“İşadamı” Serge Alexandre Stavisky (1888-1934), intihar süsü vererek öldürülmüştü. 1974’te vizyona giren Alain Resnais’nin yönettiği “Stavisky” filmine bir ucundan Troçki’nin Fransa ‘macera’sını içleştirme fikri, senaryo yazarı Jorge Semprun’e aitti. Troçki’nin katlinden önceki son yıllarında yanında olan Jean van Heijenoort ise 1986’da eski karısı tarafından öldürülecekti.
Jean-Paul Belmondo’nun ölümünü izleyen günlerde, Frenk televizyonları çok sayıda filmini programına aldı; benim payıma, ilk kez çıktığı gün, 1974’te izlediğim, o gün bugün yeniden izleme fırsatı bulamadığım “Stavisky” düştü: Alain Resnais’nin, Jorge Semprun’ün senaryosuna bağlı kalarak gerçekleştirdiği filmi 47 yıl arayla görmek, yolda “seyirci”nin geçirdiği değişim, dönüşüm, evrim açısından ayrıca ilginç bir deneyim türüne denk geliyor -sıcağı sıcağına bir zincirin halkalarına kısa temaslarla dokunma gereksinmesi duydum.
Stavisky, Resnais, Semprun, Belmondo öldüler, arkalarında izler bıraktılar. O izlere başkaları karıştı yaşarlarken; öldükten sonra da devam eden süreçtir. “Stavisky”yi 47 yıl sonra ikinci kez izlerken, ertesi gün izleri ve izlerin izlerini kurcalarken kenarda bu metnin çatısını oluşturacak notlar, dijital ortamdan kimi belgelerin çıkışlarını aldım: Halkalar dağınıktır önce, yazmak bir yandan da öznel, çünkü kişisel bir sıra kurmaktır.
İntihar süsü vererek öldürülen Serge Alexandre Stavinsky (1888-1934).
Stavisky “olay”ı ya da Joseph Kessel’ce söylersek Stavisky Rezaleti (1976, M. Ali Kayabal çevirisi), ülkelerin siyaset ortamında yaşandığı gözlemlenen aklasezâ yolsuzlukların tipik örneği olarak tarihe geçmiştir. Devletin her kademesinden ‘yetkili’lerin işin içine karıştığı bir düzenin ana oyuncusunun eşdeğeri kişiler, bugün de cirit atmayı sürdürüyor, yerli ve yabancı “sahne”lerde. Stavisky, zekası, “hüner”leri ve “karizma”sıyla yaşarken geniş bir çevreyi etkilemiş: Kessel, masasına oturmuş olmakla övünmüştür; Simenon’un da bir dizi röportajla kılda keramet aradığı unutulmamalı.
Stavisky, intihar süsü vererek öldürüldü. 2. Dünya Savaşı’nın hemen öncesine denk gelen taşkınlıkları tetiklemişti ortadan kaldırılışı. Dönemin popüler dergisi Dédective’de yayımlanan fotoğrafları, Alain Resnais’nin büyüteç altında incelediğinden şüphem yok.
Ancak film, ikinci izleyişimde, bir “yan cebinden” beni bambaşka bir izi sürmeye yöneltti; onca yılın araya soktuklarından hareketle.
Yanılıyor olabilirim; bana öyle geliyor ki filme bir ucundan Troçki’nin Fransa ‘macera’sını içleştirme fikri Semprun’e aitti. Şüphesiz, mekansal kesişmeden sözetmek yanlış olmaz, Troçki ailesinin ve ‘yardımcı’larının önce Atlas Okyanusu kıyısında bir evde, ardından Barbizon’daki bir başkasında (Ker Monique) incognito yaşadıktan sonra kibarca (!) sınırdışı edilmeleri, tali damar olarak “Stavisky”ye ustalıkla yedirilmiş; ilk görüşümde dikkatimi çelmemiş bir sapak.
Bu defa, abartılı durmazsa, tersi oldu: Talî damardan girdim, içeride oyalanmama neden olan figüre odaklandım; yerimden kalkıp rafındaki yerinden çıkarıp masaya getirdiğim Troçki’yle Sürgünde’nin yazarı Jean van Heijenoort’a döneceğim aklıma gelmezdi; adını baş harfleriyle anacağım bundan böyle.
