Kasım
sayımız çıktı

Türk resminde 3 büyük usta…

Cumhuriyet döneminin önde gelen üç ressamı, yaklaşık 25’er yıl arayla doğdular, birbirinden kıymetli eserler ortaya koydular. Bu benzersiz dönemin tanığı, üç ünlü ressamın da dostu Ozan Sağdıç, dünden bugüne her dem taze kalacak sanatçıları anlattı.

FEYHAMAN DURAN

Foto muhabiri olarak çalışmaya başladığım Hayat dergisi önce kahverengiye çalan bir mürekkeple basılan tek renkli bir dergiydi. Sanrım bu teknik elemanlarımızın tifdruk baskı tekniğine alıştırılma süreciydi. Zaten renkli fotoğraf çekimi de pek yaygın değildi; matbaa baskısına uygun renk ayrımı da mekanik yollarla yapılan çapraşık bir işti. Ama o tek renk nefis baskılar, derginin orta sayfalarında verilen resim ve fotoğraflar, kahvehane duvarlarını süsleyen eski taşbaskısı levhaların yerini almaya başlamıştı. 


Aldığım aylık, asistanlık maaşı mıydı neydi, çok alçakgönüllü bir şeydi. Ama dikkat ettim, fotoğrafım arka sayfada ya da orta sayfada yayınlanmış ise 50 lira gibi bir prim veriliyordu. Orta sayfa derginin tam orta yerinde ya, ona “göbek” diyorduk. Diyelim ki o ay, orta sayfada iki kez benim minarelere tırmanıp çektiğim İstanbul panoramalarından ikisi yayınlanmış, yüz lira prim almışım; şakayla “bu ay mecmuaya iki göbek atmışım” diyordum. Sözünü ettiğim zaman 1956-57 yılları… 

Günü geldi, dergi renkli yayına geçti. Önce göbek sayfasında ünlü yabancı ressamların tablolarından röprodüksiyonlar gelip oturdu. Çağdaş ve soyuta çalan resimler iş yapmaz kaygısıyla revaçta değildi. Elbette “adamı adam, manzarayı manzara gibi gösteren” klasik resimler seçiyordu. İyi de, bizim ekmek elden gidiyor, ne yapmalı? Topkapı Sarayı’nın resim koleksiyonu ilkyardım için can simidi. Padişah portreleri, tarihî tablolar birebir gereksinime yanıt. O seksiyonun başında, aynı zamanda restoratörlük de yaptığını sandığım -ışıklar içinde yatsın- Abdullah Çizgen diye bir insan var. Yıllar sonra tanıyıp arkadaş olacağım Gültekin Çizgen’in babası. İşte o Abdullah Amca bana yol gösterici oldu; “şunun resmini çek, bunun resmini çek” diye müzedeki eserlerin fotoğraflarını çektiriyordu. Gültekin’e “Rahmetli sık danıştığım bir ağabey niteliğindeydi, ona sordum. Eliyle yönünü gösterip, “üstadın evi şuracıkta, dümdüz git bulursun” dedi. Süleymaniye istikametinde, Beyazıt semtinde, atölyesi de içinde olan evinin kapısını çaldım. 

BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU

Eşi Güzin Duran da ressamdı. Allah için, benim gibi genç, ama heveskâr olduğu belli toy bir delikanlıyı çok güzel ağırladılar. Oraya gittiğimde, zamanın ünlü kişilerinden birisi vardı bir iskemlede oturan, ressamın şövalesinde onun yarı yarıya yapılmış portresi duruyordu. Anlaşılan bir seans daha çalışılacaktı, ara vermişlerdi. 

O toparlanıp gidinceye kadar bir süre beklemiş, bu arada atölyenin orasına burasına bakarak iyiden iyiye gözden geçirmiştim. Birkaç tablonun renkli fotoğrafını çektim. Üstad “Elde olan bunlar, ama benim resimlerimin çoğu ya müzede, ya resmî dairelerin şurasında burasında, ya da şahıslara dağılmış durumda” demişti benden özür dilercesine. Tablo röprodüksiyonları ile yetinmedim, kendi arşivimde olsun diye, sanatçımızın portrelerini ve atölyesindeki özel hayatından siyahbeyaz fotoğraflar da çektim. 

