Şifacılığın kutsiyetten ayrılarak seküler hekimliğe evrilmesi MÖ 5. yüzyılda Hipokrat ile başladı. Hipokrat geleneğinin hekimleri, tanrılara aracılık etmek yerine doğrudan hastayla temas kurmayı, bilgiye dayalı hastalık teorilerini tercih etmişlerdi. 19. yüzyılda tıp teknolojisindeki gelişmelerle “bilimsel tıp” yükselmiş, ancak hasta-hekim ilişkisinin kutsal bir bağ olduğunu düşünenler Hipokrat tıbbında ısrar etmişti. Bugün ise yüksek teknolojili tetkik ve tedavi yöntemlerine rağmen tıp mesleğine olan güven sarsılmakta…
Toplumların erken dönemlerinde şifacılık, büyücü ve kahinlerin mesleğiydi; çünkü hastalıkların gökten inercesine bilinmezliklerden geldiğine inanılırdı. Toplumların evrimiyle birlikte, kahinlerin ve büyücülerin yerini ebeler, otacılar, çıkıkçılar ve şifacı rahipler aldı. Şamanlarda şifacı, aynı zamanda büyücü, kâhin, öğretmen ve rahipti; doğaüstü güçlere sahip olduklarına, böylelikle büyüleri bozduklarına ve kötü ruhları kovduklarına inanılırdı.
Yerleşik uygarlıklarla birlikte şifacılık daha sofistike hâle gelmiş ve yazılı metinlere de girmeye başlamıştı. MÖ 3. binyıldan itibaren Mısır’da hekimler, rahipler ve kahinler; toplumun şifacıları olarak rol alıyordu. Bugüne ulaşan papirüslerden edinilen bilgilere göre Mısır’da ilaç tedavileri ve cerrahi girişimlerin olduğu rasyonel tıp uygulamaları dinî inançlara bağlı büyü bozma gibi yöntemlerle birlikte hayata geçiriliyordu.
Klasik Yunan çağında ise tanrıların içinde hastalıkla, şifayla ve sağlıkla anılanlar vardı. Apollon’un oğlu olarak bilinen ve Homeros’un destanlarında şifacı olarak adı geçen Sağlık Tanrısı Asklepios, bir yılanın sarıldığı asasıyla ve çoğu kez de iki kızı Hygieia ve Panacea ile tasvir edilirdi. Oğulları da birer Asklepiad olarak hekimlik geleneğini sürdürmüşlerdi. Şehir devletlerde Asklepios adına inşa edilmiş tapınaklar vardı ve şifa aramak üzere gelen hastalar bu tapınaklarda uykuya yattıktan sonra gördükleri rüyalar yorumlanırdı. Şifa vermek kutsaldı ve kutsal kabul edilen bu tapınakların en ünlüleri Atina yakınlarındaki Epidarius ve Kos adasındaydı.
Şifacılığın kutsiyetten ayrılarak seküler hekimliğe evrilmesi MÖ 5. yüzyılda Hipokrat ile başladı ve bu geleneğin temsilcileri olan hekimler tarafından sürdürülerek bir meslek kimliği geliştirildi. Hipokrat ve onun okulundan yetişen hekimler tarafsız gözlemleri önemsiyor, bilgiye dayalı hastalık teorilerini ve doğal tedavi yöntemlerini destekliyorlardı. Gerçek hekimler olarak tanrılara aracılık etmek yerine doğrudan hastayla temas kurmayı tercih etmişlerdi. Hipokrat geleneğinin hekimleri, vücut sıvılarındaki dengesizliğin neden olduğunu düşündükleri hastalıkları yine bu sıvıların dengesini sağlamak üzere diyet ve kimi zaman da kan aldırma gibi yöntemlerle tedavi etmeye çalışıyorlar ama hiçbir zaman sihirli yöntemlere başvurmuyorlardı ve daha önemlisi “her şeyden önce zarar vermemeyi” (primum non nocere) vadediyorlardı.
