Kasım
sayımız çıktı

En heybetli kara canlısı: Geçmişin savaş makinası

Kudret, korku ve kin tutuculukla özdeşleşen filler Afrika-Avrasya dünyasının en sembolik hayvanlarından biriydi. Ağır hareketi, güçlü yapısı ve kendi âlemi içindeki rakipsizliğiyle insanları kıskandırıyordu. Sonunda insan ona sahip oldu. Bozkırda at üstünde oradan oraya hareket eden ve yerleşecek yeni yurtlar arayan hızlı-aceleci Türkler ve Moğollar için pek kullanışlı sayılmazlardı.

Latince elephas’tan Batı dillerine, Akkadca pîru’dan Arapçaya ve oradan Türkçe gibi başka kimi Doğu dillerine “fil” diye geçen hortumlu yaratığın evrimsel kökleri 56 milyon yıl öncesine uzanır. Mamutlar kadar şanssız olmayan türler varlığını sürdürdü ve insanlarla ilişki kurmaya başladıktan sonra devasa cüsseleriyle dikkatleri çektiler. Karada onlardan büyüğü yoktu, hayvanlar âleminde onlara yan gözle bakacak bir rakipleri de bulunmuyordu. Bu yürüyen kulelerin tek korktuğu şey, kulaklarına girip rahatsızlık veren küçük orman fareleriydi.

Asya ve Afrika fili olarak iki ana gruba ayrılan bu familyanın birincisi 7.5 ton ve 3-4 metre, ikinci tür olanı 5 ton ağırlığında ve ortalama 3 metredir. Asya fili zeki, sadık, uysal ve son derece kinci olmasıyla tanınır. 60-70 yıl yaşar, dişiler 7 senede bir doğurur ve 2 yıl kadar yavrularını emzirir. Sadece yeni doğanlarla değil, ölüleriyle bile onları yoklayarak ilgilenirler. Bu özellikleri filleri insana ve insansı maymunlara yaklaştırır; onlarda kendisi dışında bir başkasının zihin sahibi olduğunu kavrama becerisi bulunduğunu düşündürür. Omuz ve kalçaları dışında eklemleri olmadığı için ayakta uyurlar; yan düşerlerse ancak türdeşlerinin yardımıyla ayağa kalkabilirler. Bu açıdan sosyal varlıklardır, yardımlaşırlar. Büyük fil grupları anaerkildir ve yavrular grup üyeleri tarafından ortaklaşa bakılır.

Travmadan terapiye

Belgrad’daki savaş esirlerini fillere ezdiren Kanunî Sultan Süleyman, düşmanlarına istisnai bir ceza veriyor. İki Hintli sürücü tarafından idare edilen fil, muhtemelen saraya Babürlüler veya Safevilerden armağan gelmiş. Bir Timurlunun ya da Osmanlılara karşı Timur imgesine sığınan bir devletin gönderdiği fil, ona büyük büyük dedesi Yıldırım’ın meşhur yenilgisini hatırlatabilirdi ama, o acı hatırayı tersine çevirip dünyaya “sahipkıran”ın kim olduğunu göstermeye çalışıyor gibi (Arifî, Süleymannâme, res. ?, 1558. TSMK H. 1517).

İnsan türünün çoğalıp ora­ya-buraya yayılmasıyla bu iri gövdeli mahlukatın göç yolları da işgal edilmiş oldu. İnsanla­rın tarlaları dev ayaklar tara­fından ezilince fillerle insanlar çatıştılar. Ancak kimi sivri ze­kalılar rakip kabilelere karşı bu görkemden faydalanmak istedi: Derin çukurlar açtılar ve içine sebze-meyve doldurup fille­rin buraya düşmesini bekledi­ler. Fil düşünce farklı renklerde kıyafetler giyinen üç-dört kişi uzun sopalarla acımasızca tuza­ğa düşeni dövdü. Beyaz giyimli bir başka insan ortaya çıkıp bu renkli giyenleri kovalayınca fi­lin gözüne dost göründü ve bu bakıcı hileyle onun sırtına bin­meyi başardı.

