Kasım
sayımız çıktı

1.Dünya Savaşı’na doğruTürkiye’nin son 100 günü…

OSMANLI DEVLETİ’NİN SON ÇIRPINIŞI VE ALMAN İTTİFAKI

Batı cephesinde 28 Temmuz 1914’te başlayan -o dönemki adıyla- Büyük Savaş’a, Osmanlı Devleti yaklaşık 100 gün sonra, 30 Ekim’de resmen dahil olacaktı. Bu kritik süreç, 4 yıldan fazla sürecek ve sadece Türkiye’yi değil dünyayı değiştirecek gelişmelere sahne olacaktı. 1. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde yaşanan kritik hadiseler ve analizi.

Osmanlı Genelkurma­yı’nın en parlak subayla­rından biri sayılan İstih­barat Şubesi Başkanı Kâzım Bey (Karabekir), Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand’ın Saraybos­na’da öldürüldüğü 28 Haziran 1914 tarihinde Paris’teydi. Birkaç gün önce çeşitli temaslarda bulunduğu Berlin’den buraya gelmişti ve savaş dumanlarının henüz sarmamış olduğu ışık­lar içindeki kentte insanların şen-şakrak eğlendiğini görerek şaşırmıştı. Suikastın ertesi günü Paris büyükelçimizi ve orada bulunan ataşe ve diğer görevli­lerimizi de fazlasıyla endişesiz buldu. Herkes “bundan büyük bir şey çıkmaz” rahatlığındaydı.

Bu kaygısızlıktan rahatsız olan Kâzım Bey, seyahatini kısa keserek ülkeye dönerken uğra­dığı Budapeşte’de ise farklı bir ruh haliyle karşılaştı. Avustur­ya-Macaristan İmparatorluğu daha şimdiden savaş havasına girmişti. 14 Temmuz sabahı İs­tanbul’a dönünce derhal Genel­kurmay’a koştu ve Enver Paşa’ya savaşı niçin kaçınılmaz gördü­ğünü nedenleriyle anlatmaya koyuldu. Enver Paşa her zaman­ki hâliyle, biraz gülümseyerek, adeta “anlat anlat, heyecanlı oluyor” dercesine onun endişe­lerini dinledi.

1914 Temmuz ortasında bile, hiç kimse Osmanlı Devleti’nin de barış içindeki son günlerini yaşadığını bilemezdi. Birkaç gün sonra İstanbul dahil bütün başkentlerde büyük bir telaş gözlenecek, Kâzım Bey haklı çıkacak, dünya tarihinin o güne kadar yaşadığı en büyük, en geniş, en ölümcül savaş, Büyük Savaş başlayacaktı.

Kriz kendi kargaşası içinde gelişirken İstanbul’da hükümet bölünmüştü. Rusların Kara­deniz’de Boğazlar’ın işgaline yönelik bir kolordu hazırlamala­rı bütün diğer endişelerin önüne geçiyordu ama, buna karşı izle­necek yol konusunda düşünce­ler farklıydı. Enver Paşa, fiilî bir savaş durumunda Almanların kısa süre içinde zafer kazana­cağından emindi; dolayısıyla Almanya ile ittifakı Balkanlar ve Ege’deki kayıpların bir kısmı­nın geri alınması için yegane şans olarak görmekteydi. İtilaf Devletleri’nin kazanacağına inanan diğer üyeler ise İngilte­re ve Fransa’ya yanaşmak için teşebbüs halindeydi. Bir diğer grup ise tarafsızlık veya silahlı tarafsızlık peşindeydi. Talat Bey’in Ruslar tarafın­dan geri çevrilmesinden sonra, Temmuz ortasında Cemal Pa­şa’nın da Fransızlar tarafından reddedilmesini takiben Alman ittifakına taraftar olanların eli güçlendi. Esasen Enver Paşa Temmuz’un 22’sinde hükümete haber bile vermeden Almanlara bir öneride bulunmuştu ama Berlin’den hemen bir “evet” gelmemişti.

