunmasını günah olarak yorumluyor, “Ne âlâ!” diyordu; “Artık fırsat buldukça pezevenklerin kellesini kesemeyeceğiz, Peygamber’in cevaz verdiği üzere onları köle yapamayacağız… İstanbul’a geldiklerinde Sultan onları sarayında ağırlayacak, kebap ve pilavla besleyecekmiş!” Gezginin aktardığına göre çubukçu ve arkadaşı yeni buyruk çıkalı beri savaşa gitmenin keyfi kalmadığından ve bu emri ilk fırsatta çiğneyeceklerinden dem vurmuşlar. Sultanın bu kararı sadece savaşlar için geçerli olsa da, genel anlamda bu tarihten itibaren baş veya kulak kesme vakalarında tedricî bir azalma olduğu düşünülebilir. Bu tür vakaların tüm dünyada nihaî olarak reddedilmesi için İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi’ni (1948) beklemek gerekecekti.
Sadakat göstergesi olarak gönderilen kesik başlar: Padişah bir paşa ya da şehzadesinin emrinde bulunan, hoşlanmadığı bir kulunun kellesini isterse, bu, paşa yahut şehzade için büyük bir sadakat sınavı sayılırdı. Bitlis Hâkimi Şeref Han’ın (ö. 1604) Tevârîh’inde yazdığına göre, hissesi sultan tarafından başkasına devredilen Budak Bey taht çekişmeleri esnasında Şehzâde Bayezid’in tarafını tutmuş, ondan hoşlanmayan padişah, oğlundan bu adamın başını istemişti. Bayezid de babasının bu isteğini yerine getirerek sadakatini ıspatladı. Kapıkulları da zaman zaman sultandan vezir kelleleri ister, benzer bir imtihana hükümdarın kendisini tâbi tutardı.
Tehdit olarak gönderilen başlar: Mühim bir düşmanın başını ele geçiren hükümdar, onu hasmının müttefiki olan bir başka düşmanına gönderirse, bu bir tehdit olarak anlaşılırdı. Mesela Yavuz Sultan Selim, Memlûklerle arasında sürekli bir çekişme konusu hâline gelen, aynı zamanda anne tarafından dedesi olan Dulkadıroğlu Beyliği Hükümdarı Alaüddevle Bozkurt Bey’i 1515’te yenilgiye uğrattı. Savaş meydanında öldürülen dedesinin kesik başını Memlûk Sultanı Kansu Gavri’ye gönderdi. 1510’da Şah İsmail benzer bir biçimde, Merv yakınlarındaki bir savaşta mağlup ettiği Sünnî Özbek Hanı Şeybek’in başını yüzdürüp, derisini samanla doldurtmuş ve bir meydan okuma/ tehdit nişanesi olarak II. Bayezid’e göndermişti. Safevi çağı tarihçilerinden Hasan Rumlu’nun (öl. 1577) Ahsenü’t-Tevârîh’te yazdığına göre; Şeybek Han’ın kafatası –İskitlerin yaptığına benzer biçimde- altınla kaplandı ve şahın meclisinde şarap kadehi oldu.
Asayişi temin için, yüz kızartıcı yahut politik suçlara yönelik baş keserek yapılan infazlar: Hanedan üyeleri hariç, herhangi bir statü farkı gözetmeksizin yaygın bir biçimde, esnek kurallar çerçevesinde uygulanırdı. Buna “siyaset” de denir. Ricalden bazıları için boğma şeklinde gerçekleşen idamlardan sonra bile başların kesilip padişaha sunulması sözkonusuydu. Bu “mühim” başlar, Roma uygulamalarını andırır biçimde, 18. yüzyıl itibarıyla sarayın birinci avlusunda bulunan ibret taşında veya önemli bir meydanda, yükselebilecek muhtemel itirazlara cevap niteliği taşıyan bir yafta beraberinde, üç gün gibi bir süre boyunca sergilenirdi. Teşhir edilecek baş, kıl torbalar içinde balda bekletilir yahut tuzlanırdı.
Kafa derisinin saç ve sakallarla birlikte yüzülüp içinin pamuk ya da samanla doldurulduğu da vakiydi. Mühim başlar gümüş bir tepsi içinde, daha önemsizleri bir tahta üzerinde teşhir edilirdi.