Hinduizmin tanrılarından Ganeşa’nın fil başlı olmasının, Buda’nın insan formuna bürün­meden önce fil olduğu inancına dayandığı söylenir. Kuran’da fil­lerle Kâbe’yi saran Ebrehe’nin ordusuna karşı gönderilen Eba­bil kuşlarından bahsedilir. Fil etinin yenmesi Müslüman mez­heplerin çoğunda haram ya da mekruh olarak nitelenmiştir. Dişinin kullanılması konusun­da çeşitli görüşler vardır (günü­müzde Afrika’nın bazı bölgele­rinde kontrolsüz fildişi avcılığı nedeniyle bazı filler evrimleşe­rek diş çıkarmamaya başladı).

Bir zamanlarki satrancı icat eden isimsiz Hintli ya da Hint­liler, buraya savaş elemanlarını temsilen atı ve fili eklemişler. 6. yüzyıla dayanan Hint köken­li Kelile ve Dimne masalla­rı arasında yer alan tarlakuşu öyküsünde fil, zalim hükümda­rı ve onun ettiklerinin yanına kalmayacağını simgeler: Yuvası fil tarafından ezilen tarlakuşu, türdeşleriyle gagabirliği edip filin gözlerini oyar; kurbağalar uçurum kenarında vıraklayarak kör filin suya yaklaştığını san­masına yol açar; fil uçurumdan düşüp ölür.

Gel zaman git zaman bu ma­sal yaratıkları kibirli hüküm­darların gösteriş ve korku tim­saline dönüşür. Büyük İskender, Pers hükümdar 3. Daryüs’ün ordusunda filler bulunduğunu görünce bir hile düşünmüştü. Samanlara gizlediği askerle­ri aniden dışarı çıkıp bağırınca korkan filler arkadan kendileri­ni takip eden piyadeleri ezmiş ve İskender’e zaferi getirmiş­ti. Bu olayı, bir savaşta deve­leri önden gönderip korun­mayı amaçlayan 1. Murad’a karşı usta savaşçı Evrenos Bey hatırlatmış, sultanı fik­rinden döndürmüştür. Taberî (öl. 923), Araplarla Sasanîler arasındaki 635 tarihli Kadisi­ye Savaşı’nda İran ordusun­da 30 filin bulunduğunu ve ilk korkularını atlatan Arapların fillerin gözlerini hançerlediği­ni söyler. Kartacalı Hannibal (öl. MÖ 183), Avrupa tarihinde ilk ve son defa savaş fili kulla­nandır.

Rüstem ve fil Zaloğlu Rüstem, bakıcısını ayaklar altına alan öfkeli beyaz bir fili öldürmek için bir kapıdan çıkar. Herkesi dehşete düşüren bu dev hayvanla savaşmak Rüstem gibi bir kahramanın yürekliliğini vurgular (Şehnâme-i Türkî, çev. Şerifî, res. Nakşî, 1620. New York Halk Ktp., Spencer Kol. Turk. Ms. 1.)

En çok savaş fili kullanan İslâm devleti ise Gazneliler idi. Gazne yakınlarındaki geçit törenine “Sultan Mahmud’un 1.300 teçhizatlı fili katılmış” derler. Büyük Selçuklu Sultanı Sencer 1119’da yeğeni Mah­mud’la yaptığı Sâve Savaşı’nda 40 fil kullanır. Harizmşah Ala­addin Muhammed bir vakit­ler ganimet olarak eline geçen filleri 1220’deki Semerkand savunmasında Moğollara karşı harekete geçirir ama başarılı olamaz. Harekete ve hıza düş­kün Cengiz Han, eline geçen hantal filleri beslemeyi uygun görmeyip bozkıra salıvermiş­tir. Onun soyuna damat olan Timur ise 1402 Ankara Sava­şı’nda 30’dan fazla fil kullanır.

Anadolu’da yetişmeyen bu hayvanlar Osmanlılar üzerin­de büyük bir korku-travma oluşturmuş olmalıdır. Sela­nikî’ye (öl. 1600) göre Osmanlı sarayı ahırlarında İran şahla­rının hediyesi filler vardı. Bu filler şüphesiz olası bir savaşta sivri dişleri İran memleketine döndürülsün diye gönderilme­mişti. Hem şahın görkemini ve cömertliğini simgeliyor hem de Şah İsmail’in Selim’e ken­disini “doğudaki Timurvârî güç” olarak sunduğu imajını taze tutuyordu.