Yerel seçimlerin arifesindeki ülkemiz, tarihte nadir görülen kırılmalardan birini yaşıyor. Belediyelerin neredeyse tamamen rant kapısı olarak görüldüğü, parti ve adayların büyük oranda buna göre belirlendiği-dayatıldığı bir atmosferde oy kullanacağız. Siyasi iktidar sahiplerinin, devletin en tepesinden itibaren vatandaşa verdikleri mesaj oldukça hazin: “Tamam, dilersen diğer partinin adayına oy ver; ama o zaman gündelik hayatı sana dar ederim. Güvenliğini, çoluk-çocuğunu, paranı-pulunu, işini-gücünü, hatta evini (rezerv alan yasası), huzurunu kaybedebilirsin. Ona göre!”
Siyasetteki kirlenme yeni değil şüphesiz. Zaten reel siyaset, tarihin hangi döneminde, hangi diyarda pirüpak temiz olmuş? Ancak ülkemizde yakın zamanlara kadar, özellikle yerel seçimler sözkonusu olduğunda; adayların şu veya bu partiden olması şüphesiz belirleyiciydi ama; yine de “Ben şu partiyi destekliyorum, ama bizim bölgeden aday olan diğer partinin insanı (diyelim) buralı ve günlük problemleri daha iyi biliyor; ona oy vereceğim” diyenler de epeyceydi. Zaten yerel seçim bu demekti ve genel seçimlerin aksine, birlik-beraberlik görüntüleri de güzeldi.
Bugün geldiğimiz nokta ise, bırakın birlik-beraberliği, son yıllarda çeşitli vesilelerle belirttiğimiz gibi, maalesef “dış düşmana ihtiyaç bırakmayacak” şizoid bir karakter kazanmıştır. Seçim sonuçları ne olursa olsun, buradan, bu atmosferden ülke için bir kazanç çıkması neredeyse imkansız kılınmıştır.
Evet, çok ciddi iktisadi-sosyal zorluklar içerisindeyiz. Evet, toplumsal istikrar ve bireysel ahlak konularında berbat olmasak da ona epey yakın bir yerlerdeyiz. Evet, nüfusumuza göre ortaya koyduğumuz üretim kalitesi ve miktarı son derece yetersiz. Tüm bunları birbirimize düşerek, suçu “karşı” dediğimiz tarafa atarak, birbirimizin gözünü oyarak mı çözeceğiz? Ülkemizin bugün en büyük ihtiyacı sahici/hakiki özgüvendir. Bu da herkesin takdir edeceği gibi ona-buna efelenerek, üst perdeden repliklerle “sahne yaparak”, sosyal medyada trol şakşakçılığını besleyerek, “düşman” bellenen rakiplere karşı reaksiyon edebiyatı keserek gerçekleşmez.
Ülkemizin yakın geçmişinde, tüm cumhuriyet tarihine damgasını vurmuş önemli bir dönüm noktası var: 1 Mart Tezkeresi! Bu ülkenin meclisi, 2003’te Irak’taki Saddam rejimine karşı haraketa hazırlanan ABD’ye kısaca “benim toprağımdan geçemezsin” demişti. Üstelik o dönemde hem hükümet içinden hem Sağ’dan ve Sol’dan ve hem çeşitli “Orta”lardan gelen “Bakın bunu kabul etmezsek masada yerimiz olmaz” diyenlere rağmen. TBMM’nin bu “Hayır’lı” kararı AB süreci başta olmak üzere önemli değişikliklere yol açmış; aksini söyleyenlerin aksine, Türkiye dünyada büyük itibar kazanmıştı. O dönem Başbakan olan Abdullah Gül, yaşanan gelişmelerin detaylarını ilk defa bu sayımızda dile getiriyor; birlik-beraberlik noktasında bir tutumun tarihi nasıl değiştirdiğini anlatıyor.
Bu ülke bizim, hepimizin. Vicdanımızı da ötekileştirmeyelim.