AskeriTarih-3

Almanlar da Osmanlı Dev­leti’yle ittifak konusunda ikiye ayrılmıştı. Özellikle 1914 yazına doğru Türk-Alman ilişkileri hiç de iyi sayılmazdı. Balkan felaketi Türkiye’nin müttefik olarak değerini azaltmıştı ve İstan­bul’daki Almanya Büyükelçisi Von Wangenheim savaşta yük olacağımızı, yarardan çok zarar getireceğimizi ileri sürmektey­di. 18 Temmuz günü Berlin’e şu raporu gönderdi:

“Şüphesiz ki Türkiye uygun bir müttefik olamayacaktır. Müttefiklerinden tek istedikleri, karşılığında hiçbir şey verme­den onların yükünü üstlenme­leridir. Üçlü İttifak’ın politikası, ileride şayet Türkler büyük bir güç sahibi olurlarsa, ilişkileri iplerin kopmayacağı bir şekilde tutmak olmalıdır.”

Ne var ki 24 Temmuz’a gelin­diğinde, askerî gereksinimler tarafların düşüncelerinde daha ağır basmaya başladı. Hanedan bağı dolayısıyla Yunanistan’a yakınlık duyan Kayzer Will­helm, Rusya’nın piyonu sayılan Sırbistan’a karşı Bulgaristan, Romanya ve Türkiye’yi içerecek bir birlikteliğin Avusturya-Ma­caristan’ın da istediği bir şey olduğunu biliyordu; Sırbistan’ın hızlı bir yenilgiye uğratılma­sı bunu sağlayabilirdi. Ayrıca İstanbul’da bulunan Liman von Sanders, Türkiye’nin birkaç ay içinde en az 4 kolordu hazırla­yabileceği kanısındaydı. Buna rağmen Dışışleri Bakanı Jagow ve Wangenheim, Türkiye ile ittifaka hâlâ razı olmamışlardı. Ayrıca Türkiye, hemen Ağustos ayında savaşa hazır olamaya­caktı ve sonrası için de kaynak­ları çok yetersizdi. Ancak savaş başlamadan 1 hafta kadar önce Willhelm ağırlığını koydu ve Türkiye ile ittifak yapılmasını emretti.

1914 Temmuz ayı boyunca Kâzım Bey, İngilizlerin Türkiye için yapımı tamamlanan gemi­leri teslim etmeyeceği korkusu içindeydi. Ayrıca uzun süredir, İstanbul’a yapılacak muhte­mel bir Rus çıkarmasının nasıl engellenebileceğini düşünü­yordu. Günümüzdeki 25 kadar ilimiz sınırları içinde yaşayan Ermenilerin, sözde reformlarla bu bölgelerden kopartılması da fiilen gündemdeydi. Nitekim bu amaçla Norveçli Hoff ve Hollan­dalı Westenek çok geniş yetkile­re sahip genel müfettiş sıfatıyla atanmışlardı (Neyse ki savaş çıkınca bu ertelendi. Hoff sadece bir defa Van’a gelip gitmiş, Wes­tenek ise işe başlayamamıştı. Böylece ülke, utanç verici bir felaketten kurtuldu).

Karadeniz’de ise, İngiltere’de yaptırılan iki güçlü gemi Rusları engelleyebilecek yegane faktör olarak görülmekteydi. İngilizler, Rusya ile arayı iyi tutma gere­ğini de gözönüne alarak, Sultan Osman ve Reşadiye ana muha­rebe gemilerinin teslimatını ge­ciktirdi. Nihayet 29 Temmuz’da (savaşın resmen başlamasından 1 gün sonra) Churchill, gemilere elkonulduğunu açıkladı. Söz­leşmeye göre savaş durumunda İngiltere’nin böyle bir hakkı vardı ama, Osmanlı Devleti henüz savaşa dahil olmamıştı ve gemileri teslim alacak Türk mürettebat da birkaç gün önce yola çıkarılmıştı.

