Bu sıkıcı 20’leri idrak ettiğimiz günlerde, renkli ve bol cümbüşlü 1920’lere dönecek olursak… Aslında bizim de en azından ülke olarak, yakın zamana kadar pek bir kükrediğimiz, kükremekle kalmayıp “atara atar, gidere gider” tarzında bir Demet Akalın felsefesiyle dünya siyaset sahnesine renk kattığımız ortada. “Tatlı tatlı yemenin bir de ekonomik buhranı vardır” derecesine gelen 1929’la birlikte bu kükreyen 20’lerin nefesi kesilmişti… Ama enseyi karartmayalım; elbette bazen çiçek açıp bazen solacağız; bugün ağlıyorsak yarın güleceğiz.
Bileniniz vardır muhakkak: 1920’li yıllara Amerika’da “roaring twenties” yani “kükreyen 20’ler” diyorlar. Anlaşılan o ki, o dönem bol bol kükremiş, tatlı tatlı yemişler; eh bu işlerden çok anlamam ama neticesi de 1929 Ekonomik Buhranı olmuş. Tabii ilgili olmak zorunda değil ama, bu 1920’leri böyle “kükreyen” diye tanımlatan şeylerin başında o zamanlar “Büyük Harp” denilen 1. Dünya Savaşı’nın bitmesi ve savaş sonrası dünya başkentlerindeki ani çılgınlık, “boşver boşver arkadaş başka bulursun, bütün kalbin sevinçle neşeyle dolsunculuk, bas bas paraları Leyla’yacılık” gibi neşeli coşumculuklar var. Hani en dönem filmi sevmeyenin bile o dönemde geçen filmlere tav olduğu, 80’lerin çılgın partilerinin yanında anaokulu doğumgünü partisi gibi kaldığı yıllar bunlar. Bir yanda Cihan Harbi’nin dehşetinin yarattığı işi deliliğe vuran Dada’lar falan, diğer yanda “harb bitti, şimdi vurgun zamanı” diye çılgınca küpünü doldurmaya başlayan ve borsayla, şununla-bununla hızla zenginleşen büyük kapitalistler.
Tabii resmen, “tatlı tatlı yemenin bir de ekonomik buhranı vardır” derecesine gelen 1929’la birlikte bu kükreyen 20’lerin nefesi kesiliyor, hık zık ediyor; zaten savaşın sonundan beri antikomünizm fonlarıyla beslenip büyüyen faşizm heyulası yalnız Almanya’ya da değil, dünyanın dörtbir yanına çöküyor. Tabii böyle determinist bir şeyler söylediğiniz zaman illa ki yanlış oluyor çünkü hiçbir şeyin tek sebebi yok, hiçbir şey iki cümlede açıklanamaz. E ama o zaman da iki laf edemiyorsun, her cümlenin doktora tezi olması iktiza ediyor.
Tabii artık 1920’lerin üzerinden şaka-maka 100 yıl geçtiği için, günümüzde 20’ler demeden önce hangi 20’ler olduğunu tanımlamak lazım. Yani tamam, 80’ler disko partisini 1880’lerle karıştırmazsın; “90’lar müziğine bayılıyorum” dediğinde kimse sizin Harun Kolçak’ın “Gir Kanıma” şarkısına değil de Dvořák’ın Requiem’ine hasta olduğunuzu düşünmez (Tabii dergimizin de pek kıymetli yazarı Ali Murat Hamarat müstesna: O, 90’lar dediğinizde bırakın 1890’ların Dvořák’ını, doğrudan 1690’lardan bahsetttiğinizi zannedip sizinle Bach’ın “Ach, was soll ich Sünder machen?” kantatının ne de güzel olduğunu ama şu Mi Minör Füg’ün Bach’a ait olduğundan pek de emin olmadığını, yarım saat anlatacaktır. Yarın öbür gün başınıza gelirse hiç darılır gücenir demeyin, “Yok kardeş ben Harun Kolçak’tan bahsediyorum, sen kimin evini sordun?” demeye çekinmeyin. Ben 20 yıl önce “90’ları seviyorum” derken Yonca Evcimik’ten bahsettiğimi itiraf edemediğim için yıllardır iki günde bir “A bak bunu da seversin” diye 17. yüzyıl Barok bestecilerine maruz kalıyorum. Klavsen içinde kaldım, içim şişti).
Ancak artık 20’ler dediğimizde, içinde bulunduğumuz yıllardan bahsettiğimiz belli olmadığı için bir sıfat şart oldu. 1920’lerinki zaten “roaring”; ben de diyorum ki, bu içinde bulunduğumuz zamana da “boring” yani sıkıcı 20’ler diyelim gitsin. Zira kapanmalar, karantinalar, tedbirler, telaşeler derken sıkıcılığından maşallah hiç kaybetmedi. Tabii böylelikle, zaten yapıldığında utanç verici bir sosyal suç olan bir kelime esprisini, hele ki İngilizce yapmaya kalktığım için insan içine çıkamamam gerek ama, malum korona tedbirleri, zaten bir yere çıktığımız yok.
Bu sıkıcı 20’leri idrak ettiğimiz günlerde, renkli ve bol cümbüşlü 1920’lere dönecek olursak… Aslında bizim de en azından ülke olarak, yakın zamana kadar pek bir kükrediğimiz, kükremekle kalmayıp “atara atar, gidere gider” tarzında bir Demet Akalın felsefesiyle dünya siyaset sahnesine renk kattığımız ortada. Yine de elbette 1920’lerdeki maskeli balolarda nerede akşam orada öbür akşam dedelerimiz kadar olmasa da, sık yurtdışı gezileri ve bol keseden harcamalarla tatlı tatlı yediğimiz ve en nihayetinde tıpkı dedelerimizin 20’lerinin sonunda tecrübe ettiği gibi o tatlı tatlı yemelerin arabesk fantezi bir dışavurumunu idrak ettiğimiz söylenebilir.
Sevindirici tarafı, her şeyin hızlandığı günümüzde bu tip dönüşümler geçmişe kıyasla daha uzun sürüyor. Eskiden “dünyayı sarsan 10 gün”ler varken, şimdi dünya sarsılacak diye bekle Allah bekle. Farkına bile varamadan, adını bile koyamadan kükreyen 20’lerin ardından ne olduysa bize çoktan oldu bile. Ama enseyi karartmayalım; elbette bazen çiçek açıp bazen solacağız; bugün ağlıyorsak yarın güleceğiz. Ki zaten sinirimizden gülmeye başladık bile bakın. Son 10 yılın siyaseti ağırlıkla, deliye yatmakla dalgaya almak arasında gidip geliyor.