Başkasını pek anımsamıyorum ama kesin bildiğim, Feyhaman Duran’ın mavi renkli bir koltuğa oturmuş Güzin Hanım’ın modelliğini ettiği pastelle boyanmış bir resmi Hayat dergisinin orta sayfalarından birini süslemişti. 

Ne iyi etmişim de, onların yaşamından özel fotoğraflar da çekmişim. Bakın, altmış yıl önce çektiğim fotoğraflar, üstadın büyük anma sergisi (Sabancı Müzesi’nde 30 Temmuz’a kadar) dolayısıyla tarihî birer vesika olarak ilk kez bu satırların yazıldığı #tarih sayfalarında gün yüzüne çıkıyor. 

★ ★ ★ 

1886 doğumlu Feyhaman Duran’dan sonra, 25 yaş farkıyla 1911 doğumlu ikinci kuşak ressamımız Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan (onun sergisi de Ankara’da, Cer Modern’de 7 Nisan’da açılıyor) söz edelim. 

1950’li yıllarda ben henüz lise öğrencisiyken, her daldaki sanatçıları merak eder, onları birebir tanımak isterdim. İstanbul’da sadece iki-üç resim galerisi vardı. Oralardaki etkinlikleri kaçırmamaya çalışırdım. Tanışıp söyleşmeye pek cesaretimiz yoktu ama, o ortamlarda onları izlemek ve aralarındaki konuşmalara kulak misafiri olabilmek bile bize mutluluk veriyordu. 

DEVRİM ERBİL Her fotoğrafçıya nasip olmaz Yazarımız Ozan Sağdıç, yaklaşık çeyrek asır arayla doğan üç büyük ressam Feyhaman Duran, Bedri Rahmi ve Devrim Erbil ile hem tanışma şansına erişmiş, hem de onları fotoğraflamayı başarmıştı. 

Bedri Rahmi popüler bir kişiliğe sahipti. Onun İstiklâl Caddesinde Tünel’e yakın bir yerdeki Narmanlı Yurdu’nun avlusunda bir galerisi olduğunu duymuştum. O kadar sıcakkanlıydı ki, hemen ahbap oluverdik. Yazının ilerleyen satırlarında değineceğimiz Devrim Erbil onun öğrencisi olunca, dostluğumuz günden güne yükseldi. 

Bedri Bey ressam olduğu kadar şairdi de. Bakış açısına göre değişir. Edebiyat ehline soracak olsan, belki “şair olduğu kadar da ressamdı” diyebilirlerdi. O yıllarda onun satın aldığım ilk şiir kitabı Tuz adını taşıyordu. 

Genel bir tanımlama yapılacak olursa derim ki, Bedri Hoca’nın gerek ressamlığında gerek şairliğinde temel taşı halk sanatı idi. İlhamını yazmalardan, kilimlerden, üzerlik askılarından, ozanların deyişlerinden, türkülerden aldı. Onları kendi üslubuna uygun bir biçimde stilize edip yorumladı. Ayrıca Sabahattin Eyüboğlu gibi, başta Köy Enstitülerine emeği geçmiş çok yönlü bir eğitimcinin, kültür insanının kardeşi olması onun oluşumuna ciddi katkılar sağlamıştı. Yerelliği yanında sözü, sohbetiyle çok sevildi. Aşık Veysel’i ilk kez o iki kardeş sayesinde dinlemiştim. Adı sanı unutulmuş, unutturulmuş yıllarda Ruhi Su türkülerinin Sabahhattin Bey’in evinde özel olarak sarma banda doldurulmuş kopyasını onlar bana vermişti. 

