Osmanlı döneminde “astığı astık-kestiği kestik” olarak bilinen padişahlar, birçok kurum ve kişi tarafından “ortak karar”a zorlanmıştır. Fatih’ten bu yana padişahlar önemli kararlarını hep danışarak aldılar. “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var”dı ama; esas olarak Dîvân-ı Hümâyun ve sonradan Meşveret Meclisi’nin denetimi vardı.
Günümüzde mitinglerde açılan “hilafet bayrakları”, sıklıkla dile getirilen Osmanlı özlemi… Osmanlı döneminde devlet idaresi ve bunun günlük hayattaki biçimleri, uygulaması nasıldı? Padişah her konuya tek başına karar veren mutlak güç müydü? Bu soruları tarihçi Necdet Sakaoğlu’na yönelttik.
Klasik Osmanlı devrinde gerek Dîvân-ı Hümâyun, gerek sadrazam, gerek diğer iktidar odaklarının, kısacası sistemin nasıl çalıştığını en yalın ifadesiyle anlatır mısınız? Bunlar ne iş yapıyorlardı ve yetkileri nasıl düzenlenmişti?
Bu elyazmasının içerisinde (Dîvân-ı Hümâyun kararlarından örneklerin bulunduğu derleme bir münşeat mecmuasını gösteriyor. Tarih: 1620) besmeleyle başlayan veya dualarla biten tek bir belge yoktur. Hepsi adeta bugünkü laik düzene uyan bir biçimdedir. Konu anlatılmış, kararlar alınmış, altına da imzalar atılmış. Şeyhülislamın da veziriazamın da kazaskerin de imzası var. Bu, Osmanlı Devleti’nde Fatih’in koyduğunu düşündüğümüz kanunnameyle başlamış bir düzen.
Diyelim ki bir savaş/sefer kararı… Padişahın tek başına karar vermediği kritik durumları ve işleyişi anlatır mısınız?
Prut Harbi’nden (1710-11) örnek verelim. Savaşa giden yolda önce bir takım sınır olayları meydana geldi. Bunları halletmek için gelen elçinin istekleri reddediliyor, gönderilen elçi de istenilen kararla dönemiyordu. Bizden giden elçi menfi bir sonuçla dönüyor veya onların gönderdiği elçi istediği sonucu alamadan dönüyordu… Sonra, huduttan da cansıkıcı haberler gelmeye başladı. Neticede konu, artık Kubbealtı’nda, Dîvân-ı Hümâyun’un gündemi oldu. Nişancı, Kubbealtı üyelerini -Hey’et-i Vükelâ- yani “Bakanlar Kurulu”nu bilgilendirerek “Rusya’ya harp açmamız gerekir” diyor, gerekçelerini anlatıyor. O zamanlar henüz Hariciye Nezâreti (Dışişleri Bakanlığı). Dışişleri’ne bakan Nişancı Efendi, onun yardımcısı reisülküttab var (bugünkü Dışişleri Genel Sekreteri). Bunlar savaş açma gerekçelerini kurula getiriyorlar. Kurulda sadrazam sırayla herkese söz veriyor “Ne dersiniz” diye. Onlar da görüşlerini açıklıyorlar. Bütün bu istişareden sonra alınan karaları divan katipleri yazıyor. Kurul üyelerinin adları ve unvanları yazılıyor imza olarak. Sonra padişaha sunulmak üzere Nişancı Efendi, reisülküttaba bir de özet hazırlattırıyor. Bu karar özetine “telhis tezkiresi” deniyordu. Sonra divan günlerini (cumartesi, pazar-pazartesi-salı) izleyen arz günlerinde (çarşamba-perşembe) Sadrazam, vezirler, kadıaskerler, Nişancı Efendi, arz odasında padişahın huzuruna çıkarak onay alıyorlardı. Padişah çoklukla arz tezkiresinin yukarısına “münasiptir, mucibince amel oluna” (uygundur, gereği yapılsın) diye yazar veya yazdırırdı.
Dîvân-ı Hümâyun nasıl çalışıyor?