Baş kesme cezasına çarptırılacak olan mahkum önce iç donuna kadar soyulur, kesme işlemi pala veya kılıçla yapılırdı. Müslüman suçlular öldürüldükten sonra sırtüstü yatırılır, başları koltukları altına konur; gayrimüslim hükümlülerse yüzükoyun yatırılıp kafaları gerilerine bırakılırdı. Başları vurulan bedenler –eğer aileleri cenazeyi satın almazsa- çoğu kez denize atılırdı. Ekseriyetle kapıcılar kethüdasının başını çektiği cellatlar, işlerini bir çırpıda bitirebilmek için havaya attıkları meyveleri tek hamlede kesmeye çalışarak talim ederlerdi. Sarayın ilk avlusu içinde yer alan cellat çeşmesi, adını kanlı kılıçlarını burada yıkayan infazcılardan almıştı.
Tepedelenli’nin kellesi
II. Mahmud’un huzurunda
Osmanlılara karşı bir
bağımsızlık isyanı başlatan
Yanya Valisi Tepedelenli
Ali Paşa, 1822’de Hurşid
Paşa’nın girişimleri
neticesinde öldürüldü.
Kesilen başı İstanbul’a
gönderildi. Peter Johann
Nepomuk, 1860, New York
Halk Ktp.
Paul-Henri Stahl’ın tarihte baş kesme uygulamalarına dair Histoire de la décapitation başlıklı araştırmasına göre Osmanlılar, bir infaz yöntemi olarak kafa kesmeyi İranlılar ve Moğollardan almış olmalıdır. Yine ona göre bu uygulamayı kabul eden Avrupalılar, olsa olsa Osmanlılara karşı bir kısas olarak veya onları taklitle bu uygulamaları benimsemiştir.
Politik suçlar veya hükümdara itaatsizlik, kaçınılmaz olarak başın gövdeden ayrılmasıyla sonuçlanıyordu. Osmanlıların dehşetengiz düşmanı Eflak Prensi III. Vlad (Kazıklı Voyvoda), Fatih’e olan bağlılığını reddedip aslında bir vampir olduğu söylentilerine yol açacak kadar kanlı uygulamalara girişmişti. Osmanlı akıncıları uzun uğraşlar sonucunda onu bir baskınla yakalamayı başardılar. Kesilen başı 1476’da Fatih’in huzuruna gönderildi.
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa
Sadrazamlar arasında politik bir suç nedeniyle başı gövdesinden ayrılmış en meşhur isim belki de Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’dır. Osmanlı ordusunun hedefi Yanık ve Komoron kaleleri iken paşa, Padişah IV. Mehmed’in de rızasını almadan 1683’te Viyana’yı kuşattı. Yaşanan ağır bozgun sadrazamın sonu oldu. Bir süre daha geri çekilmelerin yönetilebilmesi için hayatta bırakılan Merzifonlu, Belgrad’da gelen idam hükmünü sükunetle karşılamış, abdest alıp namaz kılmış ve başını ipe tevekkülle uzatmıştı. Boğularak infaz edildikten sonra yüzülen kafa derisi doldurulup İstanbul’a gönderildi. Vücudu Bel- grad’da, kafa derisi padişahın görmesinin ardından Edirne’de gömüldü. Asıl mezarda kaldığı düşünülen kafatası 1688’de Belgrad’ın ele geçirilmesi sonrasında Cizvit keşişleri tarafından çalındı ve Viyana silah deposuna kondu. Bir süre Viyana Şehir Müzesi’nde teşhir edildikten sonra etik tartışmalar neticesinde depoya kaldırıldı. Bu dönemde çalınan Türk kafatasları, Haçlı zaferinin hatırası olarak pazarlanmış, tılsım olarak kullanılmış, kale temellerine karılmış ve “Türkenpopanz” denilen Türk kemik koleksiyonları ortaya çıkmıştı.
Aynı akıbete maruz kalan ilginç isimlerden biri de Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa’ydı (1822). Kesilen başının İstanbul’a gönderilmesi padişahı hoşnut etti. Bir süre ayrıntılı bir yafta metni beraberinde teşhir edilen kesik baş, Tepedelenli’nin eski dostları tarafından satın alınıp Silivrikapı dışındaki mezarlığa gömüldü. Mezar taşına şöyle yazdılar: “Burada Tepedelenli Ali Paşa’nın başı yatıyor. Yanya valisiydi, elli yıldan fazla Arnavutluk’un bağımsızlığı için çalıştı”.
