Nazi Almanya’sının Avrupa’daki işgali başladığında, İngiltere bu büyük tehdit karşısında yapayanlız kalmıştı. Her an Alman uçaklarını ve Alman istilasını bekleyen İngilizler, Churchill’in liderliğinde son savaşa hazırlandılar. Sovyetler’e saldırının henüz başlamadığı, ABD desteğinin belli belirsiz olduğu 1940 yılının ikinci yarısında, İngilizler tek başınaydı. “En Karanlık Saat” filmi o bunalımlı günleri, Tanju Akad ise gerçekte yaşananları anlatıyor.
İngiltere 1940 Mayıs’ının son günlerinde kendisini birdenbire Nazi Almanya’sı karşısında yapayalnız buldu. Ordusunun ağırlıkları Dunkerk’te bırakılmış, Hitler’in ülkeyi istila etmesinin önündeki tek engel olarak daracık Manş Kanalı ve donanma kalmıştı. Fransa çökmek üzereydi ve Almanlar kanalı geçtikleri takdirde karşılarında tam donanımlı tek bir birlik bulacaklardı: Tümgeneral Bernard Montgomery komutasındaki 3. Tümen.
20 tümenden fazlasına yetecek eğitimli askerleri vardı ama bunların o yıl içinde donatılması olanaksızdı. İstila paniği içerisinde, müzelerdeki silahları bile birliklere dağıtmaya başladılar ama hiçbir şey yetmiyor, yedekler süpürge sopalarıyla talim yapıyordu. Almanya her fetihle Avrupa’nın en gelişmiş fabrikalarını ele geçirirken, İngiltere’nin kaynakları gittikçe azalmaktaydı. Tüm dünya teslim olmalarını veya en azından kıta Avrupa’sında Nazi hâkimiyetini tanıyacak bir antlaşma yapmalarını beklemeye başlamıştı. Sadece İngilizler farklı düşünüyordu.
2 Haziran günü Dunkerk’ten gelen birliklerin çıkarıldığı Dover limanı ile Londra arasındaki yol boyunca muazzam kalabalıklar toplanmış, büyük bir zafer kutlaması yapılıyordu. Ordu, (40 bini esir düşen) 68 bin eksikle de olsa, kurtulmuştu. Gazeteler coşkuyu artırıyor, bayraklar sallanıyor, bandolar askerleri kamplarına uğurluyordu. Durumu gören bir Fransız irtibat subayının söyle mırıldandığı duyuldu: “İngilizler yenilgiyi böyle karşılıyorlarsa, zafer törenlerinde ne yaparlar acaba?”
Aynı gece Churchill odasında dönüp dolaşıyor, ulusa ertesi gün yapacağı sesleniş için en uygun sözleri arıyordu. Savaşlar Dunkerk gibi tahliyelerle kazanılamazdı elbette. Nihayet sekreteri Mary Shearburn’un daktilosu tıkırdamaya başladı. On milyonların zihnine kazınacak olan şu sözler ertesi gün radyoda okunacaktı: “Dermanımız tükenmeyecek, yenilmeyeceğiz. Sonuna kadar gideceğiz. Fransa’da savaşacağız, denizlerde ve okyanuslarda savaşacağız… Bedeli ne olursa olsun adamızı savunacağız. Plajlarda savaşacağız, çıkarma yerlerinde savaşacağız, tarlalarda ve sokaklarda savaşacağız, teperlerde savaşacağız…” ve bir dakika kadar duraladıktan sonra ekledi: “Asla teslim olmayacağız”.
Ve gene aynı gün, dünyanın dört köşesine yayılmış sömürge ve dominyonlardan asker getirilmesi için çalışmalara başlandı. “En kısa sürede Filistin’den sekiz tabur getirmeliyiz” diyorlardı ama istila kısa sürede gerçekleşirse ne onlar yetişebilirdi, ne de Avustralya ve Yeni Zelanda’nın söz verdiği birer tümen. Kanada, ikinci tümenin sevkini hızlandırmayı kabul etmişti ama, söz verdiği 100 bin askeri henüz seferber edip donatamamıştı. Dominyonların yurttaşları uzaklardaki bir savaş için fedakarlık etmeye o kadar da istekli değildi.
