Osmanlı padişahları 18. yüzyılın sonlarına kadar halife unvanını kullanmadı. Osmanlılar Türk soyundandı, dili Türkçeydi. Halife olmanın koşulu ise Arap ve Kureyş kabilesinden, Haşimoğlu soyundan olmaktı. Sultan Reşad 1. Dünya Savaşı sırasında cihad ilan edip Müslümanlar’ı savaşa çağırmıştı ama Araplar İngilizler’le çalışacaktı!
Okur-yazar çoğunluğumuzun tarih kültürü kulaktan dolma, okul kitaplarından hatırlananlar, basında okunanlardır. Bugün bile bu sığ bilgilerle “tarih” aktarmayı görev sayanlar var.
Son örnek “halifelik”, “kelime-i tevhid” yazılı “yeşil bayrak” savları. Şeriat devleti olma, bunu simgeleyen kelime-i tevhid yazılı bir de “yeşil bayrak”!
Osmanlı Devleti bir şeriat devleti değildi. Bayrağı Türk bayrağı idi. Cumhuriyetle bu bayrak değişmedi; biçimi, rengi, nerelerde ne zaman açılacağı-asılacağı bir nizamnameye bağlandı. Tarihî Galata Köprüsü’nde Suudî bayrağı açılması cehalet değilse, 2024’ün ilk günlerine tarihlenen bir “fotoğraf vakası”dır!
“Padişah” olabilmek için Osmanoğulları soyundan bir padişahın oğlu olmak koşuldu. Ancak “hümayun”, “şahane”, “mülûkâne” bileşikli padişah sanları arasında hiçbir zaman bir “Halife-i Şahane/Mülûkâne” sanı yoktu. Ancak 19. yüzyılın 2. yarısında bir “halifecilik” akımı başladı ama, Osmanlı padişahını Hz. Muhammed’in halifesi saymak olanaksızdı. Osmanoğulları hanedan geleneğinde de halifelik yoktu. Hanedan Türk, dili de Türkçe idi. Halife olmanın ilk koşulu, Arap ve Kureyş kabilesinden, Haşimoğulları soyundan olmaktı.
Buna karşın 18. yüzyılın son çeyreğinde Aynalıkavak Tenkihnamesi’ne, Ruslar’a tanınan ödünlere karşılık, Osmanlı padişahının da (1. Abdülhamid) bütün Müslümanlar’ın halifesi olduğu maddesi yazılmıştı. Kuşkusuz bunu önerenler, Müslüman Arap toplumların bunu kabul etmeyeceğini biliyordu. İslâm ulemasının da onayı yoktu. Buna karşın “halife sultan” yakıştırması 18. yüzyıl sonlarından başlayarak kritik durumlarda kimi padişahların sanlarına “Halife-i Müslimin” övgüsü olarak eklendi. Sadece bir defa, 1. Dünya Savaş’ında Sultan 5. Mehmed Reşad bu sanla cihad-ı ekber ilan ederek bütün Müslümanlar’ı düşmana karşı savaşa çağırmıştı. Oysa buna ilk uyması gereken Hicaz Emiri Haşimî Şerif Hüseyin ve Araplar, bilindiği gibi İngilizler’le işbirliği yapacaklardı!
Son dönem padişahlarına “Halife-i Resulullah” değil, Müslümanlar’ın önderi anlamında “Halife-i Rûy-i zemin”, “Halife-i Müslimin”, hatta “Zıllullah-ı fi’l-Âlem (Tanrı’nın gölgesi) gibi işlevi, yaptırımı olmayan başka onursal sanlar yakıştırıldı.
13. yüzyıl sonu, 14. yüzyıl başında Anadolu’nun kuzeybatı bölgesinde kurucu beylerin adlarıyla tarih sahnesine çıkan Karaman, Menteşe, Aydın, Karesi gibi yerel Türk egemenleri arasında Osman da vardı. 1281-1299 arasında Eskişehir-Söğüt-Bilecik bölgesini yurt edinen baba-oğul Ertuğrul ile Osman’ın örgütlediği Osmanoğulları’nın kuruluşu evresi, gazilerin fetih ve zaferleri, veli/ ermiş kimliklerin moral desteği ile parlak geçti. Osmanlılık, öteki beyliklerden önce “devlet” oldu. İstanbul’un alınışıyla, Batılılar’ın Ottoman Empire (Memalik-i Osmaniye) adıyla imparatorluk düzeyine ulaştı.
Osmanlı hanedanında bu emperyal kimliği ya da portreyi ilkin Fatih Sultan Mehmed temsil etti. Döneminde, Rumeli’nin ve Anadolu’nun “Çasar”i (Roma İmparatoru) sayılıyordu. Bu konumu, yaptırdığı sarayın (Topkapı) Bâb-ı Hümayun denen görkemli cümle/tören kapısı alınlığındaki yazıtta vurgulanmıştır: “Sultan’ül-Berrîn, Hakanü’l-Bahreyn” (Karaların Sultanı, İki Deniz’in Hakanı).