Osmanlılar bu yaftaları sergileme süresi bittiğinde başla birlikte imha ediyor, dolayısıyla bunlar arşivlerde saklanmıyordu. Ancak Ali Paşa’nın yaftasını İngiltere Elçiliği Kilisesi rahibi Robert Walsh bir yeniçeri vasıtasıyla satın aldı ve 1828’de Voyage en Turquie et à Constantinople isimli eserinde tıpkıbasım olarak yayımladı. Yafta metnine göre Ali Paşa, sarayın bütün uyarılarına rağmen bütün insani ve dinî kanunların aleyhine olarak ihanet edip ölümü hak etmişti.
Kurallar ve kuralsızlıklar
Baş kesme cezaları her zaman belirli bir kurala bağlı olarak uygulanmıyordu. 1517’de Yavuz Sultan Selim, Mısır’ın idaresiyle ilgili bir tartışma sonucunda sözlerine sinirlendiği Veziriazam Yunus Paşa’nın boynunu bir anlık emriyle vurdurmuştu. Gelibolulu Mustafa Âli’nin (öl. 1600) Künhü’l-Ahbâr’daki dördüncü rükünde anlattığı bir vaka, bu olgunun en kesif örnekleri arasında anılmaya değer: Rivayete göre 24 Şubat 1528 gecesi Sultan Selim Camii yakınında bir Müslüman’ın evi basılmış, tekmil ev halkı katledilmişti. Ne kadar araştırılıp soruşturulsa da suçlulara dair bir ize rastlanamadı. Daha sonra “Padişahın gazabı parlak ateş şeklinde kıvılcımlar saçar” denerek, İstanbul’da odun yarma işinde çalışan, suç işleme potansiyeli taşıdığı düşünülen çoğu Arnavut asıllı 800’den ziyade insan, çarşı-pazarda ve işlek yollarda boyunları vurulmak suretiyle katledildi; ululara ve küçüklere dehşet salındı. İyi hâli görülüp salıverilenlerse şehri terk etti, bir süre İstanbul’da böyle suçlar işlenmedi. Gelibolulu’ya göre bu adamların “bi-hasebi’ş-şer [şer’an] katillerin icâb ider hâl yoğidi, ammâ nizâm-ı hâl-i âlem ve intizâm-ı ahvâl-i benî âdem içün” katledildiler. 3 Kasım 1839’da ilan edilen Gülhane Hatt-ı Hümâyunu (Tanzimat Fermanı) ile ilk kez “hiç kimse için yargılanmadan ölüm cezası verilemeyeceği” karara bağlanacaktı.
Osmanlılar ve baş vermek
Osmanlılar, hasımlarının başlarını koparmakta azimli oldukları kadar, kendi başlarını da kutsal saydıkları değerler uğruna feda etmede oldukça cömert görünürler. Hıristiyan öğretisindeki Hz. Yahya’nın başının kesilmesi anlatısı, bu peygambere de iman eden Müslümanlar tarafından saygı görmüş olmalıdır. Kerbela’da Hz. Hüseyin’in şehit olup başının kesilmesi de bu olayla benzeştirilir. Belki de bunların ve bazı tarih öncesi kültlerin etkisiyle, Anadolu’ya yapılan ilk İslâm akınları sırasında kesik baş destan ve efsaneleri Müslümanlar arasında anlatılmaya başlanmış, bunlar daha sonra Anadolu ve Balkanlar’daki Müslüman Türkler arasında da revaç bulmuştur. Konuşan kafalar, başı koptuğu halde kellesini koltuğuna alıp savaşmaya devam eden savaşçı bedenleri… Bütün bunlar Ahmet Yaşar Ocak’ın Türk Folklorunda Kesik Baş başlıklı monografisinde belirttiğine göre, önce Anadolu Hıristiyan folklorundan Türkler’e ve 14-15. yüzyıllarda da geliştirilmiş biçimde tekrar Hıristiyanlara geçmiştir.
Osmanlı tarih yazarı İbrahim Peçevî’nin (öl. 1649) Târîh’inde Macaristan’daki Grijgal Kalesi kadısının ağzından “Gazilerin kerametleri” başlığıyla aktardığı destana göre, Osmanlı kalesi düşman kuvvetleri tarafından çevrilmiştir. Bir huruç harekâtı düzenleyerek düşmanı şaşırtmak isteyen Osmanlı müdafileri arasında Deli Mehmed namında bir cengâver vardır. Bu savaşçının başı bir düşman süvarisinin darbesiyle kopar; atlı başı alıp götürmek üzereyken Mehmed’in arkadaşı Deli Hüsrev seslenir: “Deli Hüsrev görüb haykırdı didi/ Ne yatarsın başın aldı gitdi/ Revâdır cânı virdin kıyma başa/ Aceb hal oldu vü özge temâşâ/ İşit bu hikmeti, bu sırrı vü râzı/ Kesük başlu şehîd olan ol gâzî/ Hemân fevri yerinden durdı geldi/ Eliyle ol lâ’îni urdu çaldı…” Peçevî’nin rivayetine bakılırsa isimsiz kadı, bu gördüklerinin gerçek olduğunu yeminlerle kaydediyor.
