Deniz Ülke Arıboğan’ın yeni kitabı Duvar, yakın tarihin siyasi gelişmelerini yeni bir perspektifle ele alıyor. Çift kutuplu dünyanın sembolü Berlin Duvarı’ndan sonra bugün de ‘güvenlik’ amacıyla komşu ülkeler sınırlarında yükselen duvarlar dünyaya yeni bir çehre vermekte. Durumu ‘tarihin geri dönüşü’ olarak nitelendiren siyasetbilimci ile yeni kitabını konuştuk.
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyeliğinin yanında akademik çalışmalarına bir yandan da kıdemli üye olarak bulunduğu Oxford Üniversitesi Harris Manchester College bünyesindeki Çatışma Çözüm Merkezi-CRIC’te devam eden Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan’ın yeni kitabı Duvar Kasım’da çıktı. Yeni kitabında “tarihin geri döndüğünü” belirten Deniz Ülke Arıboğan’la şimdiden ikinci baskısını yapan Duvar’ı konuştuk.
– “Tarihin geri dönüşü” kavramı ve ‘duvarlı’ dünya perspektifinin temel iddiası ve amacı nedir?
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okuduğum yıllarda uluslararası ilişkileri anlamak ve anlamlandırmak adına bize öğretilen iki kutuplu dünya, nükleer dehşet dengesi, NATO-Varşova düşmanlığı, demir perde gibi kavramlar Soğuk Savaş’ın bitimiyle birlikte anlamsız hale geldiler. Uluslararası ilişkiler sistemi daimi ve çok süratli bir devinim içerisindeydi ve çok kısa periyodlarla bildiklerimizi, terminolojilerimizi, teorilerimizi yenilemek durumunda kalıyorduk. Doktora tezimi yazdığım yıllarda ‘tarihin sonu’ tezi, doçentlik yıllarımdaysa ‘uygarlıklar çatışması’ popülerdi. Küreselleşme, ‘sınırları olmayan dünya’ falan derken 11 Eylül saldırısının ardından büyük bir hızla yeni bir ekosistem oluştu. Bütün konu ve kavramlar ‘güvenlik’leştirilmeye başlanmıştı. Çok kültürlülük, göç, ekonomik krizler, alt kimlik hareketleri ve hatta demokrasi meselesi bile güvenlik boyutuyla ele alınmaya başlandı. Şimdiki zamanı eski terminolojilerimizle, Soğuk Savaş mantığıyla ya da küreselleşme gözlükleri ile kavramamız imkansız hale geldi. Nitekim şimdilerde dünyayı kasıp kavuran yeni bir politik ruh dolaşıyor yerküre üzerinde. Dünya emniyet sübabı kapatılmış bir düdüklü tencere misali ağır bir basıncı içine tepiyor. Patladı patlayacak bir durum var ortada. Ben de bunu nasıl gördüğümü yazıp kenara bırakmak istedim.
– Peki sizce duvarlı dünyanın da bir sonu var mı?
Tecrübeyle sabit ki, yazdıklarımın en azından bir kısmı kısa bir süre sonra, bir kısmı da biraz daha uzun bir vadede anlamsızlaşacak. Ama ‘şimdilik’ kaydıyla düşündüklerimi okuyucuya sunmak istedim. ‘Duvarlı dünya’ perspektifi, yani kitabımın temel iddiası, mutlaka kendi antitezini de yanında taşıyarak, duvarları yıkmaya çalışan yeni dalgalar oluşturacaktır. Samuel Huntington’un dalgalar halinde geldiği ve sonra geri çekildiğini iddia ettiği ‘demokratik gelişim’ süreçleri, tıpkı şimdi çekildiği gibi bir süre sonra yeniden gündemimize girecektir. Kitabımda küreselleşmenin esas dinamosu olarak tanımladığım şirketler, bankalar, sivil toplum kuruluşları gibi devletdışı aktörler devletsel sınırları ve duvarları zorlamaya devam edecektir. Hatta belki bu kitap henüz basım aşamasından piyasaya geçerken bile bazı açılardan eskimeye başlamış olabilir. Yakın zamanda siyasi liderlerin bazıları değişecek, bazı örgütler tarihe karışacak, beklenmedik ülkeler yeni sorunlarla yüzleşirken bazı sorunlar çözülecektir.
Bana göre otoriter/totaliter sistemlerin yükselişe geçtiği yeni bir döneme girdik. Güçlü, seçilmiş kral liderlerin öncülüğünde siyaset yeniden şekillenmesini, demokrasi, özgürlük, haklar gibi kavramların yerini düzen, itaat, ideal vatandaşlık gibi konuların almasını bekliyorum. Devlet merkezleri, elindeki teknolojik donanımların da katkısıyla duvarlar içine hapsettikleri halklarını daha kısıtlayıcı sistemlerle yönetecektir. Devletler arasındaki ilişkilerin devletdışı aktörlerce yönlendirilen kontrolsüz bir anarşi ortamından, kontrollü bir rekabet ortamına girmesini, yani küresel paradigmanın yerini, siyasi liderler tarafından temsil edilen devletler arası bir modele bırakmasını öngörüyorum.
Duvarları yıktığımız bir dünyadan yeniden duvarlarla örülen dünyaya nasıl geldik?
Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılışı uluslararası ilişkiler alanında temel söylemlerin ve kavramların değiştiği, yeni paradigmaların kurgulandığı bir milat olarak kabul edilmişti. Onun yıkılışıyla duvarların ardına hapsedilen ‘özgürlük’ zincirlerinden kurtulmuş, sanki sihirli bir değnek yerkürenin tamamına haklar, hürriyetler serpmeye başlamıştı. Duvarları yıkılan dünya düzeninde küreselleşme sürecinden beklentiler öylesine büyüktü ki, yan etkilerinin neler olabileceğini kimse hesaba katmamıştı. 1. Dünya Savaşı’nın ‘tüm savaşlara son veren savaş’ olarak tanımlanması gibi, bunun da ‘tüm duvarları yıkan bir yıkış’ olabileceği düşünülüyordu. Gorbaçov’un iktidara gelişinin ardından, sadece birkaç yıl içerisinde yarım yüzyıla damga vuran paktlar çözülmüş, söylemler değişmiş, ideolojik blokları birbirinden ayıran duvarlar yerlebir olmuştu. 20. yüzyılın bitişi daha barışçıl ve işbirlikçi bir dünya adına umut doluydu.
Akademi dünyası da özgürce esen bu küresel meltem rüzgârının büyüleyici etkisindeydi. Francis Fukuyama’nın 1989 yılında yazdığı “Tarihin Sonu” isimli makalesinde öne sürdüğü tezler, entelektüel dünyayı derinden etkilemişti.
Hepimiz tarihin sonunun gelip gelmediğini tartışıyor, bazılarımız liberal demokrasinin ve kapitalist ekonominin gerçekten en nihai zaferini kazanmış olabileceğini konuşuyorduk. Son yüzyılda ABD’nin üç ayrı küresel çaplı savaştan galip çıkmış olması bu gelişmenin önünde hiçbir engelin kalmadığını gösteriyordu. Amerikalılar 1. Dünya Savaşı’nda Avrupa’nın köhnemiş monarşilerini, 2. Dünya Savaşı’nda faşistleri, son savaşta ise sosyalistleri yenerek 20. yüzyıla ‘çağın muzafferi’ olarak imzalarını atmışlardı. Fukuyama’ya göre bu sadece ABD’nin değil, Batı düşüncesinin ve liberalizmin zaferiydi. Meşhur makalenin yayımlanışından iki ay sonra yıkılan Berlin Duvarı ise son kalenin fethi olarak tanımlanabilirdi. Artık özgür bir dünya kurmanın önünde engel kalmamıştı. Öyle olduğuna inanılıyordu.
1961’de yapımına başlanan Berlin Duvarı, 28 yıl boyunca yalnızca Berlinliler’i ya da Almanlar’ı değil, bütün dünyayı birbirinden koparan bir hatta dönüşmüştü. O, ayakta kaldığı müddetçe bölünmenin, farklılaştırmanın, ötekileştirmenin, düşmanlaştırmanın en abidevi sembolü oldu. Yıkıldığı gün sembolleştirdiği ne varsa onun da yıkıldığı düşünülmüştü. Sınırlar belirsizleşecek, insanlar özgürleşecek, halklar kavuşacaktı. Duvar yıkıldığında yalnızca Almanya değil, sanki tüm insanlık birleşecekti. Beklendiği gibi olmadı. Kısa süren görece işbirliğine açık bir dönemin ardından 11 Eylül terör saldırısıyla birlikte yeni yüzyılın kapısı açıldı. Bugün 70’ten fazla ülke güvenlik gerekçesiyle sınırlarını duvarlarla çevreliyor. Küresel askeri harcamalar 1.5 trilyon dolar civarında. Herkes Godot’yu bekliyor sanki.
Peki duvarların engelleyemeyeceği siber alandaki geçişkenlik ne olacak?
Duvarlar kuşkusuz sadece Batı’nın Doğu’ya karşı inşa ettiği somut tuğla, tel örgü gibi savunma mevzilerinden ibaret değil; Doğu da Batı’dan veya bizzat ABD’den gelebilecek özellikle siber ataklara karşı kendi duvarlarını dikiyor. Rusya, Batı’dan gelen ‘özgür internet’, ‘özgür sosyal medya’ gibi iddiaları Batı ideolojik kampanyasının pazarlama taktiği olarak görüyor ve siber savunma/saldırı ekiplerini çoktandır aktif durumda bulunduruyor. ABD bu siber savaşın bir “mağduru” konumunda; başkanlık seçiminde bile Rus hacker’ların parmağı olduğu söyleniyor. Rusya bir yandan siber alemin tozunu atarken diğer yandan da kendi ülkesi içerisindeki siber faaliyetleri ciddi şekilde engelliyor.
Kitabınız Duvar hakkında son olarak eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?
Kitabımın arka kapağında şu ifadeyi kullanıyorum: Yeniçağın ruhu bu atmosferde şekillenecek ve bu ruh siyasi, toplumsal ve ekonomik alanların yeniden yapılanmasının itici gücü olacak. Eğer köprü mimarları, duvarcı ustalarını yenemezse, ‘geleceğimiz’ bu duvarların ardında inşa edilecek. Tarihe baktığınız zaman bölünmüşlük ve ayrılmanın başladığı dönemlerin insanlık adına çok tahrip edici ve travmatik sonuçlar yarattığını görürsünüz. Duvarlar bütün dünyayı hücrelere ayrılmış koca bir hapishaneye çeviriyor.