AskeriTarih-1
Arşidük Ferdinand ve hamile karısını vurarak öldüren 19 yaşındaki Gavrilo Princip, suikasttan hemen sonra yakalanmıştı.
AskeriTarih-2
28 Haziran’da öldürülen Avusturya Macaristan Arşidükü’nün kanlı üniforması bugün Viyana’daki askerî müzede sergileniyor.

İngiltere ve Rusya’nın çıkarı Türkiye’yi tarafsız tutmak ol­masına rağmen, gerek Yuna­nistan’a yakınlıkları gerekse de Rusya’nın ısrarıyla gemilerin alıkonması, Türkiye’yi Üçlü İttifak safına yaklaştıracaktı. Eylül ayında İngilizler ve Ruslar, Türkiye’ye tarafsızlık koşuluyla toprak bütünlüğünün koruna­cağı garantisi verdiler; hattâ bir ara gemilerin verilmesi bile düşünüldü ama artık olaylar rayından çıkmaya başlamıştı. Halkın bağışları ve dış borç­lanma birleştirilerek 7.5 milyon Sterlin gibi muazzam bir meblağ ödenen gemilere elkonulma­sı Türkiye’de büyük bir infial yarattı. Üstüne üstlük, Tem­muz’un son günlerinde İngiliz­lerin gemilere elkoymaya karar verdikten sonra dahi “teslim için son taksiti ödeyin” demeleri; bu taksitin ödenmesi; ancak elkoy­manın mürettebat yola çıktık­tan sonra açıklanması büyük bir rezaletti.

22 Ağustos günü İstanbul gazeteleri bir hükümet tebliği yayımlayarak gemilere elko­yulmasını gasp olarak niteledi ve şiddetle kınadı. Aynı gün İs­tanbul’daki İngiliz Büyükelçiliği üzüntüsünü bildirdi; gemilerin geri verilebileceğini söylediyse de elbette hem gemilerin hem de paranın üzerine yatılacaktı.

Aslında Türkiye ile Alman­ya, 2 Ağustos gibi çok erken bir tarihte ittifak yapmıştı. Bunun sadece 4 kişinin (Sadrazam Sait Halim, Dahiliye Nazırı Talat, Harbiye Nazırı Enver ve Meclis Başkanı Halil) bilgisi dahilinde yapılmış olması; bırakın Mec­lis’i, hükümetin diğer üyeleri­nin bile haberdar edilmemesi elbette dehşet vericiydi, yöne­timdeki kaosa işaret ediyordu. Zaten sonraki günlerde Enver Paşa hariç tüm İttihatçı liderle­rin şaşkın bir şekilde sağa-sola koşuşturmaları, yönetim zaafını bir defa daha göstermişti.

Olan olduktan sonra yine Enver Paşa hariç diğer İttihatçı­lar, yapılan yanlışlığı geç de olsa farkettiler; Almanya ile yapılan antlaşmanın ülkeyi karşılıksız olarak büyük bir riske soktuğunu belirterek bir dizi taahhüt iste­diler. Wangenheim ise o safhada Türkiye’nin savaştan sonra Bal­kanlar’da, Mısır’da, Kafkasya’da­ki isteklerini ve diğer taleplerini reddedecek değildi; hiçbir resmî taahhüt altına girmeden, şahsi bir mektupla Ege adalarının Türkiye’ye iadesi dahil bunları yuvarlak bir şekilde geçiştirdi.

İngiltere ve Fransa ise, toprak bütünlüğünden başka hiçbir vaatte bulunmadan Türkiye’nin tarafsızlığını istiyorlardı ve Rus­ya’yı küstürmemek için herhangi bir taahhütten kaçındı. Onların Türkiye’ye karşı bu art niyetli tutumları, İstanbul’un Alman­ya tarafında savaşa girmesini kolaylaştıracaktı. Bu tutumları sadece savaşın değil, sonraki gelişmelerin de kaderini değiş­tirecek; Boğazlar’ın kapanması Rusya’nın yıkımına yol açacaktı. Elbette bunu o günlerde kimse öngöremezdi.

