Kadıköy’ün sahil semtlerinden Moda, İstanbul’un karşı yakasındaki en önemli yerleşimdi. Esas olarak köşklerden-konutlardan, ibadethane ve okullardan oluşan semt; çokkültürlü dokusu, plajı ve hayat tarzı ile farklılaşıyordu. Gerek tarihî Pervititch haritaları gerekse yakın tarih araştırmacılarının referans kitapları, semtin yakın geçmişini günümüze taşıyor.
Okullarda, orta öğrenim yıllarında gördüğümüz tarih derslerinde savaş sonrası yapılmış antlaşmaların maddeleri kafamıza kakılırdı da, hiçbir öğretmenin aklından çatısı altında bulunduğumuz okulun tarihini anlatmak geçmezdi. 6 yılımı geçirdiğim Saint-Joseph’in köklü sayılabilecek tarihine, okul döneminden çok sonra kendi çabalarımla ve merakımla sokuldum. Lisenin son iki yılında öğrencisi olduğum Ankara Atatürk Lisesi’nin oldukça özgün yapısının mimarının Bruno Taut olduğu bilgisine ise 20 yıl sonra eriştim. Düşünmüşümdür: Okulun öğretmenleri adını duymuş muydu? Mezun öğrencilerden kaçının tasası olmuştu o bilgi?
Konuya dönüyorsam, Saint-Joseph üzerine yıllar önce yazdığım denememe bir uzantı getirmek için. Kadıköy ve Moda tarihine yoğunlaşan amatör tarihçiler (burada lütfen herhangi bir küçümseyici vurgu aranmasın), internet ortamında değerli katkılar yapıyor; bunlardan kimileri zaman içinde kitap hâline de geliyor, gelecektir.
Arif Atılgan’ın “blog”u ve kitapları örnek. 2015’te Saint- Joseph lisesi ve çevresi hakkında görsel malzeme destekli yaptığı çalışmaya ben yeni ulaştım. 35 yıl önce yazdığım Saint-Joseph metnimde ne okulun hemen altındaki arazide yer alan manastırdan ne de Alman kampından sözetmediysem, varlıklarını bilmediğim içindi. Küçük Moda’nın Pervititch paftasında bölgenin iç dağılımı apaçık gözler önüne seriliyor.
Arif Atılgan’dan geniş bir alıntı yapmak istiyorum; meraklı takipçiler “atilganblog.blogspot. com” adresine başvurabilir fazlası için:
“Moda İskelesinin Kalamış tarafında kalan eski Moda Plajının üst tarafı Küçük Moda olarak bilinirdi. Bunun sebebi, buradaki denize çıkıntı yapan burunun Moda Burnunun içinde küçük bir burun olması dolayısıyladır. 1900’lü yılların başında Küçük Modanın üst tarafında 1895 yılında son şeklini almış olan Saint Joseph Okulu bulunmaktadır. Onu, eski adıyla Yoğurtçu Park Cad. yeni adıyla Dr. Esat Işık Caddesinin sınırının alt tarafında bir manastır ve manastırın altında Şifa Hastanesinin bulunduğu Şifa Sokağı izlemektedir. Manastır Karmelit Rahibelerinin manastırı idi. Şifa Hastanesi, o yıllarda Yeldeğirmeni’nde açılan Dame De Sion Okulunun şubesini inşa ederek eğitim veren Oblates de L’assomption rahibelerinin Kadıköy’e gelme sebebi olan hastanedir. Saint Joseph Okulunun denize doğru olan tarafında ise bahçelik alanlar vardır… Eski Moda Plajının hemen üstünde Moda Mektebi Sokakta ise Mıkhitarist Papaz Okulu bulunmaktadır. Mıkhitarist Papaz Okulu Katolik Ermeni mezhebine aittir. Sokak bu okul sebebiyle Mektep Sokak adını almıştır. Moda Plajının bulunduğu küçük koy ise henüz ağırlıklı olarak İngilizlerin denize girdiği temiz bir kıyıdır. Plajın üstünde küçük bir bahçe göze çarpmaktadır.
