Arkeoloji temel eğitimleri olmayan, kazı tekniklerini bilmeyen, kültürlerarası ilişkileri algılayamayan, gördüğü her kurgan tepeciğini Türk zanneden biliminsanlarının Orta Asya’nın bölük pörçük bölgelerinde yaptıkları araştırmalarını Anadolu üzerine modelleme gayretleri son derece yanlış sonuçlara varılmasına neden olmaktadır.
Arkeoloji bilimi en başından beri yerleşik toplumlar üzerine kurgulanmış ve geliştirilmiştir. Bu süreçte göçebe toplumlarla ilgili araştırmalar gerçek anlamda 1970’li yıllardan sonra belli bir oranda başlamış ve dikkat çekmiştir. Yerleşiklerin ürettiği değerler olan kalıcı mimari, çanak-çömlekler ve eşyalar ile ölü gömme geleneklerini izleyebildiğimiz mezarlar, arkeologların gözünde kültürleri doğru anlamak ve değerlendirmek için kullanılan araçlardır.
Göçebe arkeolojisi ile uğraşan bilim insanlarının karşı karşıya kaldığı temel sorunlar ise arkeolojik olarak saptanamayan bulgularla doğrudan orantılıdır. Zira göçebe toplulukların sürekli yerleşim yerleri ve buna bağlı olarak kalıcı mimari yapıları yoktur. Kalıcı olmayan ve neredeyse her ögesi ahşap, dokuma ve deri gibi organik yapı malzemelerinden oluşturulan geçici kamp yerleri, tarihsel süreç içinde doğa ve insan tahribatıyla ya yok olmuştur ya da çok küçük oranlarda günümüze ulaşmıştır. Günlük yaşamda kullanılan araç-gereçler de doğada kolayca yokolan hayvan derisi ve ahşap gibi maddelerden üretilmiştir. Dolayısıyla göçebelerle ilgili arkeolojik bulgular çok büyük oranda ölü gömme faaliyetlerinin gerçekleştirilmiş olduğu mezarlıklardan gelmektedir. Başka bir deyişle, göçebe toplulukların mezarlıkları arkeologlar için araştırdıkları toplumu tanımanın neredeyse tek alanıdır.
Kurgan denilen mezar tepecikleri, göçebe arkeolojisinin en büyük çalışma alanıdır. Toprak yüzeyi altına açılan, büyüklüğü bireyin önemine ve toplumun ölü gömme geleneklerine göre değişen, bir çukura çoğunlukla birtakım eşyalarla gömülen şahsın üzerine çeşitli boyutlarda toprak, taş ya da hem toprak hem de taş yığılmasıyla oluşturulan kurgan, siluet görünüm açısından göçebelerin çadırından başka bir şey değildir. Hayatı çadırda geçen göçebenin, ölümünden sonra da çadır kültürü içinde kalmak istemesi, kurgan denilen anıtsal mezar türünün ortaya çıkmasına neden olmuştur.
MÖ 5. binyıllardan yani Kalkolitik Dönem’den Ortaçağ’a (10-12. yüzyıllar) değin Macaristan ovalarından Çin’e, Arap Yarımadası’ndan Sibirya’ya kadar devasa bir alanda görülen kurganlar, yüzlerce değişik gelenekle, onlarca kadim halk tarafından kullanılmış mezar yapılarıdır. Kurgan kültürünün merkezinde olmasa da periferisinde yer alan bugünkü Türkiye toprakları da, kurgan varlığı açısından önemsenemeyecek zenginliğe sahiptir. Türkiye coğrafyasındaki kurganlar Avrasya ve Orta Asya kadar yoğun olmasa da, Kars, Iğdır ve Ağrı’dan başlayıp, Muş ve Amasya yörelerinde seyrelerek Ankara’ya kadar uzanmaktadır. Türkiye’de Prof. Dr. Aynur Özfırat’ın öncülüğünde başlayan kurgan araştırmaları, bugün gelinen noktada hızlanarak devam etmektedir.
Beşiktaş’ta kurganlar
Kabataş-Mahmutbey Metro
hattı Beşiktaş Meydan
Girişi çalışmalarında açığa
çıkarılan kurgan kalıntıları.
Kromlek denilen yuvarlak
planlı taş duvarlar kurgan
mimarisinin başlıca ögesidir
(Fotoğraf İstanbul Arkeoloji
Müzeleri Arşivi).