AskeriTarih-4
Halkın bağışları ve dış borçlanmayla İngiltere’ye yaptırılan Sultan Osman dretnotu elkonulduktan sonra HMS Agincourt adı verilerek İngiliz donanmasına katılmış ve savaş başladıktan sonra Almanlara karşı kullanılmıştı.

10 Ağustos 1914’te, Alman Akdeniz filosunun iki kruvazörü Çanakkale’den içeri alınınca İngiltere ve Rusya bundan fazla­sıyla rahatsız oldu. Her ne kadar Osmanlı Devleti bunların satın alındığını ve mürettebetının de­ğiştirileceğini söylese de, bunun göstermelik olduğunu herkes biliyordu. Goeben’in adı Yavuz, Breslau’nun Midilli olarak değiş­tirildi, ancak gemiler kesinkes Amiral Souchon’un komutasında olacaktı; o da emirleri Berlin’den alacağını gizlemiyor ve Wangen­heim bunu Osmanlı hükümetine ayrıca bildiriyordu.

İstanbul’daki İngiliz, Rus ve Fransız temsilcilerinin büyük tepkilerine rağmen, Souchon ara sıra Boğaz’dan Karadeniz’e çıkıp bir tur atıyordu ki; bir gün Sadra­zam Sait Halim Paşa, Yeniköy’de­ki yalısına gelen elçilere “buna izin vermeyiz” derken, Yavuz önlerinden geçerek Karadeniz’e doğru seyretmişti! Souchon ip­lerin elinde olduğunu ve Bahriye Nazırı Cemal Paşa’yı da takmadı­ğını göstermekten hoşlanıyordu.

AskeriTarih-5
Goeben zırhlısı İstinye limanında.

Aynı günlerde İtalyanlar da Üçlü İttifak’a dahil olmasına rağmen savaşa girmiyor ve nasıl taraf değiştireceğini düşünü­yordu. Nitekim bu ülke “hiçbir savaşı girdiği tarafta bitirmeme” şöhretini kazanma yolunda ilk adımını atacak ve İtilaf Devletle­ri’ne katılacaktı. Her iki tarafın da peşinde koştuğu Sofya ve Bükreş ise yabancı heyetleri ağırla­maktan bitap düşmek üzereydi. Sonuçta savaşı başlatan kriz Balkanlar’da çıkmıştı ve bu iki ülkenin tarafsızlığı veya hangi tarafı seçecekleri özellikle Tür­kiye için hayati öneme sahipti. 15 Ağustos günü Talat ve Halil Beyler apar-topar bir otomobile atlayıp Sofya’ya gittiler. Bulgarlar ile onları kesin taahhüt altına sokmayan ve birçok koşula bağlı kalacak bir antlaşma imzaladı­lar. İki devlet adamı oradan da Romanya’ya koşturdular ama, yine elle tutulur bir sonuç elde edemediler.

Bulgaristan uzun süre savaşa girmeyecek, nihayet 1915’in Ekim ayında Rusya’nın yeni gözdesi olan Sırbistan’a hücum edecekti. Romanya ise 27 Ağustos 1916’da tarihî emeli olan Transilvanya’yı almak için Habsburg İmparatorluğu’na hücum edinceye kadar savaş dışında kalacaktı. Böylece Ça­nakkale muharebelerinin kritik günlerinde Almanya’dan Türki­ye’ye Bulgaristan veya Köstence üzerinden çok az yardım gelebi­lecek; Akdeniz üzerinden, deniz yoluyla da herhangi bir sevkiyat imkanı bulunmadığı için, Türk askeri Gelibolu Yarımadası’n­da büyük bir silah-mühimmat sıkıntısı çekecekti. Bulgaristan yolu açıldığı zaman (Ekim 1915), Çanakkale muharebelerinin tayin edici vuruşmaları zaten geride kalmıştı.

AskeriTarih-6
Geminin adı Yavuz olarak değiştirilip Osmanlı bayrağı çekildikten sonra, Alman mürettebat fes giyerek poz vermişti.

