Edebiyatın ölüm gerçeğini “belletmeye” etkisi, katkısı ne ölçüdedir? Ölüme giderken insana insan ne ölçüde yardımcı olabilir, çok yakını, en yakını olsa bile? Mehmed Uzun, Kemal Tahir, Michel Foucault, Hervé Guibert ve daha niceleri… Yaklaşan zamansız ölümün bilincinde yaşananlar, yazılanlar…
Muhsin Kızılkaya’nın “Mehmed Uzun ile Kemal Tahir’in Kanserle İmtihanı!” başlıklı, Ayşe Şasa’ya da açılan yazısının ‘kaynak’ları belirsiz. Yalnızca kendi gözlemlerinden mi yola çıkarak yazmış bu denemeyi, anlayamadım. ‘Konu’ şu bağlam açısından önemli: Mehmed Uzun kanser olduğunu öğrendikten sonra susmuş, yazmayı bırakmış, kütüphanesini boşaltmış; benzeri durum Kemal Tahir kanser olduğunda ortaya çıkmış, ameliyatının ardından suskunluğuna gömülmüş, yazmayı bırakmış.
Bir “İmtihan”dan sözetmek ne denli yerinde seçim? Öleceğini öğrenmek sorununa ikidebir dönüyorum, görebildiğim: Herkes susmuyor (Dr. Kahn hep söz aldı işte), herkes bırakmıyor yazmayı (Wittgenstein) ama susanların oranı düşük olmasa gerek.
Küsülüyor mu?
İki yazar da başladıkları son romanlarına dönmemişler. Öleceğini öğrenen yazma isteğini yitiriyorsa şaşılmaz. Kendi payıma, tersi yönde hareket edebilenler şaşırtıcı gelir bana.
Susmaya gelince, tam da orada asıl yerine oturuyor Tractatus’un altın cümlesi.
Kızılkaya’nın yazısının ardından okudum Mehmed Uzun’un Ölüm Meleğiyle Randevu’sunu. Dağlayıcı metin, içsöken bir son sefer belgesi. Geniş bir bölüm almak istiyorum:
“Akciğerim su topluyordu ve o suyun çekilip alınması için birkaç günlüğüne hastanedeydim. Hastaneden çıkar çıkmaz tamamıyla romanıma konsantre olacak ve yaklaşık bir yıl içinde yazıp bitirecektim. Ama gelişmeler hiç de düşündüğüm gibi olmadı, tam tersine birden kendimi büyük bir felaketin kör kuyusunda buldum. Söz konusu o musibet suda kanser hücrelerine rastlandı ve iki hafta boyunca süren vücut taramalarında midede bir tümörün olduğu tespit edildi. Dahası, hastalık sadece akciğerlere değil, kemiklere ve iliklere de sirayet etmişti. Durum vahimdi, ölüm meleği hızla yanıma sokuluyordu; o güne kadar çok uzağımda olduğunu sandığım ölüm meleğinin soğuk nefesini, birdenbire ensemde hissetmeye başladım.
Ölüm meleğiyle kaçınılmaz randevumun zamanı mı gelmişti acaba? Bir metafor olarak çeşitli metinlerimde kullandığım o an, memento mori bu kadar yakınımda mıydı?
Sağlığım hızla kötüleşti, baştan sona her şeyi yanlış yapan İsveçli doktor ve hemşirelerin de işgüzarlığıyla, kısa sürede bir başkası haline geldim. 25 kilo verdim, nefesim tamamıyla kesildi ve oksijen makinesine bağlandım, kansız kaldım (hastalık kanı yok etmeye başlamıştı) ve kelimenin tam anlamıyla takatten düşerek, yatağa çakıldım. Bir diğer ciddi değişiklik de uykusuzluk oldu, uyku beni terk etti ve birazcık uyuyabilmek için neredeyse bir avuç dolusu hap almaya başladım.
Her şey aniden bir korku filmine dönüşüverdi; esas korkunç gerçeğini hastanelerin ve bakım evlerinin sımsıkı kapalı oda ve salonlarında gizleyen, üçte biri kanserli bir ülke (kaldığım bölümden her gün bir-iki ölü çıkıyordu); hastaya bakacak zamanı olmayan ve hastayla ilgili her konuda tasarruf etmek zorunda olan rasyonel doktorlar, hemşireler; günden güne eriyen, parmağını bile kıpırdatmaktan aciz, günün her anını hastanede, odasının meşum duvarlarına bakarak geçiren, uykusuz, mecalsiz bir adam. Ve gece, kabuslarla dolu bir-bir buçuk saatlik bir uykudan sonra başlayan ve ölümle yaşam arasında gidip gelen sonsuz zamanın sıfır noktası.
