Kasım
sayımız çıktı

Sanat uzun hayat kısa

Bugün yeryüzünün her köşesinde, basketbolu tutkuyla seven, oynayan, izleyen milyonlar var. Önemli bir kısmının, Kobe’ye hayranlık duyarak bu güzel oyuna kapıldığı aşikar… Bu durumda onu sadece bir sporcu, bir basketbol yıldızı olarak görmek haksızlık. Aynı zamanda bir sanatçıydı Kobe Bryant ve unutulmayacak.

Ne yazılır 41 yaşında ölüp giden dünyaca ünlü bir basketbol yıldızının ardından?

Şampiyonlukları, unutulmaz maçları, rekorları ve aldığı ödüller mi sıralanır?

Yalnızca ülkesi Amerika’da değil, adını kendisine armağan etmiş Asya’da, çocukluğunu geçirdiği Avrupa’da da milyonlarca hayranı olan, iki kez olimpiyat kürsüsünün tepesine çıkmış uluslararası bir şampiyon olduğu mu söylenir?

O lanet kazadan yalnızca saatler önce sosyal medyadaki son paylaşımında “gelmiş geçmiş en büyük skorerler” listesinde kendisini geçen LeBron James’i kutlamış olduğu mu hatırlatılır?

LeBron’un, onun rekorunu kırdığı gece ayakkabılarına “Mamba4Life” ve “KB 8/24” yazarak ustasına selam durduğu mu vurgulanır?

Yoksa ne kadar iyi bir baba olduğundan ve ne yazık ki, dört kızından üçünü yetim bırakırken, birini kendisiyle birlikte o sonsuz yolculuğa çıkardığından mı sözedilir?

“Kobe Bryant ölmüş” cümlesini duyduğunuz ve muhtemelen yüreğinizin ezildiği andan bu yana saydıklarımı yapan, büyük sporcuya saygı duruşunda bulunan sayısız sayfa ve ekran görüntüsü geçti gözlerinizin önünden… Eklenecek fazla bir şey yok. Elimden gelen tek şey, sizi 1999 yazına, Berlin’e götürmek olabilir. Orada, Adidas’ın Avrupalı genç yetenekler için düzenlediği birkaç günlük kampın Kerim Abdülcabbar’la birlikte onur konuğuydu Kobe Bryant… Henüz 21 yaşında, yolun başındaydı. Michael Jordan’ın tahtını sallamaya başladığı konuşuluyordu.

Olağanüstü bir yetenek

Olağanüstü yetenekleri ve müthiş rekabet duygusuyla yakın gelecekte kupaları kucaklayacağından herkes emindi -öyle de oldu. Kampı izleyen gazeteciler, 8-10 kişilik gruplar halinde NBA’den gelen elçilerle iki farklı odada buluşturuluyor, yarım saati geçmeyen bir zaman diliminde mümkün mertebe samimi bir ortamda soru-cevap seansı yapılıyordu. Kobe ile yüzyüze konuşabildiğim, ona dokunma mesafesi kadar yakın olabildiğim tek ortam budur.

O gün onun İtalyancayı ana dili gibi konuşabildiğine, hatta bazı İspanyol gazetecilerin sorularına da onların dilinde cevap verebildiğine şaşırarak tanık olmuştum. Üst düzey akademisyenlerine bile yabancı dil kazandırmada yetersiz kalan Amerikan eğitim sisteminin biraz dışına düşmeyi fırsata çevirmişti. Babasının profesyonel basketbol yaşamı sayesinde Avrupa’da geçirmiş olduğu yılları iyi değerlendiren keskin bir zeka, sonsuz bir merak ve geniş bir bakışaçısı ile donanmış olduğu belliydi.

Bugün yeryüzünün her köşesinde, basketbolu tutkuyla seven, oynayan, izleyen milyonlar var. Önemli bir kısmının, Kobe’ye hayranlık duyarak bu güzel oyuna kapıldığı aşikar… Onu sadece bir sporcu, bir basketbol yıldızı olarak görmek haksızlık. Aynı zamanda bir sanatçı…

Kobe’nin NBA parkelerinde geçirdiği 20 yılda insan bedeninin sınırlarını zorlayarak, fizik kurallarına isyan bayrağı açarak ve hepimizin ağzını açık bırakarak yaratmış olduğu sahnelerin bir Van Gogh tablosundan, bir Pavarotti aryasından, bir Nureyev performansından ne farkı vardı? O bir sanatçı değil miydi?

İsmi şu fani dünya üzerinde geçirdiği 41 yılın çok ötesine uzanacak, kuşaklar boyu saygıyla anılacak ve ölümsüzlük katına yükselecek bir sanatçı…