1900’lü yılların ortalarına doğru Küçük Moda da az da olsa değişiklikler olmuştur. Saint Joseph Okulunun denize doğru olan tarafındaki Karmelit manastırının altındaki alan Almanlar tarafından kiralanmış ve kamp yeri olarak kullanılmaktadır. Alman gençlerinin disiplinli kamp yaptığı bu alan 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanlar tarafından terk edilmiştir. 1930’lu yılların Pervititch Haritalarında Alman Kampının sahilinde Kolejin İskelesi gözükmektedir. Bu iskeleye yanaşan teknelerdeki kömürler, dik kayalıklardaki rayların üzerinde çalışan dekovil hattı ile Saint Joseph’e çıkarılmaktadır. Loranda ailesinin arazisi ise aileye sonradan giren kişiler olması sebebiyle Frankenstein ailesinin olmuştur. (…) 1950’li yıllardan sonra Karmelit Manastırının yerine Maarif Koleji gelmiş, rahibeler Kızıltoprak tarafına gönderilmişlerdir. Maarif Koleji 1976 yılında Kadıköy Anadolu Lisesi adını almıştır. Alman Kampının bulunduğu alan ise spor alanlarına dönmüştür.”
Eşinirken ve sıçrarken, benzeri bağlamda bir röportaja Gazete Duvar arşivinde rastladım: Berker Döner imzalı, “Bir Modalı Levanten: Mösyö Mario Vanocore” son derece değerli ve etkileyici bir belge; yazarın Öyle Bir İstanbul kitabında şimdi. Yalnızca taşıdığı portrenin yakıcı boyutları nedeniyle değil, Moda’nın yakın dönem tarihi açısından da ufuk açıcı bir röportaj bu. Bir ucu, Saint-Joseph Lisesinin geçmişine de uzanıyor, ürperiyorum: Baba ve oğul Vanocore’yi görmüş ve tanımış olmalıyım -bir geniş alıntı da buradan:
“1940’da Moda’da doğan Mario Vanocore, bir zamanların levanten Moda semtinin son üyelerinden. 1900’lü yılların başında, büyükbabası Antonio Vanocore ailesiyle birlikte Napoli’den İstanbul’a göç etmiş. O yıllarda Kadıköy’ün en aristokrat semti olmakla ünlü Moda, semte yerleşen levanten ailelerin Batılı hayat tarzıyla biçimlenmiş. Vanocore Ailesi de İstanbul’a gelir gelmez, hiç tereddüt etmeden Moda’ya yerleşmiş. Büyükbabasından dinlediği o yılları şöyle anımsıyor Mösyö Mario: ‘İstanbul’un en varlıklı ve nüfuzlu levanten aileleri Moda’da yaşardı; İngiliz Whittall Ailesi bunların başında gelirdi. Vitol Çıkmazı Sokak (günümüzde Belkıs Dilligil Sokak) bu aileden kalma bir isimdir. Küçük Moda’da geniş arazilerin sahibi Lorando Ailesi, sonrasında La Fontain, Tubini, Frankenstein ve Frederiçi aileleri de ünlüdür. Bu ailelerin Mühürdar, Moda Burnu, Küçük Moda’da geniş arazileri, görkemli köşkleri vardı. Son derece kültürlü ve varlıklı Modalı Levantenlerin semte hakimiyeti cumhuriyetin ilk dönemine kadar sürdü. Onun dışında bizim gibi orta halli levanten aileler de vardı. Vanocore, Corinthio, matbaacı Zelich ailesi, Kuntze, Perpinyani, Novotni, Raad, Mikonio Ailesi ortahalli levanten ailelerdendi. Bizler az önce sözünü ettiğim o büyük ailelerin yanında çalışırdık. Büyükbabam Antonio Vanocore, Whittall Ailesi’nin kotrasında kaptandı. Hayatını kaptanlıkla kazanırdı. Vanocore Ailesi, o yıllarda Muratbey Sokak’ta Bakkal Ali Bey’in evinde oturuyormuş. 1945 yılında, çok tanıdık bir sebeple, ‘Almanya’dan oğlum geliyor. Bundan sonra bu evde oturacak’ denilerek apar topar evden çıkarılmış. Evsiz kalan aileye, yardım elini Notre Dame de L’Assomption Kilisesi uzatmış. Geçim sıkıntısının üstüne yersiz yurtsuzluk da eklenince, iyice perişan olan aile, kilisenin teklifini kabul etmiş. Babam 1930’lu yıllarda Joseph’te marangozluk yapıyordu. O yıllarda kaçak olarak çalışıyordu. Bir levantenin Türkiye’de çalışması yasaktı. Evden de çıkarılınca mecbur kaldık, Notre Dame de L’Assomption Kilisesi’nin başrahibi ile görüştük. Katolik bir ailenin sokakta kalmasına müsaade etmeyeceklerini düşündük. Yanılmamışız! Ağabey Sokak’ta kiliseye ait iki katlı bir bina vardı, ‘orada oturabilirsiniz’ dediler. Tek şartları vardı; babam kilisenin zangocu olacaktı. Böylece babam 1945 yılında kilisede çalışmaya başladı. Bu zor günleri atlatabilmek için ailecek babama yardım ettik. 1950 senesinde Adnan Menderes iktidara gelince bir kanun çıkardı. Türk vatandaşı olmayanlar Türkiye’de çalışabilir ama vergi ödemek şartıyla! Babam Bastiyano Vanocore bu kanunla çok rahatladı. Vergisini ödediği marangozluk mesleğine de devam etti. 1984 senesine kadar Saint Joseph Lisesi’nin marangozluğunu yaptı.”