Goeben ve Breslau’nun İngiliz filosunu atlatıp İstanbul’a sığın­mayı başarması ve Türkiye’nin Almanya ile yakınlaşması, Donanma Bakanı Churchill’i çileden çıkarmıştı. Boğazlar’dan geçerek Marmara’ya girilmesi ve İstanbul’un teslim alınmasını planlamaya o günlerde başladı, 27 Ağustos ve 8 Eylül 1914’te, gemiler Ege’ye çıkarsa, hangi bayrak altında olurlarsa olsunlar ateş edilmesi talimatı verdi. 25 Eylül’de ise, gemileri elinden ka­çıran Troubridge’in yerine gelen Amiral Carden’e, gördüğü her Türk gemisine ateş etme emrini verdi.

Hemen ertesinde, Türkiye’ye karşı büyük bir abluka başlatıldı. Bu durum Türkiye’nin tarafsızlığı için çalışan diplomatların elini zayıflattı ve savaşın kaçınılmaz olduğuna dair kuvvetli bir işaret olarak görüldü. İngilizler Aba­dan’ı korumak üzere hazırladık­ları Hindistan 6. Poona Tümeni’ni de Irak’a müdahaleye hazırlık olarak Ekim ayında Bahreyn’e gönderdi. Bu arada Ruslar da Ermeniler arasında propaganda yapıyor ve bu da Araplar arasın­daki İngiliz propagandasıyla bir­leşerek Osmanlı Devleti’ne karşı tehditleri arttırıyordu. Böylece, İstanbul’daki tarafsızlık yanlı­ları da Almanya’ya yanaşmak­tan başka bir çare kalmadığını düşünmeye başladı. Almanya için şimdi tek bir hedef kalmıştı: Türkiye ile ittifak sağlamışlar­dı ve artık yapılacak şey onu savaşa sokmaktı. Souchon bunu sağlayacakı ve Churchill de bunu kolaylaştırmıştı.

AskeriTarih-7
Osmanlı Devleti 2 Ağustos 1914’te seferberlik ilan etti. Kararı halka duyurmak için asılan sokak afişlerinde: “Asker olanlar silah başına” deniyordu.
AskeriTarih-8

9 Eylül 1914’te, Osmanlı hükü­meti, Kanunî zamanından beri süregelen kapitülasyonların, yani yabancılara verilmiş olan ticari ayrıcalıkların kaldırıldı­ğını, 1 Ekim sabahı yeni gümrük tarifelerinin geçerli olacağını ilan etti. Maliye Bakanı Cavit Bey’in hâtıralarında hadise şöyle anlatılır:

“Wangenheim ertesi sabah geldiğinde kudurmuş gibiydi… sanki konuşmuyor havlıyor, teh­ditler savuruyordu… bunu onlara danışmadan nasıl yaparmışız… ‘Müttefikler Boğazlar’ı zorlarsa artık size yardım etmeyiz, askerî heyeti alıp gideriz, hattâ Ruslarla savaşı durdurup size karşı barış yaparız… bugün öğleden sonra tüm sefirler toplanıp size nota vereceğiz, zaten siz de savaşa girme sözünde durmuyorsunuz …’ vs. vs”.

İki saat süren “kudurukluk­ları” sakince dinleyen Cavit Bey, Alman elçisini “bildiğinizi yapın” diye uğurladı ama sonuçta bir şey değişmedi; sadece Alman­ların Türkiye’ye bakışı bir defa daha sergilenmiş oldu. Bu arada hükümet boş bir Hazine’yle (o günlerde Hazine’de sadece 92 bin altın lira bulunuyor, maaşlar bile gecikmeyle verilebiliyordu) seferberliği tamamlamaya çalışı­yor; askerler toplanma yerlerine ancak yürüyerek gidebilirken kaderleri Enver ve Souchon tarafından örülüyordu. Yaklaşık 1 milyonu bir daha evlerine döne­meyecek, yokluk ve hastalıktan ölenlerin sayısı muharebede hayatını yitirenlerden bir buçuk kat fazla olacaktı. Almanya’dan taksitlerle gelecek olan 5 milyon altın ise sadece birkaç aylık savaş masraflarına yetecekti. Nihayet 29 Ekim sabahı Souchon, sadece Enver Paşa’nın bilgisi dahilinde Karedeniz’deki Rus limanlarını bombalayarak Osmanlı Devleti’ni de batıracak savaşı başlattı. O gün Kurban Bayramı’nın arifesiydi ve Osmanlı ricali savaşa girdiklerini ertesi gün bayramlaşma sıra­sında öğrenebilecekti. Tam bir oldu-bittiydi yaşanan.

