Kasım
sayımız çıktı

Yıkılırken, yanarken, sarsılırken yazılan tarih

Nuh Tufanı’ndan bu yana eskilerin “feyezan” dedikleri sağanak, sel-su baskınlarını; “harik-i kebir” denen kent yangınlarını; “zelzele-i azim” denen yıkıcı depremleri; en çok da salgınları anlatan belgeler çoktur. Ancak bu elyazması ve basılı kroniklerdeki savaş, istila, işgal, katliam ve göç gibi felaket anlatıları, “Acaba?” diyerek okunmalıdır. Bunlar genellikle abartılı anlatımlardır ve gerek arşiv gerekse arkelojik alan incelemeleriyle doğrulanmamıştır.

Efsanevi anlatılara göre, doğanın yokedici afet­lerine karşı ilk yaşama sınavını, beşeriyetin ikinci atası sayılan Nuh Aleyhisse­lam vermiş: Dünyayı kaplayan (!) tufanda bir avuç insanla kimi hayvan türlerini yaptı­ğı tekneye alarak kurtarmış. Biz Türklerin atası Türk/Tür­ker’in babası, Nuh oğlu Ya­fes de o teknede imiş. Dinsel söylemlere göre insanlık Tu­fan’dan kurtulanlardan türe­miş oluyor ki bu durumda bir yeryüzü afetinin çocuklarıyız! O gün bugün, bütün zaman­larda da başta veba, salgınlar, depremler, tufanlar, kasırgalar olmak üzere, afetlerle boğuşu­larak bugünlere gelinmiş. Eski tarih yazarlarının bir gelenek olarak yapıtlarına “Nuh Tu­fan”ı anlatımıyla başladıkları­nı da hatırlatalım.

Temel bir sorun, kaynak­lardaki afet anlatıları arasın­da 19. yüzyıl öncesine tarih­lenenlerindeki abartmalardır. Konusu doğrudan “Afetler Ta­rihi” olan, belge ve kanıtlara dayalı kitaplar azdır (Musta­fa Cezar’ın İstanbul yangın­ları çalışmaları; Yeliz Aksoy ve Vuslat Uyanık’ın Tarihte­ki Büyük Felaketler kitapları). Elyazması ve basılı kronikler­deki, savaş, istila, işgal, katli­am ve göç gibi felaket anlatıla­rı, “Acaba?” diyerek okunma­lıdır. Sözkonusu kitaplarda, eskilerin “feyezan” dedikle­ri sağanak, sel-su baskınları­nı; “harik-i kebir” denen kent yangınlarını, “zelzele-i azim” denen yıkıcı depremleri, en çok da salgınları anlatan bö­lümler çoktur. İnsanlık, bunla­rı önleyecek uğraşlar verirken, afetleri unutturacak, eskile­rin “şenlendirme” dediği ba­yındırlık ve gönenci de ideal edinmiştir. Buna karşılık yine insanlık, bir yerdeki uygarlığı yıkmak ve nüfus kırımı demek olan savaşları, istila, sürgün, göçe zorlanma, hatta katliam­ları dahi birer zafer sayabil­miştir.

Simon De Myle’nin 1570 tarihli tablosunda Nuh’un Gemisi’nin Ararat Dağı’na inişi.

Tarihe bakmak

Afetlerin, ansızın, önlenemez, acımasız, yokedici, dağı taşı hoplatan, kentleri altüst edeni kuşkusuz depremlerdir. Sal­gınlar, afete dönüşen kışlar, kuraklık ve kıtlıklar, kasırga­lar, yangınlar, seller, taşkınlar gibi doğal felaketleri bir za­man dizisinde saptayıp yaz­mak için kronikleri çalışmak, arkelojik araştırmalar, alan in­celemeleri yapmak gerekir.

Bizim coğrafyamızda yaşa­nan afetler için Doğu kronik­leri; 10. yüzyıl ve sonrası Er­meni, Süryani, Bizans, Arap, İran ve Türk kaynakları -örne­ğin Evliya Çelebi Seyahatna­mesi– önemlidir. Başka gezgin ve araştırmacıların yazdıkları, Batılıların Doğu izlenim-ince­leme-anıları, İstanbul afetleri için Osmanlı vekayinâmeleri önemlidir.

Âfetler şehri 1858’deki İstanbul yangını ve söndürme çalışmalarını gösteren gravür L’Illustration dergisinden (üstte).

Eski kaynaklarda salgın kırımları, yoksulluklara ne­den olan kıtlık ve kuraklıklar, istilalar, çoğu durumda -dediğimiz gibi- abartılarak an­latılmıştır. Buna karşılık aynı kaynaklarda, örneğin orman/ koru/kır yangınları neden yoktur? Bu durum, şüphesiz orman-koru yangınları olmu­yormuş demek değildir. Kaba­ca bir sıralamayla, yerleşim­leri yakıp-yıkıp-yokeden dep­remler ve sellere dair kayıtlar bulunur ama, bugün bizim bü­yük afet gördüğümüz orman yangınlarını haber veren kay­nak bulmak zordur.