Yeni durumu olduğu gibi kabul etmekten başka bir yol yoktu, ölüm çok aniden gelmişti ve içimde bir canavar olarak her tarafımı işgal ediyordu. Bu durumda, esas karar vermem gereken bir başka konu daha vardı; hızla yanıma sokulan ölüm meleğiyle çekip gidecek miydim yoksa direnecek miydim? Bu kararın öyküsü oldukça uzun, umarım bir gün onu da yazarım, ancak sonunda kararımı verdim; ölüm meleğiyle randevumu ertelemeye çalışarak, direnecektim. Yaşam boyu hep direnmiş biri olarak, şimdi çok farklı bir mücadeleyle karşı karşıyaydım. Bu farklı direnişin ilk adımı şu oldu; kendime ve hep yanımda, başucumda olan eşime (dost ve akrabalara da) ölümle ilgili konuşmayı, düşünmeyi hatta ölümü çağrıştıran her şeyi yasakladım. Kaç günlük ömrümün kaldığını bana gülümseyerek söyleyen doktorlara da yasak koydum.
Ölümü konuşmayacak, düşünmeyecek, hissetmeyecektim. Onun yerine hep hayatı, geleceği, umudu, azmi konuşacak, düşünecek, hayal edecektim. Ama eğer ölüm meleği gelip beni alırsa da, metanet ve sükûnetle onunla gidecektim, mümkünse yüzümde bir tebessümle”.
Fritz Zorn’un, Palmier’nin, Hervé Guibert’in son perde metinlerindeki isyan, red, diklenme tonlarının benzeri yuvalanmış Uzun’un sözlerine. Ama Ölüm’ü hissetmemek, konuşmamak panzehir olabilir miydi?
Aklıma, Narziss ve Goldmund’un paralayıcı 20. bölümünde Hesse’nin söyledikleri düşüyor: “Ölüm hiç aklından çıkmıyor mu?” diye sordu Narziss’ten sonra Goldmund’un kurduğu cümleler. Ölüm, öleceği bildirilen kişinin düşüncelerinden uzaklaştırılamaz diyorum.
Doğruluyor Guibert’in güncesi. “Edebiyata düşen önemli rollerden biri de Ölüm Eğitimi”. Birkaç gün öncesinde, acıları dayanılmaz boyut aldığı için “her gece ölmek istiyorum” cümlesini kurmuş kişi o: Öğrenmenin, öğrenileceklerin sınırı var.
Edebiyat’ın böylesi bir rolü var mı, olabilir mi gerçekten de? Kullanılan kavram bir çerçeve getiriyor; sözgelimi “işlev” dememiş yazar. İyi ama ‘eğitim’ neyin nesi burada? Edebiyatın ölüm gerçeğini belletmeye bir etkisi, katkısı ne ölçüde söylenebilir? Guibert, AİDS kurbanıydı; Palmier, kanser koğuşundaydı bize ulaşan son ‘yazı parçaları’nı kağıda düştüklerinde: Neye yaramıştı kelimeleri, okuyanlara neydi iletebildikleri?
Ben ‘ölüm öğrenimi’ görüyorum, doğru cümle mi?
Hervé Guibert’in, AİDS’ten ölen yakın dostu Foucault’nun cançekişme sürecini de içeren Beni Kurtarmayan Dostum’u yazarken, düpedüz çiğ bir üslûpla ölümüne hazırlanmayı denediği ileri sürülmüştür. Bunun bir ‘ders’ çıkarma olarak değerlendirilemeyeceği düşüncesini taşıyorum: Olsa olsa bir prova…
The Guardian’da çıkan bir röportajda, Calais’deki bir “mouroir”da, son safha hastalarına eşlik eden Peyo isimli atın onlara ne denli iyi geldiği anlatılıyor. Eğiticisi Hasan Buşakur, yıllardır bu temasın, kurulan ilişkilerin ölümcül hastaların son günlerinde yarattığı tansıksı yumuşatıcılığı aktarıyor -röportaja eşlik eden kareler söze ve yoruma gerek yok dedirtiyor.
Ölüme giderken insana insan ne ölçüde yardımcı olabilir, en yakını olsa bile? Siz öleyazıyorsunuz, onlar yaşayacaklar: Amansız gerçek. Başka canlılarla oysa aynı karşılaştırmayı yapmaz insan: Kedi, köpek, at size durumunuzu bilmeden sokulduğunda gevşeyebilirsiniz. Hasan anlatıyor: Peyo’yu hastanede bir kapının önünde duruyor, bir ayağını kaldırıyormuş.
Bir “ihtiyacı” mı hissediyor?
Soru(m) budalaca bulunabilir ya, ne(yi) biliyorlar ki akıllılarımız?