Bektaşî’nin nükteli bir yorumuna göre, “müminleri pek sevdiği için her yıl 11 gün daha önce gelen 11 Ayın Sultanı” Ramazan ve bayramı, eski renklerinden uzaklaştı, geleneklerini büyük oranda yitirdi. Artık bayram ziyaretleri ve yemekleri, bayrama özel giyim-kuşam yerine, telefon mesajlarıyla “cepten” bayramlaşıyoruz.
Ramazan, Türkler için sadece oruç ayı değildi. Ramazan’ın gelişi, günler öncesinden yapılan hazırlıklarla karşılanırdı. Mutfak işleri, ev temizliği, alışveriş, her Müslüman evinin mutat telaşıydı. Eğlence hayatı da Ramazan gecelerinde hareketlenirdi. İstanbul’da Şehzadebaşı’ndaki Direklerarası, eğlence mekanlarının başında gelirdi.
Eski Ramazanlar davullar, toplar, kandillerle karşılanır ve yine davullar, toplar, kandillerle uğurlanırdı. Ramazan davulcuları -ki çoğunlukla mahallenin bekçileriydiler- ayın 15’i ve bayram sabahları mahalleleri dolaşır, bahşiş toplardı. Davulculara bey konaklarından verilen bahşişler, mutlaka bir mendil ya da kağıda sarılırdı. Davulcuların mahalleye girmesiyle, çoluk-çocuk pencerelere-kapılara koşuşur, davulcuların söyledikleri mânileri dinlerlerdi.
Abdülaziz Bey, Osmanlı Âdet, Merasim ve Tabirleri isimli kitabında Ramazan davulcularını şu satırlarla anlatır: “Biri boynuna ufak boy bir davul asar, diğeri eline bir cam fener alır, mahalleleri dolaşır, büyük ev ve konak kapısı önlerinde durur, kendilerine has bir ritm içinde davul çalar, şiir okur, bahşiş beklerlerdi. Çocuklar da bunları çok sevdiğinden manzumelerini daha fazla dinlemelerini temin için bahşişler geç verilir, gerekirse ayrıca ricada bulunulur, bu arada dinlemek isteyen herkes pencerelere koşardı.”
Davulculara verilenler sadece parayla sınırlı kalmazdı. Bulgur, simit, pirinç, şeker gibi bahşişlerin yanında, kimi zaman evde hazırlanan kete ve katmer gibi yiyecekler de ikram edilirdi. 30 Ramazan akşamı ve bayramda da devam eden davul çalma geleneği Türkler’e özgüydü.
Oruç ibadetinin bitimini izleyen ilk gün için, İslâm dininin tanımına göre zengin sayılanların yoksullara vermesi vacip ve sevap olan sadakaya fitre, fıtır sadakası ya da fıtır zekatı denir. Ramazan Bayramı denen 1 Şevval gününün doğru adı da Fıtır/ Fitre Bayramı, eski deyimle “iyd-i fıtır”dır. O sabah, kuşluk vakti camide topluca kılınan namaza başlarken imam ve cemaat “Fitre Bayramı namazı kılmaya” niyet ederler.
Oruç ayının sonunda tatlılara aşırı istek duyulduğu için bayram günlerinde baklava, kadayıf, şekerleme ikramları yapılır. Bundan dolayı Ramazan Bayramı’na halk arasında Şeker Bayramı da denilegelmiştir.
Bayramlarımızın geleneksel ikramlarından akide şekeri, aslında bir Yeniçeri Ocağı geleneğidir. 3 ayda bir, ulufe denen maaşlarını almak için saray avlusunda toplanan Kapıkulu askerlerine, Has Fırın’da pişirilen fodla (pide) ile saray mutfağında hazırlanan çorba, zerde ve pilavdan oluşan kuşluk yemeği dağıtılır; bu sırada askerin padişaha bağlılığının işareti olmak üzere bir de “akide merasimi” yapılırdı. Yeniçeri Ocağı’nın büyük subaylarından kul kethüdası ile muhzır ağa, Kubbealtı’na gelerek sadrazamın başkanlığındaki divan üyelerine ellerindeki tablalardan mangır (para) biçimindeki akide (bağlılık) şekeri sunarlardı. Bu, Ocaklılar’ın padişaha bağlı olduklarının kanıtı sayılır; Yeniçeriler’in bir taşkınlık yapmaksızın aylıklarını alıp gidecekleri anlaşıldığından divandakiler rahatlardı.
Bu ilginç saray geleneğinden konaklara, evlere, dükkanlara da akide şekerleri gider; herkes, Yeniçeriler’in bir eylem yapmayacağını öğrenmiş olurdu. Bu gelenek nedeniyle bir bakıma huzurun, güvenliğin, ağız tadının simgesi kabul edilen akide şekeri, zamanla mevlit ve bayramların da ikramı olmuş; şekerciler, ağdaya zararsız boyalar, kokular, tarçın, karanfil, baharat katarak türlü akideler üretmişlerdir.
(ntv tarih’in 8. ve 31. sayıları ile #tarih’in 2. sayısındaki yazılardan derlenmiştir)
SARAYDA BAYRAMLAŞMA
‘Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!’
Fâtih Kanunnamesi’ndeki “Bayramlarda Divan Meydanı’na taht kurulup çıkmak emrim olmuştur” kuralı gereği, Ramazan ve Kurban Bayramı’nda, sabah namazından sonra, sarayın taht kapısı (Bâbüssaade) önüne mücevherli altın bayram tahtı kurulur; sadrazam ve divan erkanı Kubbealtı’nda; ulema, ocak ağaları, kalemefendileri, hekimbaşıya kadar teşrifat defterinde yazılı olanlar da tören giysili olarak avlu revaklarının önünde el, etek, saçak öpmek için toplanırlar; Hasoda’da Enderun halkıyla bayramlaşan padişah Taht Kapısı’nda görününce çavuşlar topluca: “Aleyke avnullah, maşallah! Devletinle bin yaşa! Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” diye alkışta bulunurlardı.
Mehterhane’nin çalışı, donanmadan top ve tüfek atışları sürerken kutlamalar başlar; padişahın hocası, Kırım hanzadeleri, şeyhülislâm ve ulema, el öpmek için tahta yakın olurlar, ayağa kalkan padişahla musafaha ederlerdi. Bundan sonra teşrifatın alt sırasından yukarıya doğru, kapıcılar, mirahurlar, müteferrikalar, Birûn ağaları, kethüdalar etek öperler; en son Kubbealtı’ndan çıkan sadrazam ve divan erkanı, önlerinde çavuşbaşı ve kapıcılar kethüdası, tahta yaklaşırlardı. En çarpıcı sahne, sadrazamın, 3’er adım arayla 3 defa diz çöküp yeri, sonra padişahın her iki ayağını öpmesiydi.
Muayede-i hümayun denen bu tören bitince Harem’e geçen padişah, ailesiyle de bayramlaşır; bayram namazı için hazırlanır, Harem Taşlığı’nda murassa eyerli atına binerek Alay Meydanı’na çıkar, oradan da mevkib-i hümayun denen muhteşem kortejle namaz kılacağı camiye giderdi.