İşin aslına bakılırsa, İngiliz halkının küçümsenmeyecek bir kısmı savaşa devam arzusunu taşımıyordu. Enformasyon bakanlığı geniş bir araştırma yaptırmış ve ülkenin bazı bölgelerinde moralin düşük olduğunu ve bir bölümün yüksek kararlılığına rağmen, halkın sadece yarısının tek başına savaşa devam beklentisi içerisinde olduğunu tespit etmişti. İngiltere’nin Hitler’i tek başına yenmesi olanaksız olduğuna göre, teslimiyet değil ama, bir antlaşma yapılması yaygın bir beklenti haline gelmişti. Bu kısa sürede değişecek, özellikle de Temmuz’da başlayacak bombardıman savaş azmini pekiştirecekti.
Hitler birkaç hafta İngilizlerin teslim olmalarını bekledikten sonra bu ülkeyi Luftwaffe ile dize getirmeyi düşünüyordu. Esasen bu sırada Almanlar Fransızların isteksizce hazırladıkları son savunma hatlarını parçalayacak, bu ülkeye kayıtsız şartsız teslim antlaşmasını imzalattıktan sonra İngiltere’ye yakın hava üsleri kuracaklardı. Bu nedenle İngilizlerin kendilerini toparlamak için birkaç haftaları oldu. Bu arada Knickenbein’ı bozacak elektronik tedbirlerini geliştirmeye çalışacak, aynı zamanda Spitfire ve Hurricane avcı uçaklarının üretimini artırmak için deli gibi çalışacaklardı. Keza, Savaş Bakanı Eden her an beklenen Alman paraşütçüleri gözlemek amacıyla haftada en az 10 saat görev yapacak bir Yerel Savunma Gönüllüleri teşkilatı için radyodan çağrı yapınca, 16 ila 60 yaş arasından olması istenen gönüllüler birkaç dakika sonra karakollara gelmeye başlamıştı. Başvurular beklenenin çok üzerindeydi. Yarım milyon kişilik bir güç oluşturulacak, ama çok azına tüfek verilebilecekti. Bunlara, çoğu sopa taşıdıkları için “broomstick army”, yani “süpürge sapı ordusu” adı yakıştırıldı.
Aslında Hitler’in planları hazır olmadığı gibi, istila hazırlıkları henüz başlamamıştı bile. Ancak Avusturya, Çekoslovakya, Polonya, Danimarka, Norveç, Hollanda, Belçika ve Fransa o kadar hızla işgal edilmişti ki, hükümetin de o yöndeki propagandasıyla, İngilizler o yazı Alman paraşütçüleri her an kendi bahçelerine inecekmiş gibi bir beklenti içerisinde geçirdi.
Bu psikolojik ortamda parlamento, sadece iki muhalif oyla, hükümete tüm kişisel hakları askıya alan olağanüstü yetkiler verdi. Görevliler her eve girebilecek, arama yapabilecek, karartmayı denetleyecek, şüphe üzerine tutuklama yapabileceklerdi. Tüm işyerleri ve fabrikalar, taşıt araçları ve banka hesapları da devlet tarafından kullanılabilecekti. Grevler yasaklanmış olup, herkes tatil yapmadan haftada yedi gün çalıştırılabilecekti ki, talihin garip cilvesi, bunu uygulatmak hayatı boyunca 40 saatlik iş haftası için mücadele etmiş olan Çalışma Bakanı Bevin’e düştü. Hitler 9 ay önce Polonya’yı işgal ederek 2. Dünya Savaşı’nı başlatmıştı ama, savaş İngiltere’ye gerçek anlamıyla şimdi gelmekteydi (Buraya meraklısı için bir not düşelim. Uzun çalışma saatlerinin üretimi ciddi şekilde düşürdüğü anlaşılınca bundan hemen vazgeçildi).