Ressam çift Ozan Sağdıç genç bir gazeteci olarak kapılarını çaldığında, Güzin- Feyhaman Duran çifti onu iyi ağırlamakla kalmamış, ileride tarihi belge niteliği kazanacak özel yaşam pozları da vermişti. 

Devrim Erbil onun öğrencisi olduğu sıralarda, hocanın Narmanlı Yurdu’ndaki yeri galeri kimliğini korumakla birlikte daha çok bir üretim atölyesine dönüşmüştü. Çünkü o tarihlerde akıllı biri, eski şişeleri, kırık camları kumla karıştırıp eriterek çeşitli renklerde baklava dilimi büyüklüğünde karecikler halinde döküp pazarlamayı akıl etmişti. O zaman inşa edilmiş binalar “betebe” denilen bu malzemeyle kaplanır olmuştu. Bedri Bey daha da keskin bir akıllılık örneği verdi. O karecikleri daha küçük parçacıklara ayırıp, onları resimsel mozaik malzemesi olarak kullanmaya başladı. Sirkeci’deki Doğubank işhanının yan cephesi, Unkapanı Manifaturacılar Çarşısı blokları başta olmak üzere bazı binalar hocanın mozaik resimleri ile süslenir oldu. Örnekler arttıkça, bunlar Ankara’ya ya da yurtdışına da taşmaya başladı. Brüksel’deki dünya fuarında ya da NATO genel merkezindeki devasa panolar… 

Ben o tarihlerde, başlangıçta İstanbul Umum Fotoğrafçılar Derneği kâtibiydim. İşimin merkezi Osmanbey’deydi. İlk fırsatta Şişli-Tünel tramvayına atlar, orada alırdım soluğu. Böyle bir gönül bağı oluşmuştu. Herkes harıl harıl çalışır da, sen durur musun. Ben de elimi işe atardım, sözünü ettiğim mozaiklerde benim de çok taşım vardır. 

Bedri Hoca’nın galerisinde Ozan Sağdıç (solda) ile Devrim Erbil (sağda) tanıştıkları öğrenci yurdu kapanınca birkaç aylığına Erbil’in hocası Bedri Rahmi’nin (ortada) Narmanlı yurdundaki galerisine taşınmışlardı. 

Bedri Hoca’nın Salıpazarı’nda bir apartman dairesi vardı; işler çoğalınca apartmanın bir katını daha kiraladı, orasını daha geniş bir atölye haline getirdi. Bir de Kalamış’ta geniş bir bahçesi ile içinde bir-iki odalı basit bir binacık vardı. Hafta tatillerinde oraya giderdik. Daha sonra oraya kendi ihtiyaçlarına göre atölyeli, asma katlı, teraslı bir mesken kondurdu. 

İki usta ressam Bedri Rahmi ile gençlik arkadaşı ressam ve Ozan Sağdıç’ın kayınpederi Âbidin Elderoğlu 

Ben 1960’ta Ankara’ya taşındıktan sonra da Bedri Hoca ile ilişkimiz kopmadı, aksine kuvvetlendi. O tarihlerde, çağdaş soyut resmin bizdeki öncülerinden Âbidin Elderoğlu’nun kızı ile evlenmiştim. Kayınpederim yıllarca İzmir’in en itibarlı okullarında resim ve sanat tarihi öğretmenliği yapmıştı. O dönem iki genç ressam, oldukça yakın bir arkadaşlık kurmuşlar. Eşim Olcay, o zamanlar onbir-oniki yaşlarında bir çocukmuş; Bedri Bey’in Buca’daki evlerine ziyaretlerini çok iyi anımsıyor. 

Bedri Hoca’nın Âbidin Hoca’ya çok samimi bir saygısı vardı. Eskiden kalma bir alışkanlıkla ona Âbit derdi. Ankara’ya iş ve sergi dolayısıyla her gelişinde iki hoca buluşur, eski günleri yadederlerdi. Bir keresinde Bedri Bey benim evimde konukken, Elderoğlu’nun “Ayrılış” tablosunun duvarda asılı büyücek bir eskizinin karşısına geçmiş, elini omzuma koyarak “sana bir şey söyleyeyim mi reis, biz akademi hocalarından hiçbirimiz Âbit’in bu resmindeki konstrüksiyon mükemmeliğine ulaşamadık, ben dahil, çok samimi söylüyorum ben dahil, ben dahil…” demişti. Hocanın böyle bir kadir-kıymet bilirliği de vardı. Ruhu şad olsun. 