Onun ardılı padişahlar da en geniş sınırlarla Doğu Avrupa, Kuzey Afrika, Mısır, Arabistan, Kafkasya ve Kırım’ın sultanıydılar. Roma’dan 1000 yıl sonra Akdeniz havzasına egemen, Osman’ın soyundan sıralı inen “padişah oğlu padişah”ların, yazılı buyruklarındaki sanları da “Sultanü’l-berrîn Hakanü’l-Bahreyn” idi. Asya, Avrupa, Afrika’da egemen oldukları ülkelerin toplu tanımı “Memalik-şahane”, “Devlet-i Aliyye-i Osmaniye”, “Memalik-i Âliye-i Osmaniye”, Avrupa’da Ottoman Empire’dı. Yakın zaman tarihçilerimiz de bundan çeviri Osmanlı İmparatorluğu derler.
Şu da vurgulanmalı: İstanbul’un alınışını izleyen dönemlerde Arap-İslâm ülkelerini de sınırlarına katan Osmanlı padişahları “Hâdimü’l-Haremeyn” (Mekke ve Medine’ye hizmet eden) sanını almakla yetindiler. İslâmiyet’e hizmeti öncelediler ama bir İslâm devleti olmayı amaçlamadılar. Örneğin “Osmanlı” adının başına-önüne bir “Türk” eklemedikleri gibi, “İslâm” da eklemediler; ama gayrimüslim uyruk ve topluluklara inanç-ibadet, ticaret, yaşama özgürlüğü tanıdılar.
Fatih Kanunnamesi denen yasada, padişahlık alan ve yetkileri belirlenmişti. Buna göre ülke Osmanoğulları’nın mülkü, mülkün sahibi de tahttaki padişahtı. Padişah ülkeyi ve tebaayı dilediği gibi yönetmek yetkisindeydi; ancak bu keyfî bir yönetim değildi. Din kuralları ve örfle (yasalar) sınırlanmış bir yetkiydi.
Padişah, Dîvân-ı Hümâyun’da alınan ve sadrazamca sunulan kararları onaylar; varsa önerilerini bildirirdi. Tanzimat sonrası düzenlemede de Heyet-i Vekile (Bakanlar Kurulu) kararlarını onaylardı. Öyle ki arşivlerde telhislerin (karar özetlerinin) altına “onaylamıyorum!” anlamında bir sözcük değil, “mabeyn şerhi” denen öneri yazılırdı.
Osmanlılık, temel ve birleştirici kavram; ana öge de Osmanoğulları idi. Padişahlığın bir olmazsa olmazı “gazâ ve cihad”dı; bunun somut belirtisi kılıç kuşanma idi. Tahta geçen şehzade, padişâh-ı âlem ve başkomutan oluyordu.
VEZİRİAZAM / SADRAZAM / BAŞVEKİL
‘Yük taşıyan’ 218 vezir, 600 yıl padişah adına yetki kullandı
İlk zamanlar Büyük Vezir/Vezir-i Kebir, giderek Vezir-i azam, sonra sadrazam, arada yine Vezir-i azam, son dönemlerde ise başvekil denen kişi; padişahın mühr-i hümayununu taşıdığından padişahın yetkilerini de taşıyordu (kuruntulu sadrazamlar bu mührü hamamda bile boyunlarında taşırlarmış).
Padişah, sorumluluklarını, sözlük anlamı “yük taşıyan” olan vezirlere, asıl büyük sorumluluğu ise başvezire (sadrazam) yüklerdi. Sadrazam, Dîvân-ı Hûmayun’un başkanı, Tanzimat ve sonrasında Meclis-i Vükêlâ/ Heyet-i Vekile (Bakanlar Kurulu) reisi konumundaydı.
İlk vezir Alaeddin Paşa’dan sonuncu Tevfik Paşa’ya (1922) kadar, 218 sadrazam saptanıyor. Klasik dönemde zengin gelirli hasları olan, “meşru rüşvetler” de alan sadrazamlara 1843’te 1000 altın aylık bağlandı. 2. Meşrutiyet sadrazamları, nazırlardan heyet-i vekile kurarak padişahın onayına sunma yetkisi kazandılar.
Sadrazamın doğrudan buyruklarına “emr-i sâni” ve “irade-i âliye” denirdi. Dîvân-ı Hûmayun’daki mutat oturumlarından başka, ayrıca Paşakapısı Divanhanesi’nde veya sadrazamın kendi konağında, yönetime ilişkin konuları görüşmek üzere haftada 2 gün toplantı yapılırdı.