1940 Mayıs ve Haziran’ında İngiltere’de olan biri, Londralı çocukların demiryoluyla uzak köylere gönderilmesini izleyebilir, paraşütçüleri şaşırtmak için tüm köy ve sokak tabelalarının ve yol işaretlerinin kaldırıldığını görebilirdi. Ayrıca kıyıdan içerlere doğru sayısız beton mevzi ve tank tuzağı yerleştiriliyor, madenciler kuyulara su basıp dağlara ve tepelere çekilmenin planlarını yapıyordu. Bu direnme eğilimi, Fransa’daki teslimiyetçilikle tam bir tezat oluşturmaktaydı. Bu olayların hemen arkasından “Battle of Britain” adı verilen hava muharebeleri başladı, ama önce Haziran ile Temmuz başındaki İngiliz-Fransız ilişkilerine değinmemiz yerinde olacaktır.
1940 Haziran’ının ilk günlerinde Fransa’nın düşeceği giderek kesinlik kazanırken, Churchill kendi hazırlıklarına zaman kazandırmak için bu ülkenin direnişini uzatmaya, bu arada güçlü Fransız donanmasının Almanlara teslimine karşı tedbir almaya çalışıyordu. Ne var ki Fransızların istediği hava savunma filolarını göndermedi, çünkü bunların İngiltere’nin savunması için elzem olduğu açıktı. Churchill buna rağmen savaşa devam kararını açıklayınca Fransızlar “nasıl” diye sordular, “artık bir ordunuz yok ki”.
Sömürgelere çekilecek Fransız hükümetiyle birlikte savaşa devam umudunu yitiren İngilizler Oran yakınlarında Mers El Kebir’de bulunan Fransız donanmasının Almanlara teslimini önlemek için oluşturdukları bir görev gücünü limanın önüne yolladılar. Fransızlara dört seçenek sunuldu. İngilizlere katılabilir, azaltılmış mürettebat ile enterne edilmek üzere bir İngiliz limanına gidebilir, Karayiplerdeki Fransız limanlarında veya ABD gözetimi altında silahtan arındırılabilir veya altı saat içerisinde kendilerini batırabilirlerdi. Fransızlar hepsini reddedince ateş açıp bazı Fransız gemilerini batırdılar, bir kısmını da kullanılmaz hale getirdiler. 1200’den fazla Fransız denizci öldü ve bu olay iki ülke arasındaki ilişkilerde kapanmayan bir yara olarak kaldı. İngiliz Akdeniz filosu bundan sonra İtalyan donanmasıyla savaşacak ve 11 Kasım’da Taranto deniz üssüne Japonların Pearl Harbour için örnek alacakları başarılı bir baskın yapacaklardı.
Hitler, İngilizlerin inatçılığı karşısında önce şaşırdı, sonra da Luftwaffe bombardımanı başladı. Bununla hem İngiltere’yi teslime zorlamak, hem de bu ülkeyi istila için 16 Temmuz’da hazırlanmaya başlanan “Deniz Aslanı” harekatının önkoşulu olan hava üstünlüğünü ele geçirmek amaçlanıyordu. İşin aslında, 33 tümenle yapılması düşünülen bu operasyon için Almanya’nın elinde gerekli araçlar yoktu ama gene de Fransa’dan Hollanda’ya kadar uzanan limanlarda bazı tekneler toplanmaya başlandı. Royal Air Force (RAF) buna karşı ülkenin güneydoğusuna ağırlık vererek hava savunma sektörleri oluşturdu. Her sektör, radar ve izleme birimleri, sektör kontrol istasyonları ve avcı filoları için üslerden oluşmaktaydı. Ayrıca uçaksavar topçusu vardı.
3 Temmuz ila 10 Ağustos arasında yapılan ön çatışmalarda Almanlar 364, İngilizler 203 uçak yitirdiler. Almanlar bu sırada Stuka pike yer destek uçaklarının burada işe yaramadığını ve kolayca düşürüldüklerini anlayıp bunları geri çektiler. 10 Ağustos günü akınlar ciddi bir şekilde başladı. 13 Ağustos’da yapılan “Kartal Günü”nde (Adlertag) Alman yüksek komuta heyeti, 1000’den fazla uçağın toplanıp Manş’ı geçmesini kıyıdan izlediler. Bu haftalarda günde 2.000’e yakın çıkış yapabiliyor ve İngiltere’nin bunları karşılama gücünün kısa sürede tükeneceğini umuyorlardı.