Kurgan kavramı medyatik anlamda 2016’da İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin Silivri-Çanta Köyü’ndeki keşfi ile Türkiye arkeolojisi gündemine gelmiştir. #tarih derginin 2016 yılı Haziran sayısında yaptığım değerlendirmede, kurgan kültürünün Anadolu’ya yabancı bir mezar türü olduğunu ve Avrasya ile Orta Asya’ya yakınlık gösterdiğini belirtmiştim. Bu duruma katkı sunan çok daha önemli gelişmeler, 2017 yılı yaz döneminde Kabataş-Mahmutbey metro hattının Beşiktaş Meydan Girişi kazılarında kısa süre önce yaşandı.
Bu yıl Eylül ayında kazı alanına öğrencilerimle birlikte yaptığım gözlem gezisi sonrasında dergimizin Ekim ayı sayısında kaleme aldığım yazıda, açığa çıkan kalıntıların bir kurgan mezarlığı olduğunu, bunların Türklerin de köken aldığı Avrasya ve Orta Asya kültürüne bağlantılı olabilecekleri hususunda görüşlerimi belirtmiştim. Alandaki incelemelerde yaptığım detaylı gözlemlerimi ve açıkta görünen bilgileri, kazının sahibi İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü’nün yayın haklarına olan saygım nedeniyle yazımda belirtmemiştim. Bu süreç sonrasında Hürriyet gazetesi vasıtasıyla medyaya yansıyan ölü gömme geleneklerinin detaylarından sonra, “İstanbul’da Türklerin İlk İzleri” başlıklı spekülatif haberler yapıldı. Benimle yapılan röportaj sırasında ise, kurganların Türkler’in de ortaya çıktığı coğrafyanın bir mezar türü olmasına karşın, kremasyon (ölü yakma) geleneğinin varlığı nedeniyle Türkler’le alakalı olmadığı hususundaki görüşümü beyan ettim. Kamuoyunda oldukça yankı bulan sözkonusu görüşlerim bugüne değin arkeolojik temelde eleştirilememiş ve çürütülememiş durumdadır.
Beşiktaş’ta modern kent yüzeyinin yaklaşık 6-7 metre altında açığa çıkan kurgan mezarların içinde gözlenen basit taş kutular içindeki kremasyon, yani yakılmış cesetlere ait kül ve kemik kalıntıları ile birlikte görülen Balkanlar, Trakya ve hatta Ukrayna’ya değin uzanan geniş coğrafyaya özgü Son Tunç-Erken Demir Çağı çanak-çömleği, hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak biçimde sözkonusu mezarların Güneydoğu Avrupalılar’a, Avrasyalılar’a, Kimmerler’e ve belki de Thrako-Frig toplumlarına yakın olduğunu işaret etmektedir.
Beşiktaş kurganlarında bulunanlarla benzer çanak-çömlekler Türk Trakyası, Sultanahmet, Truva (Troya) ve sonradan Frig Krallığı’nın başkenti olacak Gordion’dan (Ankara-Polatlı) zaten bilinmektedir. Hitit Büyük Krallığı’nın yıkılış nedenlerinden biri olan Thrako-Frig göçlerinin (MÖ 1250-900) İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi üzerinden gerçekleşmiş olduğu kanıtlanmış durumdadır. Bugünkü gözlemlerimizle MÖ 1300-1000 yıllarına tarihlenebilecek Beşiktaş kurganlarından yaklaşık 300-400 yıl sonra inşa edilmiş olan Gordion ve Ankara tümülüslerinin (kurganlarının) erken tarihli olanlarında kremasyon gömülere rastlanmış olması, Thrako-Frig göçleri ile Frig Krallığı arasındaki arkeolojik bağlantıyı bu aşamada bile gözönüne sermektedir. Bu bağlamda, Anadolu’ya nasıl geldiği bugüne değin anlaşılamayan Frig tümülüs geleneğinin kayıp halkasının Beşiktaş kurganlarının varlığı ile çözüme ulaşabileceği görülmektedir.