Troçki’nin yanına, Büyükada’ya geldiğinde 20 yaşındaymış JVH: 20 Ekim 1932. Devrimin ikinci adamı, 3 yıldır İstanbul’daydı ve Tokatlıyan Otel’in 66 No’lu odasından Bomonti’de İzzet Paşa Sokağı’na, Büyükada’dan Moda Şifa Sokak’a adresleri yutarcasına geçen ayların sonunda yeniden Büyükada’da demir atmıştı. Şehre iniyordu arasıra: Chaplin’in “Şehir Işıkları”nı görmeye gidişi bir yana, başta Tarihî Yarımada’da, balığa çıktığında Pavli’de görülüyordu sürgündeki adam.
İstanbul’dan Fransa’ya, Norveç’ten Meksika’ya hep yanında kaldı JVH; asistan ve koruma karışımı bir görevi vardı. Kitabının ilk versiyonu Türkçede yayımlanmıştır (Cengiz Alğan, 1999); gelgelelim genişletilmiş basım yeni bir çeviri gerektirecek ölçüde önemlidir.
JVH, Meksika’ya gitmelerinden önce Fransa’da ilk evliliğini yapmıştı, ama ‘Mavi Ev’de Frida Kahlo’yla yaşadığı ilişki boşanmasıyla sonuçlandı. 1939 yazında ikinci evliliğini bir Amerikalıyla yaptı ve Troçki’nin yanından ayrıldı; kendi deyişiyle “ikinci bir hayat” kurmaya karar vermişti. Troçki 1 yıl sonra öldürüldüğünde çok hayıflandı; “yanında kalsaydım onu kurtarabilirdim” dediği söylenir.
André Breton ondan “Yoldaş Van” diye sözediyor, Troçki’nin seslenişine öykünerek. Sürgün yıllarının sözüne en güvenilir tanığı, o kadar ki, Meksika’da Troçki’yi ziyareti sonrası Breton’un yazdığı metinlerdeki yanlışları mektup yazarak düzeltiyor.
“İkinci bir hayat”a başlamak için çok geciktiği sanılabilir, oysa Meksika’dan ayrıldığında henüz 27 yaşındadır JVH: Asıl uğraş alanına, matematiğe dönmüş, oradan matematiksel mantık alanına geçmiş, Gödel’in bazı yapıtlarını yayına hazırlamıştır. Araya bir üçüncü evlilik, peşisıra bir dördüncü girer: Troçki’nin avukatının kızı Anne-Marie Zamora ile son derece çalkantılı bir ilişkisi olur; 1981’de boşanırlar, 3 yıl sonra yeniden evlenirler, sonra yeniden boşanırlar! JVH, Harvard’da ders vermeyi sürdürür, öğrenci odalarında yaşar. Anne-Marie’nin intihar etme tehditlerini ciddiye almış, onu sakinleştirmek için 1986 Mart’ında Meksika’ya, hesapta kısa süreliğine dönmüştür. Evlerinde çalışan hizmetkar, 29 Mart sabahı trajik manzarayla karşılaşır: Anne-Marie, JVH’yi üç kurşun sıkarak uykusunda öldürdükten sonra dördüncüyü kafasına sıkmıştır. JVH, Meksika’daki Fransız Mezarlığı’nda gömülüdür.
Troçki’yle Sürgünde’nin bir yerinde, Fransa’da Troçki’nin ziyaretine gelen André Malraux ile ilgili bir diyalogu aktarır: İkili uzun uzun Céline ve Gecenin Sonuna Yolculuk hakkında konuşurlar (Malraux, yazarın mimiklerini taklit eder!); ardından yürüyüşe çıkarlar; karanlık basarken son konuşmaları “ölüm” üzerinedir: Malraux, “komünizmin yenemeyeceği birşey varsa, o da ölüm” dediğinde Troçki’nin yanıtı gelir: “İnsan kendisine biçtiği görevi yerine getirir, dilediklerini yapabilirse, ölüm basit konudur”.