★ ★ ★ 

Devrim Erbil ve Ozan Sağdıç Devram Erbil (solda) ve Ozan Sağdıç geçen ay Çankaya B. Çağdaş Sanatlar Merkezi’ndeki serginin açlışında (üstte). 

Nasıl ki Feyhaman Duran ile Bedri Rahmi arasında 25 yaş kadar bir yaş farkı varsa; Bedri Hoca’yla öğrencisi 1937 doğumlu Devrim Erbil arasında da o kadar bir yaş farkı vardı. Bu günlerde 80 yaşına ulaşmış durumda (bu vesile ile Ankara’da Şubat ayı boyunca Çankaya Belediyesi’nin Çağdaş Sanatlar Merkezi’nin tüm katlarını kapsayan bir sergi gerçekleştirildi. Giriş katında da Devrim ile 60 yılı aşan dostluğumuzun, birlikte yaşantımızın öyküsünü yansıtan 80 kadar fotoğrafımla 12 panoluk “Sağdıç’ın sağdıcı DEVRİM ERBİL” adını taşıyan bir sergim açıldı. Bu öykünün tamamını kapsayan bir kitabın da hazırlığı içindeyiz). 

Filmi başa saralım: 

1955 yılındayız. Ben lise sonrası İstanbul denilen kocakentte yaşam mücadelesi verme çabası içindeyim. Gençlik ve sefalet yılları, elime geçen üç-beş kuruş yeterli değil. Zorunlu olarak öğrenci yurtlarında kalıyorum. Bir sabah gözümü açtım, çaprazlama yerleştirilmiş komşu ranzada incecik, dal gibi bir delikanlı. Gözgöze geldik. “Merhaba arkadaş, günaydın, memleket neresi? Balıkesir, ya seninki? Benim ki de Edremit, desene hemşehriymişiz! Valla, öyle… Nerede okuyorsun? Güzel Sanatlar Akademisinde…” İşte Devrim Erbil ile aramızdaki muhabbet böyle başladı. Ondan sonrası, altmış küsur yıldır kanka olarak sürüp gidiyor. 

Ressam Devrim Erbil atölyesinde çalışırken.

Kaldığımız yurt binasına bir gün müfettişler geldi, “köpek bağlasan durmaz, burada insan yaşamaz” dediler. Bizimkinin yanıtı pek hoştu: “Yaşayıp duruyorlar ya işte!” Sonuçta yurdumuz kapandı. Devrim’le Bedri Rahmi’nin Narmanlı Yurdundaki galerisine taşıdık. Orasını bir güzel yatakhanemiz yaptık. Yataklar dürülü vaziyette gömme dolaplarda duruyordu. Akşamları yere seriyorduk, sabahları topluyorduk. Dört-beş ay durumu böyle idare ettik. 

Çok sonraları bir ev tutma gayretimiz daha olmuştu. Devrim tatildeydi, o işi ben üstlenmiştim. Mektuplaşıyorduk, hep de durumlarla dalga geçen mizahi mektuplardı bunlar. Sonunda bir ev buldum ve Devrim’e aynen şöyle yazdım: “Şimdi sana evin adresini veriyorum. Sakın dalga geçiyorum sanma. Baştanbaşa gerçektir: Pürtelaş Mahallesi, Tavukuçmaz. Mezarlık Yokuşu, Alçak Dam sokağı, No 13, Çatı katı”. 

Daha anlatacak dünya kadar maceralarar var. Ne yazık ki hepsi bir dergi yazısına sığmıyor. Şimdilik bu kadarı yeter.