Devasa Avrasya ve Orta Asya coğrafyasında kurgan mezarları kullanmış olan çok sayıda kadim halk vardır. Bunlar içinde MÖ 4 ve 3. binyıllardaki toplumların isimleri yazı yokluğu nedeniyle bilinmemekle birlikte; Kimmerler, Avrasya İskitleri, Asya İskitleri, Sarmatlar, Massagetler, Thraklar, Avrupa Hunları, Asya Hunları, Göktürkler ve Oğuzlar kurgan kültürü içindeki halklardan yalnızca bazılarıdır. Buna karşın kazılan her kurganın arkeolojik etnisite- kimlik tanımlaması ne yazık ki sağlıklı ve tartışmasız biçimde yapılamamaktadır. Kurgan halklarının savaşçı kimlikleri ve yağma-talan ekonomileri birbirlerinden sürekli ganimet almalarına neden olmuş, bunlar da çoğunlukla kurganlara hediye olarak bırakılmışlardır. Bunun çarpıcı örneği Altay bölgesindeki Pazırık 5 kurganıdır. Bu kurganda açığa çıkarılmış olan çift düğüm tekniği ile dokunmuş ünlü halıya Türkler dışında, Persler ve Ermeniler de aidiyet duygusu beslemektedir. Batılı araştırmacıların gözünde Asya İskitlerine, Türk sanat tarihçilerine göre Hun Türklerine ait olan bu kurgandaki Pazırık halısının arkeolojik kimlik sorunu, kurgan türü mezarların kültürel karmaşıklığını bilimsel bir sorun olarak en doğru biçimde yansıtmaktadır.
Beşiktaş kurgan mezarlığı ile başlayan tartışmaların çok daha ilginç ve gündeme gelmeyen başka bir yönü daha bulunmaktadır: Ülkemizde gerçek anlamda İslâmiyet öncesi Türk kültürü arkeolojisini bilen ve çalışan uzman bulunmadığı gerçeği! Kimi biliminsanı ve akademisyenlerin Orta Asya’da Türk ırkının kökeni ve kültürel gelişimi üzerine bazı çalışmalar yaptığı bilinmektedir. Türkiye coğrafyasının yaklaşık 7-8 katı büyüklüğündeki bir alanda incelemeler gerçekleştiren uzmanların içinde arkeolog sayısının ve etkinliğinin son derece az olduğu gözlenmektedir. Arkeoloji temel eğitimleri olmayan, kazı tekniklerini bilmeyen, kültürlerarası ilişkileri algılayamayan, gördüğü her kurgan tepeciğini, her petroglifi Türk zanneden biliminsanlarının Orta Asya’nın büyük coğrafyasında kaybolurcasına bölük pörçük bölgelerde yaptıkları araştırmalarını Anadolu üzerine modelleme gayretleri son derece yanlış sonuçlara varılmasına ve nihayetinde bilimsel mahcubiyetlere varan başarısızlıklara neden olmaktadır.
Anadolu kendi dinamikleri olan çok özel bir coğrafyadır. Bu coğrafyanın Balkanlar, Karadeniz Havzası, Kafkaslar, İran, Mezopotamya, Suriye ve Ege-Akdeniz kültürleri ile tarihin her döneminde kültürel, sosyal, askerî ve ticari bağlantıları olmuştur. Bu nedenle Anadolu’nun dinamiklerini çalıştıran sözkonusu coğrafyaları gözardı ederek Orta ve İç Asya için geliştirilen kültürel modellemeleri Türkiye toprakları için uygulama çabaları arkeolojik manasızlıktan başka bir şey değildir. Beşiktaş kurganlarını yalnızca kremasyon geleneğinin varlığı nedeniyle 7-8 bin km. uzaklıktaki Moğolistan ya da Mançurya’daki etnik köken aidiyetleri sorunlu kurganlarla karşılaştırmak, Türkiye ile Orta ve İç Asya arasındaki devasa coğrafyada kültürel ve arkeolojik takip yapılmadan ortaya atılmış teorilerdir. Buradaki temel sorun, Orta ve İç Asya coğrafyalarını bilen, alan değerlendirmesi yapabilen, ölü gömme geleneklerini doğru saptayabilen ve doğru kazı tekniklerini kullanan arkeologlar yerine Hititolojiden ya da tarih biliminden devşirme arkeolog görünümlü uzmanların yalnızca ve yalnızca Türkler’le alakalı bulguları keşfetme hırsına odaklanmış olmalarıdır. Avrasya ve Orta Asya coğrafyalarında Türkler’in kökeni ile ilgili doğru çalışmalar yapılmak isteniyorsa, aynı topraklardaki diğer kültürler de doğru biçimde kimliklendirilmelidir. Benzerlikler kadar farklılıkların da arkeolojinin olağan yöntemleri içinde olduğu unutulmamalıdır.