Ne var ki İngilizler 1940 yılı boyunca 4.283 avcı uçağı imal ederek bu alanda Almanları geride bıraktılar. Her seferinde karşılarında yeni filolar gören Almanlar moral bozukluğuna uğradı. Eylül başında 1000 uçaklık yeni akınlara rağmen direniş azalmadı. Kışın akınlar seyrekleşti ve 1941 baharında filolar Barbarossa harekatı için Rusya sınırına kaydırıldıkça İngiltere Hava Muharebesi söndü. Bu dönemde iki taraf da çok abartılı iddialarda bulundular. Buna göre 2.968 Alman ve 3.058 İngiliz uçağı düşürülmüştü. Gerçekte İngilizler 915, Almanlar 1.733 uçak yitirmişlerdi (Farklı sayılar vardır ama hepsinde mertebe aşağı yukarı aynıdır). İngiliz havacıları Almanları püskürtürken, kara orduları da yeniden donatıldı. Ne var ki bu arada Londra çok büyük zarar görmüştü.
Londralılar “blitz” adı verdikleri bombardıman günlerinde ya metro istasyonlarında yaşıyor, ya da evlerinin bahçesine gömdükleri “Anderson shelter” adı verilen basit sığınaklara iniyorlardı. Gece bombardımanlarında sirenler, ışıldaklar, uçaksavarların baraj ateşi, bomba patlamaları, itfayecilerin umutsuz çalışması ve yangınlara rağmen bir süre sonra kulaklarını bile tıkamadan uyumaya alıştılar. Gündüz ise kimileri dışarıya çıkıp uçakların it dalaşını ve havada bıraktıkları izleri seyre dalıyordu.
Sadece 7 Eylül ile 13 Ekim arasında Londra’ya 13.651 ton HE (patlayıcı) bomba ve 12.586 yangın bombası atıldı. Birçok evin yanısıra önemli tarihî eserler de yıkıldı. İtfaiye çaresiz kaldı ve kentin her yerine su depoları yapılması kararlaştırıldı. En önemli sorun halkın moraliydi ve kısa sürede kontrol altına alınan bir olay hariç, herhangi bir yerde panik çıkmadı. İngilizler ileride büyük Alman kentlerini yerlebir ederek intikamlarını alacaklar, ama onlar da Almanların direniş azmini yıkamayacaklardı. Orada Gestapo İngiliz bombardımanında yılgınlık gösteren veya yağmacılık yapanları derhal öldürecek veya çalışma kampına gönderecekti.
Bombardımanın yükünü Londra çekti ama simge kenti (İspanya’daki Guernica gibi) Coventry oldu. Aslında Londra’nın acıları İngiltere’nin kurtuluşu anlamına geliyordu; şöyle ki, Almanların radar ve hava üslerine saldırıları sürerken İngiliz Bombardıman Komutanlığı 80 uçaklık bir akınla Berlin’i bombalayınca öfkeye kapılan Hitler hedefi Londra’ya çevirdi. Bu da İngiliz Avcı Komutanlığı’nın (Fighter Command) nefes alıp kendisini toparlamasını sağladı. Radarlar ve üsler kısa sürede yeniden tam kapasite çalışmaya başladı.