18. yüzyılda Osmanlı Dev­leti’nin gereksinimi bakır, kur­şun, gümüş madenleri için Kızılırmak’tan Fırat-Dicle havzalarına kadar hemen bü­tün koruların, maden eritilen odun ocakları, kalhanaler için kesildiği; kütüklerin akarsu­lara atılarak maden ocakları alanlarına götürüldüğü; orman ve kütük kalmayınca döne­min yüklenicilerine “kök sök­me işi” verildiği bilinmektedir. Orman toprakları da yokedil­miş, Anadolu bozkırına yeni çıplak kayalıklar kazandırıl­mıştır! Maden için ormanla­rı tüketerek göze giren vezir paşalarımız, sadrazamları­mız vardır. Napoléon’un Mı­sır’ı işgali üzerine 3. Selim’in 1799’da “serdar-ı ekrem ve sadrazam olarak Mısır seferiy­le görevlendirdiği (Kör) Yusuf Ziya Paşa bunlardandır. Kent­lerden uzak dağlık alanlardaki koruların yanması ve sönme­sinin, kent ve kır yaşamları­nı nasıl etkilediği de yeterince çalışılmamıştır.

36 yıl sonra 1894’te bir deprem kenti yerlebir edecektir.

Tarihin kaydına geçen do­ğal afetlerin neden-sonuçları­nın araştırılması, buna karşı önlemlerin bilimsel açıklama­ları, son iki yüzyılın gelişmele­ridir. Daha gerilere gidildiğin­de ise inanışlara bağlı anlatı­lar, afetleri günahkarlıkların cezası olan gören yorumlar, ilahi uyarılar görülür. Bunla­rın tekrarını önlemek, sonuç­larından kurtulmak için de ya­karma, kurban kesme, sada­ka, hayır, ibadetlere yönelme önerildiği görülür. Bu bakış ve inanışın bugün de sürdüğü yadsınamaz. Türkiye coğrafyası, malum deprem kuşağındadır Genç dağların, engebeli arazilerin, derin vadilerin, düzensiz akan ırmakların coğrafyasıdır. Öyle ki doğal zamanlarda, çocuk­ların kıyısına oturup kağıttan kayık yüzdürdükleri derecik­lerin bile, bir sağnakla kayala­rı, ulu ağaçları söküp götüren, köprü yıkan canavara dönüş­tüğü sıklıkla görülmüştür. Şu gerçek ki afetler gelip geçer, zamanla anıları da unutulur. Aynı yerlerde aynı yanlışlıklar inatla yenilenir ve yaşam-ö­lüm sürüp gider. Afetlerde ölenlerin izleri, acı anıları to­runun kültüründe yoktur. Ör­neğin bir deprem kuşağında binlerce yıllık tarihi olan Er­zincan, bugün aynı yerde mo­dern bir kenttir; ama uzun ta­rihin anıt yapılarından, kent surlarından Behram Şah Sara­yı’ndan, cami ve türbelerden bir taş bile kalmamıştır. Dep­rem, salgın, yangın, sel afet­lerinin bıraktığı alanları kısa zamanda birer mamureye çe­virerek “yakın geçmişi unut­mak” bize özel bir gelenektir.

Depremden yangına Anadolu 1939 depreminde taş taş üstünde kalmayan Erzincan (üstte).

1000 yıl geriye gidip Sel­çuklulara-dayanan Türkiye tarihine bakıldığında, savaş­lar, siyasal-toplumsal olaylar kadar salgın, kıtlık ve doğal afetlerin de sıklıkla yaşandığı görülür. Deprem, canlı-cansız, yol-köprü, han-saray, dağ-taş, kent-köy demeyen, başedil­mez bir afet olagelmiştir. Ha­rita çizgilerini, nehir yatakla­rını değiştiren, küçük adala­rı silen, yeni adalar doğuran depremler tarih kayıtlarına girmiştir.

Bu yılın yaz sonunda ge­rek coğrafyamız gerekse civar Akdeniz ülkelerinde ciddi, bü­yük ve günlerce söndürüleme­yen yangınlar meydana geldi. Bu devasa yangınların üzün­tüsü, konuyla ilgili hazırlık­sızlığımız ortaya çıkınca daha da arttı. Maalesef bugün hâlâ Türkiye’nin kimi bölgelerinde, yerel söyleyişte orman “dağ”­dır! “Ormana gitmek” yerine “dağa gitmek” denir. Geçen yüzyıllarda kesile kesile yer­leşimlerden uzak zirvelerde kalan orman artıklarına günü­müzde “dağ” denmesi belki de artık doğru sayılmalıdır. Ye­ni zamanlarda yerleşimlerin dağlara tepelere tırmanması; ormanlara arsa, maden havza­sı, piknik alanı olarak bakıl­ması da artık “normal” sayıl­maktadır. Nasıl bir aymazlık­sa, geçen yüzyılın ortalarında da öğrencilere koro halinde “Baltalar elimizde / Uzun ip belimizde / Biz gideriz orma­na / Yaşlı ağaç seçeriz!” okul şarkısı söylettirilir, baltayla ormana gitmek taklitleri yap­tırılırdı. Bugün de “Şerit metre elimizde / İş makineleri emri­mizde / Biz gideriz ormana…” şarkıları var.

Türkiye’nin güneyini cayır cayır yakan orman yangınlarında koyunlarını kurtarmaya çalışan çiftçilerin fotoğrafı Yasin Akgül’e ait (üstte).