Sovyetler Birliği’nin dağılması ile 1990’ların ortalarından itibaren Avrasya ve Orta Asya coğrafyalarında yoğun biçimde çalışmaya başlayan Almanya, Belçika, Fransa ve ABD arkeoloji ve tarih ekipleri, bölgedeki Türk kimliğini yoksayan kültürel bir sıradüzen kurmaya başlamışlardır. Bu ekiplerin araştırma sonuçlarına göre MÖ 800-200 yılları arası İskit Dönemi, MÖ 200-MS 500 yılları arası Hun Dönemi ve 500-900 yılları arası ise Türkî Dönem olarak belirlenmiştir. Olayların bu aşamaya gelmesinde bölgede çalışan Türk uzmanların olağan arkeolojik yöntemleri bilmemeleri ve araştırmalarını uluslararası platformlarda savunamamaları önemli etkenlerdir.
Kurgan kültürü ne yazık ki Batılı biliminsanlarınca da sık sık politikaya alet edilmiştir. Başta Marija Gimbutas olmak üzere birçok eskiçağ bilimleri uzmanı özellikle Güney Rusya ve Karadeniz arasındaki steplerde yer alan kurganları Hint-Avrupalı olarak tanımlamış, nereden türediklerini bir türlü çözemedikleri atalarını göçebe mezarlarında aramaya başlamışlardır. Bu durumdan rahatsızlık duyan ve “Yüce Hint-Avrupa!” kültürünün çadırdan çıkamayacağını düşünen Colin Renfrew, Konya yakınlarındaki Çatalhöyük’ü Avrupalıların atavatanı olarak önermiş; böylece hem Avrupa kültürünü çadırdan ve kurgandan kurtarmış hem de Proto Hint-Avrupa dili konuşan insanların günümüzden 9000 yıl önce varolduklarını kanıtlamaya çalışmıştır. Aynı senaryo bugün Göbeklitepe için de yazılmaktadır. Dönemi için yüksek bir kültürü yansıtan bu dinsel merkez, ne yazık ki “Hint-Avrupa ırkçıları”nın yeni gözdesi durumundadır.
Türk ırkının kurgan kültürü ile bağlantıları, ancak kimliklendirilmiş bulgulardan yola çıkılarak yapılabilir. Bu konuda Herodotos (MÖ 484-425) ve İbn-i Fadlan (MS 10. yüzyıl) eşsiz değerde bilgiler aktarmıştır. Herodotos’un anlatımlarından Demir Çağı’nda Avrasya ve Orta Asya’da İskitler’in yaşadıklarını biliyoruz. İskitya adı verilen bu coğrafyadaki kurgan kazılarında savaşçıların yanısıra kurban edilmiş eşler, hizmetçiler ve atlar, cenazenin taşındığı arabalar ile çoğu altından çok değerli takı ve aksesuarlar bulunmuştur. Bu durum İskitler’in kurgan kültürünü yaşatmış ve hatta geliştirerek sürdürmüş olan bir halk olduğunu göstermektedir. Romalı ve Bizanslı yazarlar sonraki dönemlerde İskitya coğrafyasında yaşayan tüm halkları İskit olarak adlandırmış, Hazar Denizi havzasında yaşayan Türkler de İskit olarak anılmışlardır.
920-924 yıllarında Hazar Gölü havzasına seyahat eden İbn-i Fadlan, henüz İslâmiyet’e geçmemiş olan Oğuzlar’ın cenaze törenleri hakkında çok değerli bilgiler vermiştir. İbn-i Fadlan, Oğuzlar’dan biri öldüğünde ev gibi büyük bir çukur kazıldığını, üzerinin tavanla kapatıldığını, mezarın üstünün kubbe biçiminde tümsek yapıldığını, cenazenin çukura elbise ve şahsi eşyaları ile konulduğunu aktarır. Oğuzlar’ın Anadolu’ya göçetmesinden kısa bir süre önce gerçekleşen ve bir kurganı tanımlayan bu gözlemler, Türklerin kurgan kültürünün son temsilcisi olduğunu kanıtlamaktadır. İbn-i Fadlan Oğuzlar’dan sonra ziyaret ettiği Rus topraklarındaki bir cenaze töreninde ise cesedin bir gemi içinde gemiyle birlikte yakılması olayını anlatır. Aynı şahsiyetin aynı gezide ve yakın coğrafyalarda tanık olduğu toprağa gömme ve yakma geleneklerinin sahipleri, Beşiktaş kurganlarının neden Türkler’e ait olamayacağı sorusuna yaklaşık 1000 sene önce anlamlı bir yanıt vermektedir.