Bombaların altındaki İngiltere için en kritik mesele Rusya ve ABD’nin Hitler’in Avrupa hakimiyetini kabul ederek Almanya ile antlaşmaya varmalarıydı. Bu nedenle kapsamlı bir çalışmaya girdiler. ABD’yi savaşa devam edeceklerine inandırmak, özellikle 1940 yazında öncelikli iş olarak ele alındı. Roosevelt ve çevresi, İngiltere’ye verecekleri gemilerin olası bir teslim antlaşmasıyla Almanya’nın eline geçmesinden endişe duyuyorlardı. ABD’deki propaganda işlerini yönetmek üzere eski savaş kahramanı, Kanada doğumlu çok zengin bir sanayici olan William Stephenson’u New York’taki istihbarat bürolarının başına getirdiler. Göstermelik işi Pasaport Kontrol Dairesi başkanıydı ama, görevi Almanları gözden düşürmek, izolasyonist politikacıları ikna etmek, ABD’deki İngiliz çıkarlarını ve sipariş edilen savaş malzemesini korumaktı. Bu iş için şantaj, suikast, propaganda, sahte belge kullanma dahil her şeyi yapmaya hazırdı. Stephenson ayrıca Kongre üyelerine sahte bir Alman haritası verip, bunu onların Latin Amerika ülkelerini ele geçirme planı olarak sunmuş ve Amerikan halkının savaşa bakışıyla ilgili kamuoyu araştırmalarını etkilemeye çaba göstermişti. Ayrıca Almanların Avrupa’da yaptıkları zulümle ilgili birçok fotoğraf ve belgeyi el altından basına dağıtıp yayımlanmasını sağlamıştı. Kuşku yok ki Stephenson tüm bu işleri ABD yönetiminin örtülü desteği olmadan yapamazdı. ABD savaşa girinceye kadar Roosevelt biraz da bu sayede yardım için bazı girişimler de bulnabilmişti.
Savaşın ikinci yılına girerken İngiltere büyük bir mali sıkıntı içerisindeydi. En gerekli malzemelerin alınması için bile haftalık kotalar konulmuştu. Denizaltı savaşı da yoklukları artırıyor, her batan gemi İngiliz ticaret filosunu daha da azaltıyor, inşa edilen gemi tonajı bazı aylarda batanları karşılayamıyordu. Alman işgaline giren ülkelerin gemilerinin bir kısmının İngiliz donanmasına ve ticaret filosuna katılması bir süre rahatlık sağladı ama çözüm değildi. Roosevelt destek vermek istemekle birlikte, izolasyonist baskıyı kırmakta zorlanıyordu. Eylül ayında 50 adet eski, ama işe yarar durumda destroyeri İngiltere’ye vererek konvoy korumasına çok önemli bir katkı sağladı. Bunların karşılığını da parayla değil, İngiltere’nin Atlantik’teki bir dizi üssünü 99 yıllığına kullanma hakkı şeklinde aldılar. Danimarka sürgün hükümeti ile Grönland’ın kullanılması için ve ayrıca İzlanda ile antlaşmalar yapılarak konvoy refakatçılarına üs olanakları sağlandı.
Nihayet 1941 Mart’ında Roosevelt “Land Lease” adı verilen bir programı Kongre’den geçirerek İngiltere’ye yardımı sistemli hale getirdi. Bu kanun, başkana gerekli gördüğü herkese istediği her malzemeyi satma, imal etme, ödünç verme, transfer, kiralama veya takas etme olanağı sağlıyordu. Bu tarihten itibaren İngiltere, bedeli savaştan sonra ödenmek üzere doğrudan ABD hükümetine sipariş vermeye başladı. Hükümet bunları kendi hesabına imal ettirip İngiltere’ye ve sonra da Rusya’ya gönderdi.
Rusya’ya gelince… İngiltere bu ülkenin Almanya ile ittifakı yenilemesinden korkuyordu. Esasen savaş 1939 Ağustos ayında yapılan Ribbentrop-Molotov antlaşması sayesinde başlamış, Stalin Baltık ülkelerini işgal ve Doğu Avrupa’yı paylaşma hırsıyla Hitler’in saldırganlığını mümkün kılmıştı. Sonbahardan itibaren, Hitler “Deniz Aslanı” adı verilen İngiltere’yi istila planını rafa kaldırırken, İngiliz istihbaratı Rus sınırına yapılan yığınakla ilgili bilgileri toplayarak Ruslara bildirmişti.
Ne var ki Stalin, Hitler’e karşı son derece titiz bir yatıştırma politikası yürütüyordu. Alman yığınağını Hitler’in yeni bir nüfuz alanı paylaşımı isteğine yordu. İngilizlerin yolladığı istihbaratı da Almanya ile ilişkilerini sabote etmeye yönelik bir komplo olarak değerlendirdi. Sonuçta, Almanya 1941 yılının 22 Haziran günü Rusya’ya vargücüyle saldırınca, Rus birlikleri yeni bir tertiplenmenin ortasında yakalanarak perişan oldular. Ama artık İngiltere karşısında yalnız değildi. Bir süre sonra ABD de savaşa girince, iki ülke Rusya’yı ayakta tutarak Alman gücünü yıpratması için ciddi bir yardım göndermeye başladılar. 1944 yazında Fransa’da ikinci bir cephe açılıncaya kadar büyük muharebeler Rusya’da cereyan edecek, Anglo-Amerikan güçleri mihver ordularıyla Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz’deki tâli cephelerde karşı karşıya geleceklerdi.