Kelle getirene verilen ihsanın belgesi
Kavşan’dan (Cauşeni) Boğdan vilayetine hareket eden Kırım hanına karavula
gidip düşmandan dil ve kelle gatirenlere ihsan olunmak üzere ordu hazinesinden on bin aded zer-i mahbub irsali. 25 Nisan 1770 (BOA. AE.SMST. III/13-814).
17. yüzyıl saz şairi Kayıkçı Kul Mustafa’nın nazma getirdiği destanda da Genç Osman adlı bir genç IV. Murad’ın Bağdat seferi için gönüllüler arasına girmek ister. Önce reddedilir, sonra muradına erdiğinde şehir surları önünde kahramanca çarpışır ve düşman kılıcıyla başı uçurulduğu hâlde savaşmaya devam eder: “Bağdad’ın kapısın Genç Osman açdı/ Gören kâfirlerin tedbiri şaşdı/ Kelle koltuğunda üç gün savaşdı/ Şehidlere serdar oldu Genç Osman”.
Alman Seyyah Salomon Schweigger’in 1578-81 arasında İstanbul’a yaptığı seyahatini anlattığı, Türkçeye Sultanlar Kentine Yolculuk adıyla çevrilen eserinde yazdığına göre; Türklerin hemen hepsi kafalarını kazıtmakta, tepede orta parmak kalınlığında bir tutam saç bırakmaktadır. Sebebini sorduğunda kendisine yapılan açıklama şöyledir: “Savaşçı hasmına yenildiğinde kafasının kesilmesine sıra geldiği zaman düşmanın eli, ekmek yediği ağızlarına girip murdar etmeye, bunun yerine bir parça perçeminden tutup ata”. Bahsedilen saç stilinin Osmanlı minyatürlerinde börksüz-sarıksız resmedilmiş bazı figürler arasında da oldukça yaygın olduğu görülür. Bu saç stili bile tek “başına”, Türklerin başlarını her an padişahları ve dinleri uğruna feda etmeye hazır olduklarının bir ilanı gibidir.
Bugün için ne kadar dehşet verici olsa da, tarihte başın gövdeden ayrılması hadiseleri, hangi amaçla yapılıyor olursa olsun, gündelik bir durum sayılırdı. Şiddetin sıradanlığı elbette korku ve dehşeti tamamen ortadan kaldırmıyor, tam aksine halka açık infaz ve teşhirler bizatihi bu korkuyu kışkırtmaya yönelik olup “ibret-i âlem” için yapılıyordu. Yine de bir şekilde, savaş arabaları insan kafalarıyla dolu halde ülkelerine dönerken, muhtemeldir ki, şehir takları altında sevinç tezahüratlarıyla karşılanıyordu.
Sancak dikmek, baş kesmek
Sigetvar’ın alınması sırasında bir baş kesme sahnesinden detay. Feridun Ahmed, Nüzhetü’l-Ahbâr, TSM. Bir müdafinin en son görmek isteyeceği şey, savunduğu surlara düşman sancaklarının dikilmesiydi, ama daha da kötü ve yıpratıcı olanı orada silah arkadaşlarının kesik başlarını görmekti.
GELİBOLULU ÂLİ’NİN KALEMİNDEN
Çoğu Arnavut 800’den fazla kelle
“24 Şubat 1528 gecesi İstanbul merkezinde Sultan Selim Han Camii yakınında gece ile bir Müslüman’ın evi basıldı. Ev halkının evladı ve hizmetkârları topluca katledildi. Bu meselenin halli mümkün olmadı. Her ne kadar dikkat sarf edildi, akıl ve kalple düşünüldü ise de bu konuda bir ipucu bulunamadı. İşin sonunda padişahın gazabı parlak ateş şeklinde kıvılcımlar saçtı. Korunmuş İstanbul şehrinde, odun yarmak bahanesiyle sokaklarda dolaşıp duran işsiz güçsüz, hain ve müfsit kötü işlilerin -ki çoğu Arnavut adındaki inatçı kavme mensuptu- hıyanet ve hilelerinin o tür kötülükler göstermesi mümkündü. Kapılara tembih olunup, mahalleler teftiş edilip araştırıldı. 800’den fazla adamın çarşılarda ve insanların kullandığı yollarda boyunları vuruldu. Ululara ve küçüklere dehşet salınıp hıyanet erbabından geriye kalanlardan doğruluk eseri gösterenler uğursuz yollarından tövbe ettiler ve nicesi kalmayı kaçmaya değişip Yüce Payitaht’tan el ayak çekip gittiler. Ondan sonra o türde bir hâl ortaya çıkmadı. Yaramaz ve serseri takımından bir zaman daha kötülük, fenalık ve ahlaksızlık görülmedi. Her ne kadar şeriat dolayısıyla katillerini icap eden bir hâl yok idiyse de âlemin nizamı ve âdemoğlunun intizamı için [yapıldı]. Denilir ki o gibilerin nüfusu İstanbul sakinlerininkinden fazlaydı” (Sadeleştirilmiştir).