Cumartesi, pazar, pazartesi ve salı günleri toplanıyor. Çarşamba ve perşembe de “arz tezkiresi”nin sunulduğu günler. Bu 2 gün padişah arz odasına çıkıyor. Arz odası Dîvân-ı Hümâyun’un tam karşı çaprazında. Çavuşpaşa ve kethüda efendi, padişahın arz odasına geldiğini sadrazama haber veriyor. Sadrazam da tek veya kurul üyeleriyle, arz kıyafetiyle -padişahın huzuruna çıkarken giyilen kürk ve kavuk ile- huzura giriyor. Padişah “sedir taht”ta oturmakta. Bir yanında “kılıç”, diğer tarafında “kitap” var. Yani padişah, “sahibü’s- seyf ve’l kalem”; okur-yazar, gerektiğinde de savaşır” hatırlatmasıdır. Arkasındaki rafta da kitaplar duruyor. “Padişahım nasılsınız?” gibi cümleler kurulmaz, resmî bir görüşme. Padişah başıyla işaret ediyor. Sadrazam, sözlü olarak Divan’da alınan kararı bir cümleyle açıklar veya Nişancı Efendi’ye işaret ederek okutur. Padişah açıklama isterse sadrazam veya işaret ettiği üye açıklar. Padişah “münasiptir, mucibince amel oluna” der veya aynı anlama gelecek şekilde başıyla işaret eder. Huzurda veya daha sonra bu cümle yazılarak sadrazama gönderilir. Böylece Dîvân-ı Hümâyun kararı onanmış olur. Divandaki söz alma, itiraz, tartışmalar… Padişah huzurunda yapılamaz. Ayakta, elpençe sessiz duruş, mutlak saygı gereğidir. Dua, amin, teşekkür de sözkonusu değildir.
Kazasker Bostanzade Yahya Efendi, çocuk denebilir yaştaki 1. Ahmed’in (1603-1617) huzuruna arza girince nasıl tere battığını Târih-i Sâf ’ta anlatır.
Dîvân-ı Hümâyun’un ne tür kuralları, törenleri var?
2. Mahmud’a (1808-1839) kadar klasik dönemde Dîvân-ı Hümâyun, en yüksek karar merciiydi. Dîvân-ı Hümâyun üyeleri sabah namazını Ayasofya’da kıldıktan sonra önlerinde-arkalarında muhafızlar (korumalar) olacak şekilde, sarayın tören kapısı Bâb-ı Hümayun’dan girerek Bâbüsselâm’ın önünde attan iniyorlar. Evvela reisülküttap (başkatip) ve katipler giriyor. Kubbealtı’nın kapısı açık. Ayasofya’dan gelen üyeler de -yeniçeri ağası, kadıaskerler, vezirler, şeyhülislam- sırayla içeri girip sedirlerdeki yerlerini alıyorlar ama sadrazam girene kadar ayakta bekliyorlar. En son sadrazam giriyor, bir sağına bir soluna bakarak “Sabahınız hayrola” diyor. “Selamün aleyküm” demiyor!
Örnek olsun diye getirdiğim elyazması mecmuadaki (derleme bir eser) onlarca Dîvân-ı Hümâyun kararlarından biri şu 7 sayfadadır. Yazı mükemmel, cümleler kusursuz. Metin Türkçe ama Farsça-Arapça deyimlerle yüklü. “Niye yalın Türkçe yazmamışlar” diyemeyiz. Divan kararları, kağıdı, yazısı ve ifadesiyle özgündür. Sahtesi yapılmamalı, yapılamaz! Bunun için Osmanlı bürokrasisinde belgeler çok özenli yazılır, Farsça-Arapça-Türkçe karma deyimler, terimler tercih edilirdi. Sıradan okur yazarların taklit edemeyeceği hatta okuyamayacağı, anlayamayacağı metinler kurulurdu. Yazılar harekesiz ama mükemmeldir. Okumayı kolaylaştırıcı harekeler yok. “Nîşân-ı Hümâyun odur ki”, yani “padişahın emri şudur” cümlesiyle başlıyor, besmeleyle başlamıyor. Dîvân-ı Hümâyun kararlarının altında, toplantıda bulunanların adları-imzaları var. Divan reisi olan sadrazamın adı-imzası en altta, en alt düzeyde rütbeye sahip olanların adı-imzası en yukarıda yazılıyordu, usûl böyleydi. Veziriazam kendini “minel fakir” -yoksul kul- olarak yazmış. Yani o kadar mütevazı.
Kubbealtı kararlarıyla padişahın iradesinin uyuşmadığı durumlarda ne oluyordu?
Ender olarak yaşanıyordu denebilir. İstisnalar dışında “padişah itirazı” gösterilemez. Fatih Kanunnamesi gereği kurul oturumlarına katılamazdı padişah. Adalet Kasrı’nın Kubbealtı’na açık kafesli ve perdeli penceresinden oturumları izleyebilirdi. Çünkü karar padişahın buyruğu gibi kaleme alınıyor. Padişah kurula girmezdi çünkü Dîvân-ı Hümâyun başkanı sadrazam padişahın mührünü taşıyor. Dolayısıyla onun yetkilerini taşımakta. Kimi durumlarda divandan önce padişahın görüşü alınabiliyordu kuşkusuz. Bunların hepsi yaşanmıştır. Demek ki Osmanlı padişahı “şuraya savaş açtım” veya “şunu onaylayın” diyemiyordu. Veya padişah sadrazamı azlediyordu. Görüş ayrılıkları nedeniyle sadrazam azilleri çoktur.
