İslâm coğrafyacılarının başka ülkeleri çoğunlukla Çin’deki gibi devletin çıkarları açısından değil de İslâmiyet’in yayıldığı alanları tanımak ve tanıtmak üzere gezip dolaştıklarını görürüz. Dârülislâm ve dârülharp kavramlarının gösterdiği gibi, sınırlar esnektir. Bu eserler çoğunlukla siyasi birimlerle değil de coğrafya ve insanla ilgilidir.
Türkler’in tarihinin zaman ve mekan açısından genişliği, tarihçileri bildikleri diller açısından kısıtlar. Ancak 13. yüzyıl öncesinde, bilgileri daha çok Çin ve İslâm kaynaklarından topladığımız gözönüne alınınca, çok önemli bir fark ortaya çıkar. Farsça ve Arapça yazılmış olan coğrafya eserleri daha ziyade insanlardan, yaşayışlarından bahsederken, Çin kaynakları daha çok ülke/devlet (guo) kavramı ile karşımıza çıkar. Çince guo, “sınırları belirlenmiş bir ülke” anlamıyla İslâmi kaynaklardan ayrılır.
Çin tarihinde imparatorların en önemli görevlerinden birinin içte ve dışta herkesi “Göğün altında” (tianxia) birleştirmek olduğu düşünülür. Bu nedenle Çin kaynaklarında kuzeydeki halklar, Türkler ve Moğollar hakkındaki pasajlar, Çin merkezî devletinin dış siyasetini besleyen bilgilerden oluşur. Bu pasajları yazanlar, profesyonel bürokratlar ile beraber çalışan tarihçilerdir. Resmî tarihlerin coğrafyaya ayrılan bölümleri Çin coğrafyasından oluşur. Ayrıca eserlerde yabancı ülkeler ile ilgili bölümler bulunur; burada çoğunlukla diplomatik ilişkide bulunulan hükümdarların ülkeleri hakkında bilgi verilir; hatta kavim ve kabileler hakkında da kimi zaman kısa, kimi zaman ayrıntılı bilgiler bulunur.
Asya’nın doğusundaki Türkler’in tarihine dair kıymetli bilgileri buralardan alırız. Diplomatik ilişkilerden sözeden belgeler, bir taraftan siyasi tarih diğer taraftan da yabancı ülkelerin Çin imparatoruna sundukları hediyeler üzerine odaklanır. Merkezî Çin devleti bu belgelerde kendi konumuna herkesin üstünde bir yer verdiği gibi, hediyeler de Çin imparatorunun yüceliğini vurgulayarak “haraç”tan sayılır. Aslında imparatora sunulan hediyeler karşılıksız bırakılmaz; ama çoğunlukla bunlara kaynaklarda yer verilmez. Kimi zaman da karşı taraf güçlü olunca ona “hediyeler” gönderilir ama bunlara “haraç” denmez. Çin tarihçiliği ayrıca, “şecereci” bir yaklaşımla sözkonusu ülkenin/devletin hangi devletin halefi olduğunu belirtmeye özen gösterir. Örneğin Göktürkler, Hunlar’ın neslinden gelir. Bu çerçeveyi çok daha sonra, 17. yüzyıl Fransa’sında “Türkler’in ve Moğollar’ın tarihi” başlığıyla görürüz ki, bu model daha sonra “modern tarih” görüşü ile bizde de benimsenecektir.
İslâm tarih yazıcılığı kendisinden öncesine tematik yaklaşırken, İslâmiyet sonrası için kronolojiyi ön plana çıkarır. Bu açıdan günün gelişmeleri de, geçmişi anlatan bilim de aynı kelimeyle, “tarih” diye ifade edilir. Türkler hakkında haber/bilgi verenler daha çok coğrafi eserlerdir. Öte yandan İslâm coğrafyacılarının başka ülkeleri çoğunlukla Çin’deki gibi devletin çıkarları açısından değil de İslâmiyet’in yayıldığı alanları tanımak ve tanıtmak üzere gezip dolaştıklarını görürüz. Yazarı bilinmeyen Hududülalem (10. yüzyıl) veya Şerefüzzaman Mervezî’nin eseri (1120) gibi örnekler, bize yollar, bölgeler, yerleşim veya konaklama alanları üzerine bilgi verdikleri gibi, farklı Türk kavim ve kabileleri hakkında da ayrıntılı diyebileceğimiz veriler sunar. Dârülislâm ve dârülharp kavramlarının gösterdiği gibi, sınırlar esnektir. Mesela Mervezî eserinde “Türkler pek çok cinslere, kabilelere, oymaklara ayrılan büyük bir millettir. Bir kısmı şehirlerde ve köylerde, bir kısmı da kırlarda ve çöllerde oturur” (R. Şeşen, İbn Fazlan-1975) diyerek, çok geniş bir coğrafyadaki Oğuz, Çigil, Kimek, Peçenek ve başkalarından sözetmiş olur.
Bu eserlerde ders kitaplarından artık ezbere bildiğimiz Kadim Türk (Göktürk), Uygur, Gazneli, Karahanlı gibi devletlerden sözedilmediğini görürüz. Çin tarihçiliğinin aksine bu eserler siyasi birimlerle değil de coğrafya ve insanla ilgilidir. Bu yaklaşım, Kaşgarlı Mahmud’un haritasında ve eserinde de vardır: Örneğin o, alışıldığı gibi devletten değil de hükümdardan insan olarak sözeder. Gazneli Mesut’tan da evlendiği gece gelin hanımın kendisine çelme takmasını “kız birle küreşme, kısrak birle yarışma” deyimine örnek olarak gösterir. Tarihî kaynakları tek taraflı değil de ancak bütüncül olarak ele aldığımızda hem devlet de hem de kabile toplumu içinde insanı görebiliriz. Dili ve kültürü yaşatanların insanlar olduğunu, Kaşgarlı Mahmud bize ölümsüz eseriyle gösterir. Ne de olsa devlet de insanıyla kaimdir.