Roma İmparatorluğu döneminde gladyatörlerin ve imparatorun hekimi olan Galen, tıbbın 16. yüzyıla kadar teorileri hüküm sürecek yegane otoritesi oldu. Aynı zamanda bir düşünürdü ve tıbbın teorik temelinin felsefeyle kurulması gerektiğini savunuyordu; hekim yalnızca bir hekim olmamalı, doğa bilimlerine ve felsefeye de vakıf olmalıydı. Hastanın hekime olan güveni bilgi ve deneyim gerektiren mesleki becerisinin yanında hastaya iyi davranmasıyla kazanılabilirdi.
Ortaçağ’da kan alma, hacamat, sülük gibi uygulamalar görülmeye başlanmıştı. Çoğu insan, yerel şifacıyı arar ya da sülük için berbere giderken doğum ve çocukluk hastalıklarıyla ebeler ilgilenirdi. Hıristiyanlığı takiben Roma’da pagan tıbbına karşı çıkışlar başladı. Ubi tre physici, duo athei (Üç hekimin olduğu yerde iki ateist vardır) sözü yaygın bir bakış açısını ve Hıristiyan sağlık mabetlerinin hızla çoğalmasını izah ediyordu. Şifa için azizlerden medet umulur olmuş ve her bir hastalığın bir azizi olmuştu. Herhangi bir şifacı için en önemli örnek, İsa’nın kendisiydi. Körleri iyileştirdiği, felçlileri yürüttüğü ve hatta ölüleri dirilttiği anlatılırdı. Bu iyileştirici dokunuş, İngiliz ve Fransız kralları tarafından sahiplenilmiş ve mucizevi tedaviler kraliyet elinin temasına atfedilmişti.
Batı’da “karanlık çağ” diye adlandırılan Ortaçağ’da, İslâm coğrafyasında ise “aydınlanma” yaşanıyordu. 750 yılında Abbasi hanedanının ilk dönemlerinde klasik çağın önemli eserleri Yunancadan Arapçaya çevrildi. Bağdat’ta kurulan Beytü’l-Hikme, 1258’de Moğollar tarafından yakılana kadar hem bir kütüphane ve tercüme merkezi hem de bir araştırma merkeziydi. Hipokrat, Galen, Aristo’nun tüm eserleri, Platon’un diyalogları, Dioscorides, Ptolomy, Euclides, Porfirios ve daha çok sayıda eser tercüme edilmiş ve yorumları yapılmıştı.
12. yüzyıldan itibaren, klasik dönem tıp eserlerinin İslâm kaynaklarından Latinceye yeniden çevrilmesi, İbn-i Sina’nın İyileşme Kitabı (Kitabü’ş-Şifa) ile El-Kanun fi’t-Tıb / Tıbbın Kanunu (El Canon de Medicina) eserlerinin tercümesi ve üniversitelerin kurulmasıyla birlikte tıp eğitimi önce İtalya’nın güneyindeki Salerno’da canlandı. Salerno rahiplerin kontrolünden bağımsızdı ve kadınların eğitim görmesi fikrine açıktı. Yedi yıl süren skolastik bir eğitimin sonunda hekim olarak mezun olunuyordu fakat böyle ideal örnekler çok azdı ve çoğu Ortaçağ hekimi yalnızca çıraklık yaparak yetişiyordu. Hekim sayısı arttıkça hekimlik ilk olarak İtalya’da örgütlü hâle geldi; kurulan loncalarda çıraklık eğitimi verilmeye, hekim adayları için sınavlar yapılmaya ve ilaçlar denetlenmeye başlanmıştı. Cerrahlık ise akademik bir iş değildi ve çoğu kez berberlikle bağlantılıydı.