Dîvân-ı Hümâyun kararlarını katipler özenle yazar, mümeyyizler (redaktör-editörler) kontrol ederdi. Divan kararlarında bir yanlış bulmak olası değildir.
Bu bahsettiğiniz sistemde yetki paylaşımına dair aklınızda bir hadise var mı?
Mesela cülus töreni en büyük törendi. Sultanın ölmesiyle, yerine yeni padişahın geçmesi. Ölen padişahın defteri kapanmış, hükümleri geçmez olmuştur. O ancak tarihin konusu olmuştur artık. Devletin ve ülkenin sahibi, kulların efendisi artık yeni padişah olacaktır. Klasik biat olan cülusta, padişaha en son saygı sunan sadrazamdır, yalnızca o, padişahın ayağını öper. O an padişah da sadrazam da ayağa kalkarak “musafaha” (ellerini buluşturma yöntemiyle selamlaşma) ederlerken içoğlanlar yani Enderun’dan “alkıççı” denen bir grup, “alkıç” denen “ululama” yaparlarmış: “Padişahım çok yaşa, bin yaşa!”, “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” derlermiş.
Acaba günümüzde sıkça duyduğumuz “Allahuekber”i de derler miydi alkıççılar? “Allahuekber” diye bağırmak Osmanlılar’da var mı diye aradım; teşrifat defterlerinde öyle bir nümayiş bulamadım. Osmanlı protokolü belki biraz Roma’dandı.
Padişahın tahta geçişinde yani cülûs merasiminde, teşrifat sırası yukarıdan aşağıya değil aşağıdan yukarıyaydı. En alt seviyede protokole dahil olanlar, yani gayrimüslim temsilcileri, padişaha yaklaşmadan uzaktan temenna (eğilip elini ayağına sonra başına götürmek) ederek hızla geçerler. Sonra müteferrikalar, kalem efendileri… Giderek üst düzeye doğru padişaha yaklaşma adımları birer ikişer artar. Sıra padişahın ayağını öpenler gelir. Son zamanlarda ayak öpmek hakaret gibi sayıldığından padişah tahtının yanına saçak konulmaya başlanmış ve o öpülmüş. Abdülmecid’den itibaren de saçak öpülmesi âdet olmuş.
Daha sonra ortaya çıkan Meşveret Meclisleri var. Bu meclisleri hangi ihtiyaç doğurdu?
Meşveret Meclisi, Osmanlı Devleti’nin 18. yüzyıl sonunda başlattığı bir uygulama. Zira Kubbealtı vezirleri, çoklukla görgü-bilgi ve öğrenimleriyle devletin işleyişini yeterince bilemiyorlardı. Padişahlar da aynı durumdaydı. İşi bilen uzmanlara ihtiyaç duyulduğunda konuyu ve durumu bilenler padişahın veya sadrazamın başkanlığında toplantıya çağırılır, konular burada tartışılırmış.
Veziriazamın da Paşakapısı’nda topladığı bir divan vardı. Kimi Veziriazamlar, da Kubbealtı günlerinin ikinci veya üçüncüsünü Paşakapısı’nda birkaç veziri ve işbiliri çağırıp yaparlarmış.
İstanbul fethinden 19. yüzyıla kadar bu işleyişe dair neler söyleyebilirsiniz?
Fatih Sultan Mehmed’in getirdiği düzen, “laik” bir düzendi. Çünkü Dîvân-ı Hümâyun, şeriata göre çalışmıyordu. Topkapı Sarayı da“laik” bir saraydı. Saray’da ezan okunmazdı.Ağaların minaresiz bir mescidi vardı. Son birkaç minaremsi muhdesler 18. yüzyıl ve sonrasındadır. Surların kuşattığı alanda ve sarayı kuşatan iç sur içinde de yani Topkapı Sarayı’nda cami yoktur. Haremağası Beşir Ağa ısrarla kendi bölümlerine bir cami yaptırmak istemiş, sonunda caminin çatısını geçmeyecek bir minare koymasına izin verilmiş. Bir köşe, minare biçiminde yapılmış. Ezan okunması da sorun olmuş. Seferli Koğuşu’nun minyatür mescidine Sultan Abdülmecid izin vermiş. Koca sarayda cami yok. Minaresiz bir Ağalar Mescidi vardı.
Topkapı Sarayı’nın 2. kapısından sonra “örf” başlar; yani “şeriat” biter! Bu, şu demek oluyor: Topkapı Sarayı’nın kuleli kapısından itibaren örf geçerlidir. Örf, zamanın kurallarına göre yetkili olan kişinin aklına uyan şekilde karar vermesi ve uygulamasıdır. Dolayısıyla padişahın idam cezası vermesi de orada başlıyor. Ama Sadrazam da o eşikten girdiği an yetkilerini kaybederdi; ancak kapının dışına adım attığı an padişahın bütün yetkilerini kullanabilirdi.