Son yıllarda, böylesi kaynaklarla, kaynak-metinlerle her karşılaşışımda, içimde belgesel-kurmaca karışımı katır filmler çekmeye hevesli bir sinemacı kıpırdıyor.
İnsanlarla insanlar, bir o kadar da mekanlarla mekanlar arasında köprüler kuran, zaman tünellerinde dolaşacak yapımlar. Kurmaca, böyle durumlarda gerçeğin tamamlayıcısı olur; farklı tabakalar arasındaki boşlukları gerçeksi (vraisemblable) hamlelerle doldurur. Bir defasında Goering’in bavul ve sandıkları üzerinden ucu açık ve bulanık kalmış bir İstanbul hikayesinden yola çıkmıştım. Açık uçlardan biri de Goebbels’in 13 Nisan 1939’da İstanbul Moda’da, Teutonia Kulüp’te yediği akşam yemeğine bağlanabilir. Heyetiyle bir fotoğrafı yer almış basınımızda. Alman kampını ziyaret etmiş miydi? Bu olası ziyarete ilişkin tozlu bir rafta sırasını bekleyen kayıtlar var mıdır?
Kamera arkasındaki göz, bakış bu tür ayrıntılar arasında mekik dokuyabilir. Bunun en düzgün yolu haritalara büyüteçle bakmaktan geçiyor sanırım. Kadıköy’ün derin tarihçisi Müfid Ekdal, doyumsuz tadlarla donattığı Kapalı Hayat Kutusu- Kadıköy Konakları’nda Şifa semtine şöyle girer:
“Anadolu Lisesi’nin bugün bulunduğu yerde Saint Joseph Lisesiyle komşu duvarı olan büyük bir arazi içinde bir rahibe manastırı (…), manastırın bahçesinin bittiği yerde denize kadar uzanan çam ve kavak ağaçlarıyla dolu çok büyük bir arazi vardı. Bu arazi II. Dünya Savaşından önce İstanbul’daki Alman kolonisi tarafından kiralanarak yalnızca Almanların faydalandığı son derece mükemmel bir dinlenme kompleksi inşa edilmişti. Türklerin ne denizden ne karadan yakınından bile geçemediği bu kampta Alman gençleri askeri bir disiplinle yetiştirilir, her türlü sporu en iyi şekilde yapabilmeleri için adeta zorla çalıştırılırdı. (…) Savaşın sonuna doğru Türkiye Almanya’ya savaş ilan edince Türk toprağı üzerine kurulmuş bu küçük Alman kolonisi de Türkiye’yi terketmek zorunda kaldı.”
Ekdal, daha sonra kampın arazisine Coni Brindizi’nin göz-kulak olduğunu, kızı Elizabet’in Kadıköy’ün en güzel kızı olduğunu (ve Orhan Boran’la kısa süren bir evlilik yaptığını) aktardıktan sonra, baba-kızın bilinmeyen nedenlerle Vatikan tarafından aforoz edildikleri bilgisini veriyor!
Kameranın arkasına girecek gözün sahibi, Vatikan arşivlerinden gerekçeyi bulup getirmeli.