19. yüzyıl başlarında stetoskop, oftalmoskop, laringoskop gibi aletlerin icadı; 20. yüzyıla girerken X ışınlarının (Röntgen) keşfi hastalıkların teşhis imkanlarını artırmıştı. Hücreleri mikroskop altında incelemek ve laboratuvarlarda vücut sıvılarını analiz etmek mümkün olmuştu; “bilimsel tıp” yükseliyordu… Buna karşın hasta ile hekim arasındaki insani temasın kutsal bir bağ kurduğunu düşünenler, Hipokrat tıbbının geleneksel yöntemlerinde ısrar ediyordu. Bu bağlamda, 1900’den sonra hekimin hastayı bir birey olarak görmesi gerektiğini vurgulayan “hastaya öncelikle bir kişi olarak yaklaşma” hareketi ortaya çıktı: İyi hekimin hastalıkla, usta hekimin ise hastayla ilgilendiği vurgulanıyordu.
Akut enfeksiyon hastalıkları 1940’larda antibiyotiklerle tedavi edilebiliyordu. Antibiyotiklerin keşfi yaşam süresini uzatırken başka kronik rahatsızlıklar ortaya çıkmaya başladı. İstatistiklere göre hastalıkların oranı 1930’dan 1980’e kadar %150 artmıştı. Halkın beklentisi ve hekimin rolü 20. yüzyılda değişmiş, hastalar hekimlerden çok fazla talepte bulunmaya başlamıştı. “İyiyim ama kötü hissediyorum” sendromu kaçınılmaz hayal kırıklıklarına yolaçıyordu. Teşhis ve tedavide bilim ve teknolojinin sunduğu imkanlar bir taraftan hekimliği çok daha etkili hâle getirirken diğer taraftan da hekimliğin “sanat” kısmının geri planda kalmasına neden olmuştu.
21. yüzyılda medya ve sosyal medyanın da etkisiyle, sağlıkla ilgili artan farkındalık ve buna eşlik eden endişeler nedeniyle artık insanların beklentileri çok daha yüksek. Kesin tedavi beklentisi, ümitsiz hastalara bitkisel tedavi yöntemleri pazarlamaya hazır çok sayıda “girişimci” yarattı. 19. yüzyıldan itibaren çoğunlukla dinî tarikatların desteklediği “alternatif şifacılar” kurumsal tıbbın dışarıya kapalı bir sistem olarak bilgiyi tekelinde tutan, yayılmasını engelleyen ve kendini yücelten bir sömürgecilik sistemi olduğunu ileri sürmeye ve alternatif tedavi yöntemlerini savunmaya başladılar.
Buna karşın tıp dünyası giderek çok daha fazla teknolojinin yönetimi altına girmiş durumda ve bunun sonucunda geleneksel Hipokrat tarzı hekimin, hastayla yakından ilgilenme şansı pek az. Sonuçta, günümüzün yüksek teknolojili ve çok daha hassas tetkik yöntemlerine ve sofistike tedavi seçeneklerine paradoks olarak tıp mesleğine olan güven sarsılmakta…
HİPOKRAT YEMİNİ
Asklepios’a ant içerim ki…
Hipokrat’ın, İyonya’da MÖ 5. yüzyıl’da yazdığı günden beri hekimler tarafından tekrarlanan Hipokrat Yemini, son günlerde Türkiye’deki bazı tıp fakültelerinde sözlerinin değiştirilmesiyle gündeme geldi. Aslında bugün edilen yemin, 2019’daki son güncellemelerden sonra modern formunu almıştı. Aşağıda orijinalini verdiğimiz özgün metinde tıp tanrısı Asklepios üzerine yemin edilirken, günümüzde onur üzerine yemin edilmektedir.
Bütün tanrıların ve tanrıçaların huzurunda, şifacı Apollon, Asklepios, sağlık ve tüm iyileştirme güçleri adına ant içerim ki bu yemini ve sözü yeteneğim ve muhakeme gücüm yettiğince tutacağım.