Peki Osmanlı Devleti’nin bu savaşta tarafsız kalması müm­kün müydü? Bu, hiçbir zaman bitmeyecek bir tartışmadır. Rus Ordusu, Kafkasya sınırına bizden çok daha güçlü bir yığınak yap­mıştı ve savaşa dahil olmamızla birlikte hemen ileri harekata geç­ti. İngilizler de derhal Irak’a asker çıkardı, limanları işgale başladı. Yani onlar çok daha hazırlıklı ve güçlüydü ve çok muhtemeldir ki her durumda tarafsızlığı tanıma­yacaklardı.

AskeriTarih-9
Seferberlik ilanı ile askere alınan ve cepheye gönderilecek olan gençler Galata Köprüsü’nde, 1914.

İngiliz ve Rus harekatının hemen gerçekleşmesi, tarafsız­lığın olanaksızlığını savunanla­rın görüşlerini kuvvetlendirir. Buna karşı çıkanlar ise, o sırada ağır Alman baskısı altında olan İngiltere ve Rusya’nın ve ilk aylarda 1 milyon kayıp veren Fransa’nın Osmanlı tarafsızlı­ğını tanıyacaklarını ileri sürer. Onlara göre zaman kazanılabilir ve en azından savaşa çok daha sonraki bir tarihte girilerek 1914 kışının felaketleri yaşan­maz, ülke topraklarının da o kadar büyük kısmı yitirilmezdi. Kaldı ki savaşa girildiği tarihte (29 Ekim 1914), Almanlar Batı cephesinde Marne’da durdu­rulmuşlar ve beklenen kolay zafer umudunun kalmadığı belli olmuştu.

Bununla birlikte, Boğazlar’ın İtilaf Devletleri için hayati önemi, tarafsızlığın sürdürülmesini adeta imkansız kılıyordu. Boğaz­lar açıldığı takdirde ise Rusya’nın güçlenerek harekete geçmesi ka­çınılmazdı. Sonuçta, Rusya’daki rejimin çökerek 1917 Devrimi’nin yaşanması ve Türkiye üzerindeki baskısının kalkması; esas olarak Çanakkale zaferi sayesinde, İngiltere’nin Rusya’yla coğrafi irtibat kuramaması sonucu mümkün oldu. İşte bir yandan Rus çıkarması endişesi ve Doğu Anadolu’yu koparma girişimleri, diğer yanda da İtilaf Devletle­ri’nin hiç bir vaatte bulunmama­larına karşı Almanların Ege ve Balkanlar’daki bazı kayıplarımızı telafi edeceği yönündeki boş inanç, ahalinin bir kısmı tarafın­dan da benimsenmişti.

Tüm bunlar gözönüne alı­narak, yine de şu söylenebilir: Şayet Türkiye normal bir yöne­tim işleyişine ve karar mekaniz­malarına sahip olsaydı, bu kriz çok daha iyi yönetilebilir, daha az zararla atlatılabilirdi. Enver Paşa’nın tek başına, denetimsiz, hesapsız işlere girişmesi, yöne­tim kadrolarının inisiyatifini ortadan kaldırdı. Evet, ordunun ıslahı açısından önemli işler yaptı ama, savaşı stratejik ve operatif düzeyde yönetebilecek bir komutan değildi. Son 100 günle ilgili en çarpıcı husus, Osmanlı devlet yönetimindeki dağınıklıktır.

AskeriTarih-10
1.Dünya Savaşı’nda İttifak komutanları Enver Paşa ve Kaiser 2.Wilhelm.