EN KRİTİK YIL: 1940
ALMANYA’YA KARŞI, SONUNA KADAR…
KEREM YALÇINER
Mayıs 1940’ta, Nazilerin Fransa taarruzu sırasında Britanya parlamentosu çalkalanmaktaydı. Anthony McCarten’ın senaryosunu yazıp John Wright’ın çektiği “Darkest Hour” (En Karanlık Saat), muhaliflerin yıkıcı eleştirileri karşısında istifa etmeye zorlanan Başbakan Chamberlain’in ve azınlıkta kalan hükümetinin çaresizliğiyle başlıyor. Hemen ardındaki sahnede Chamberlain’in yerine gelmesi muhtemel olarak düşünülen Vikont Halifax’ı görüyoruz. Ülkesini Nazilere teslim edecek başbakan olarak anılmak istemediğini belirtip kapalı kapılar ardından bu işi üstlenecek tek bir ismi gösteriyor. Bu isim Britanya tarihindeki başarısızlıklarına, mensubu olduğu Muhafazakar Parti’nin çoğunluğunu oluşturan hasımlarına ve Kral 6. George’un da aralarında bulunduğu barış yanlısı kanada rağmen mağlubiyeti göğüsleyeceği düşünülen Winston Churchill’dir.
Nazi tehdidi Birleşik Krallığın üzerine çökmüşken, 200 bin Britanya askeri Dunkerk’te pusuya düşürülmüşken, Churchill bütün ipleri eline alır. Ülkenin yazgısı onun kararına kalmıştır. Film, savaş süresince seçeneklerin gittikçe azaldığı, İngiltere’nin kaderinin çizildiği bu 20 güne odaklanıyor. Yönetmen Joe Wright, Gary Oldman tarafından ustaca canlandırılan Churchill’le, biyografinin ötesinde bir portre sunuyor.
Churchill, kendi partisinin ve yakın çevresinin bile “en azından günde iki kere doğruyu gösteren saatle” özdeşleştirdiği bu yalnız adam, 31 yıllık hayat arkadaşı Clementine’ın da desteğiyle ülkesinin özgürlük ve bağımsızlık ideallerini savunacak güce erişmek için yüzünü Britanyalılara doğru çevirir. İşte tam bu noktada, yorulmak bilmez sekreteri Elizabeth Layton’ın da yardımlarıyla o ünlü söylevini okur ve “en karanlık zamanlarında” bütün halkı yekvücut savaşa çağırır: “Sonuna kadar savaşacağız. Fransa’da savaşacağız, denizlerde ve okyanusta savaşacağız, göklerde savaşacağız, her ne pahasına olursa olsun adamızı savunacağız. Kıyılarda, tarlalarda, sokaklarda, tepelerde savaşacağız, asla teslim olmayacağız”.
Filmin son sahnesinde Churchill söylevini tamamlamış, bütün parlamentoyu konuşmanın heyecanıyla yerle yeksan etmiştir. Bu sırada Muhafazakar Parti sıralarında usulca konuşmakta olan iki kişiyi görürüz. Onlardan biri “ne oldu?” diye sorar. Diğeri Churchill’in ezeli rakibi Vikont Halifax’tır ve soruya şöyle cevap verir: “İngiliz dilini seferber edip savaşa yolladı”. Filmde Halifax’a söylettirilen bu cümle, 1963’te ölümünden yedi ay önce Başkan Kennedy tarafından Churchill’e fahri Amerikan vatandaşlığı verildiği sırada sarfedilmişti. Ama sözler Kennedy’ye de ait değildi; 1954’te Amerikalı gazeteci Edward R. Murrow tarafından söylenmişti.