Hekimlik mesleğimdeki ustama ebeveynim kadar saygı duyacağım, hayatımı onunla paylaşacağım, ona minnettar olacağım. Oğullarını kardeşim sayacağım ve isterlerse hekimlik mesleğini onlara karşılıksız ve kayıtsız şartsız öğreteceğim. Kaideleri, dersleri ve öğrenilmesi gereken diğer şeyleri yalnızca ve yalnızca oğullarıma, ustamın oğullarına ve layıkıyla çıraklık edip ant içen öğrencilere aktaracağım.
Bilgimi hastalara yardım etmek için yeteneğim ölçüsünde ve muhakeme gücüm yettiğince kullanacağım; insanlara zarar vermekten veya onlara yanlış tedavi uygulamaktan sakınacağım.
Benden talep edilse bile ne kimseye öldürücü bir ilaç vereceğim ne de böyle bir telkinde bulunacağım. Hiçbir gebe kadına çocuk düşürmesi için ilaç vermeyeceğim.
Hayatımda ve sanatımda saflığımı ve vicdanımı koruyacağım.
Hastanın içinde taş olsa bile onu kesmeyeceğim, bu işleri işin ehli olanlara bırakacağım.
Hangi ev olursa olsun oraya asla zarar vermek maksadıyla değil, hastalara yardım etmek için gireceğim. Konumumu ister hür ister köle olsun erkek ve kadınların vücudundan cinsel olarak faydalanmak için kullanmayacağım.
Gerek sanatımın icrası sırasında gerekse insanlarla ilişkideyken görüp duyduğum şeyleri ortalığa saçmayacağım, sır olarak saklayacağım ve kimseye anlatmayacağım.
Bu yemine uyduğum, onu çiğnemediğim sürece hayatım ve mesleğim refah içinde geçsin, her zaman herkesten saygı göreyim. Yemini çiğner ve ona ihanet edersem kaderim aksi yönde seyretsin.
ETİMOLOJİ: TIP, TABİP, HEKİM
İşinin ehli olan, ilmini bilen kimse
Arapça tabib ve tıb kelimelerinin kökü “tabbe” olup işin ehli olma, bir işte usta olma, bir işin ilmini bilen kimse (âlim) anlamlarındadır. Bu bakımdan tabib, işini iyi bilen, titiz yapan, bilgili kimse demektir ki, hastasını iyice inceleyip teşhis ve tedavisini yapan kimseye de tabib denmiştir. Bilgin (âlim), usta (hazık) anlamlarını da içeren tabib kelimesi günümüzde “doktor”un karşılığıdır. Kendini tabib olarak tanıtanlara ise mütetabbib (tabiblik taslayan) denmiştir.
Tıp kelimesine ise nezaket ve yumuşaklık anlamı yüklenmiştir. Arapçada büyücülük, efsunculuk anlamlarında da kullanılır. Sonuç olarak tıp, nefsi ve bedeni tedavi eden disiplin; tababet, bir işin çok iyi ve titiz incelenmesi; tabip/doktor, işini iyi bilen, usta, hastasına iyi ve yumuşak davranan, nazik tabiatlı kişi anlamına gelir. Hint-Avrupa dillerinde hekim anlamında kullanılan medicina/medicus/medicine kelimelerinin kökü med; ölçmek, ölçülü olmak demektir.
Genel kanaate göre, ilkçağ filozoflarına önceleri sophos, sonra sophoi, Pithagoras’tan itibaren ise philos-sophos denmeye başlanmıştı. Arapçaya felsefe ile birlikte feylesof olarak giren ve hikmet (kökü h-k-m; sofia) seven anlamına gelen bu kelime, hakîm (hikmet sahibi) ile birlikte kullanılmıştır. Türk-İslâm dünyasında eski geleneğin devamı olarak tabip anlamındaki hakîm, söylenişi inceltilip “hekim”e dönüştürülerek kullanılmaya devam etmiştir. Bundan dolayı, klasik İslâm kaynaklarındaki bilge Lokman Hakîm, Lokman Hekim’e dönüştürülmüş ve geçmiş tıbbın büyük hekimlerine ait olaylar ona mâl edilmiştir.
Prof. Dr. Ali Haydar Bayat (1941-2006)