Gelibolulu Mustafa Âlî, Künhü’l-Ahbâr, IV. Rükn, TTK Ktp., nr. Y/546, s. 288b.
EVLİYA ÇELEBİ’NİN KALEMİNDEN
Hacet giderirken saldıran düşmanın sonu
“Bu hakirin bir macerasıdır ki, her ne kadar edep dışı ise de mazur buyrulup af eteği ile örtülüversin. Bu cenkten (Seykel) sonra hacetimi gidermek için etrafta insan yok diye bir gizli köşede şalvarın ucuna yol buldurup etek toplayıp tek başıma edebde ihtiyacımı giderirken üst tarafımdan ağaçlık içinden bir çatırtı-patırtı koptu.
‘Âyâ bu da ne ola?’ derken hemen başım ucundaki bir alçacık kayadan bir kâfir kendini can havliyle üstüme atıp hakir larkıdak necasetimin üstüne otura vardım. Atım dahi ürküp elimden alarka durdu.
Bu kere aklım başımdan gidip küffâr ile alt üste gelip çakşır don ve uçkur ayak bağı gibi ayağıma dolaşıp üstüm başım bok olup boklu şehit olayazdım.
Allah’a hamd olsun aklım başıma gelip kefere ile Güreşçi Mahmud Pir Veli gibi güreşirken mertlerin himmeti, kefere elime gele düştü.
Hemen hakir dal-hançer olup keferenin bir hançer boynuna ve göğsü üzeri memesine birkaç kere hançer vurup keferenin kellesini keserken üstüm pislik ile boyanmış iken bu kere kızıl kana bulandım.
İster istemez kendimi bokluca gazi görüp güldüm ve üstümün başımın necasetini hançerimle sildim ve sonra uçkurumu bağladım.
Onu gördüm ki başımın ucunda kaya üstünden bir yayan yiğit soluyarak, ‘Benim biraderim, o kestiğin kâfiri biz dağlarda kovalarken can havliyle kendini atıp kellesini sen kestin, ama kellesi benimdir’ deyince hakirin dahi uçkurum elimde iken,
‘Ala şu kelleyi’ deyip bizimle doğmuş küçük biraderimi gösterdiğimde,
‘Bre edepsiz âdem’ diye herif kelleden ümidi kesip gidince hemen küffarın o necasetli gümüş düğmeli dolamasını ve çakşırını çıkarırken kemerinde yüz beş Ungurus altını ve bir yüzük ve kırk talar kuruş bulundu.
Bu elbiseleri heybeme koyup, derhâl Hamîs nam atıma binip, kelleyi İsmail Paşa önüne bırakıp, ‘Daima din düşmanlarının devletsiz kelleleri böyle yuvarlansın’ deyip, el öpüp huzurunda durdum.
Yanımda duran halk necaset kokusundan kaçtılar.
İsmail Paşa ‘Evliya’m ne acep bok kokarsın!’ deyince,
‘Hiç sorma sultanım başıma gelen ahvâli’ diye başıma gelen macerayı bir bir anlattım.
Cümle ağalar o fetih kutlamasında hakire güle güle bî-hoş oldular.
İsmail Paşa dahi çok hoşlanıp hakire elli altın ve başıma bir gümüş çelenk ihsan eyleyip şenlik içinde şenlik yaşadım.
Bu mahalde İsmail Paşa otağı önüne Seykel kâfirinden iki bin yedi yüz kelle ve bin kırk esir gelip tüm esirleri sahiplerine ihsan edip her bir gaziye derecelerine göre bağışlarda bulundu.
Ardından fethedilen taburda yollar açılıp tüm gazilerle Seykel diyarına yollandı”.