Ada fetihlerinin pahalıya malolması, 1565 Malta kuşatmasında Osmanlı deniz ilerleyişinin durması, Yeni Dünya keşiflerinde varlık gösterilememesi gibi olgular Osmanlıların denizler ve uzak ülkelerle başının hoş olmadığını gösterir. Bir yerde gerçekten de “imparatorluk doğal sınırlarına ulaşmış”tır. İslâm dünyasındaki ada/deniz öyküleri ise Türkçede erken bir romana ve görsel sanat üretimine ilham olabilecekken bu fırsat değerlendirilememiştir.
Uzak sözcüğü, uzunluk sözcüğüyle ilintili ve ikisi de “uz” kökünden türüyor; “yırak” ve “yıramak” sözcükleri de dilimizde zamanla “ırak” sözcüğüne evrilmiş. Karacoğlan aşkını anlatırken, “Iraktır yollarım dolandım geldim / Tatlıdır dillerin eğlendim kaldım” diyor. Yunus Emre, “Haktan gelen şerbeti / İçtik elhamdülillah / Şol kudret denizini / Geçtik elhamdülillah / Şol karşıki dağları / Meşeleri bağları / Sağlık safalık ile / Aştık elhamdülillah” diyerek Rum diyarlarına varmalarına şükrediyor.
1070’lerde namdar Selçuklu Beyi Afşin’in önü alınmaz akınlarını ancak Boğaz suları durdurmuştu. 1086’da Antakya’yı fethedip Akdeniz’e ulaşan Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah, kılıcını denize çalıp dünyanın sonuna ulaştığı yolunda naralar atıyordu. Çeşitli Beylikler denizi aşıp Balkan diyarlarına akın etmeyi denese de denizi nihai biçimde aşanlar Osmanoğulları oldu. Göçebe bir topluluk için uzaklar şüphesiz erişilmez değildi; ancak iş denizaşırı topraklara erişmek olunca, ayağını yağız yere sağlam basmaya alışmış göçerler tereddüt ediyordu. 1354’te Trakya’da yaşanan “Tanrı vergisi” deprem kaleleri sarsınca, Orhan’ın kardeşi Süleyman, Lapseki’de yaptırdığı gemilerle karşıya geçerek Gelibolu’yu kolayca aldı.
Enderun’da 16. yüzyılda okutulan “Kırk Vezir Hikâyeleri”nden birine göre, Miraç hadisesine inanmayan bir Mısır hükümdarına karşı bir şeyh huzura gelerek şahtan kafasını su dolu bir leğene sokmasını ister. Kafasını leğene sokup kaldıran şah, dağ kenarındaki bir denizdedir! Bir bezirgana gemisinin battığını söyleyerek ondan yardım ister, bu uzak ülkede bir aile kurar ve 7 yıl sonra gene şeyhin kerametiyle geri getirilir; başını, daldırdığı leğenden henüz kaldırmıştır.
İslâm dünyasında uzak ülke ve ada maceraları içeren hikayeler İbn Sina (öl. 1037) ve Endülüslü filozof İbn Tufeyl’in (öl. 1185) aynı adla yazdıkları sembolik “Hay bin Yakzan” öyküsüne kadar uzanır. İbn Sina’nın hikayesine göre deneyimli bir seyyah olan Hay bin Yakzan kendisine danışan bir grup insana dünyayı tanıtır: Cihanın doğu ve batısında yer alan son iki bölgenin sınırlarının ötesine geçebilen arınmış ve mahir seyyahlar ancak uzakları görebilir. Daha uç noktalar insanların giremediği uçsuz bucaksız memleketler olup burada ruhani varlıklar oturmaktadır. İbn Tufeyl’in öyküsünde ise uzak bir adada topraktan mayalanarak kendi kendine doğan Hay bin Yakzan isimli oğlan, doğayı ve gökyüzünü gözlemleyerek Tanrı’nın varlığı ve birliği fikrine ulaşır; daha sonra tesadüfen adaya ulaşan Absal adındaki Müslümanla tanıştığında fikir ve inançlarının büyük ölçüde örtüştüğünü görür. Biraz da abartıyla ilk felsefi roman ve “robinsonad” olarak değerlendirilen bu öykü, Tanpınar’ın deyimiyle “Müslüman âleminin tek romanı”dır. Ancak Osmanlılar bu roman nüvesini değerlendirme fırsatına erişememiştir; zira bu eğitici, basit ama bir yandan ilham verici öyküyle ancak imparatorluğun son yıllarında tanışabilmişlerdir.
Her iki öyküye de kaynaklık eden ve 9. yüzyılda Huneyn bin İshak (öl. 873) tarafından Yunancadan Arapçaya çevrilen Salaman ve Absal öyküsünde ise iki âşıkın deniz ötesindeki uzak diyarlara kaçışını okuruz. Kadınlardan hoşlanmayan bir kral, büyü yoluyla sperminden bir bebek ürettirir. Bu bebek Salaman adındadır ve Absal isimli genç sütannesine âşık olmuştur. İki âşık, kraldan kaçmak için Mağrip denizinin arkasına kaçar fakat bir büyülü ayna yahut flüt yoluyla kral, oğlunun ve kadının yerini bulur, onları ayırır. Kadın ve oğlan elele kendilerini denize atarlar; Absal boğulur, Salaman ise kralın büyüsüyle kurtulur.
Bilindiği kadarıyla tüm bu öykülerden pek azı Osmanlı sarayında okundu. Barbaros Hayreddin Paşa (öl. 1546) ve başka birkaç ünlü kaptanın macera ve fetihleri sayılmazsa Osmanlıların adalar ve denizaşırı ülkelerle başı hoş olmadı. Rodos, Kıbrıs ve Girit pahalıya malolan kanlı ve uzun savaşlarla ele geçirildi; Malta alınamadı. Hint deniz seferlerinde şansı yaver gitmeyen, bu yüzden başından olan Pîrî Reis (öl. 1553); Amerika kıtasındaki gariplikleri, kütüphane araştırmaları yaparak ve Kolomb’un bir adamından dinleyerek incelemiş, Yeni Dünya’nın başarılı bir haritasını çıkarmıştı.
Uzak deniz öyküleri 3. Murat gibi dünyanın tuhaf varoluşları hakkında merak sahibi sultanların da ilgisini çekti. Ebussuud’un öğrencisi coğrafyacı ve şair Mehmed Suudi Efendi (öl. 1591) tarafından, devletçe yeni kıtada varlık gösterilmesini özendirmek amacıyla yazılıp 3. Murat’a sunulan Tarih-i Hind-i Garbî/ Hadis-i Nev (Batı Hint Tarihi) adlı kitap en güzel örnektir. Bu kitapta yeni kıta, türlü tuhaflıkları ve büyük ölçüde başarıyla aktarılan Portekizce-İspanyolca yer adlarıyla tanıtılıyor; efsanevi vakvak ağacına ve balık adamlara, Avratburnu ve Kazlimanı gibi yeni türetilmiş Türkçe yer adlarına yer veriliyordu.
Suudi’nin eseri ciddiye alınmış ve gerekli şartlar oluşmuş olsaydı, Yeni Dünya’da sözgelimi Gümüşderesi adlı bir yer varolabilir, ada ve deniz öyküleri bilinmiş olsa 18. yüzyılda yazılan Robinson Crusoe’ya denk bir macera romanı çok evvel Türk edebiyatında yazılabilirdi. İşleri metinleri görselleştirmek olan nakkaş ustalar ise resimlemek için daha fazla malzeme bulabilirler, görsel belleğimiz daha fazla kaynağa sahip olabilirdi. Olmadı.