Alman filozof Jürgen Habermas, felsefe konusunda karamsar; bir geleceği olmadığını ileri sürüyor. Gene de yapabileceği tek şeyin Kant’ın üçlüsünde beklediği kanısında: Ne bilebilirim? Ne yapmalıyım? Neyi umut edebilirim? Fransız filozof ve gazeteci Régis Debray’nin son kitabında ise “bazı” Avrupalıların bu uygarlığı yalnızca kendilerinin “aslen” temsil ettiklerini sanmaları, “öbür” Avrupalıları hafifsemeleri görülüyor.
Geçen ay El Pais adına Jürgen Habermas ile yapılan söyleşinin çevirisini (Le Courrier International, Temmuz 2018) okurken farklı köşelere sıçradı durdu düşüncelerim.
Münih’e yarım saat mesafede, Starnberg gölü kıyısında bir evde, eşi tarihçi Ute Wesselhoeft ile yaşıyor düşünür; 89 yaşında ve yeni kitabı üzerinde çalışıyor. Tavşan dudağı türü bir deformasyonu var ağzının (fotoğraflarından hemen seçilen bir özellik), konuşma güçlüğü çekmiş hep, hocalık mesleği açısından ciddi handikap ayrıca. Herhalde bundan, “büyük amfileri ve derslikleri hiç sevmem” diyor bir ara ve tenha (ve ola ki seçilmiş) bir izleyici kitlesini yeğlediği ortada.
Eski aydın figürüne (Sartre, Bourdieu) yer kalmamasının nedenini, onların sözüne kulak verecek bir çevrenin artık olmamasına bağlıyor Habermas. Sözkonusu çevreyle birlikte nitelikli basının da ortadan kalkışına dikkat çekiyor; bu gelişmede başta televizyonun mallaştırıcı bakışaçısı, bütün yeni iletişim düzeninin payı yüksek ona göre.
Felsefe konusunda da oldukça karamsar; bir geleceği olmadığını ileri sürüyor. Gene de yapabileceği tek şeyin Kant’ın üçlüsünde beklediği kanısında: Ne bilebilirim? Ne yapmalıyım? Neyi umut edebilirim?
Sıfır noktasına epey yakın, her şeye karşın, buradan yola çıkmayı deneyebiliriz hâlâ.
Habermas’ın anadilinde “çevre” için hangi karşılığı kullandığını bilemiyorum; “çevre”yi geniş bir alan olarak gördüğü ortada: Dikkat kesilmeye yatkın bir toplumsal zümre. Yavaş yavaş eridiğini, hemen hemen kaybolduğunu hem de çok geç keşfettiğimiz alan. Orada, sözgelimi 1970’li yıllarda, gençlerin ve olgun yaştakilerin diyalogu yüksek derecelere tırmanabilmişti. İki taraf da birbirine kulak kesilirdi. Gazetelerin, dergilerin, üniversitenin ateşi düşmezdi. Ben dönemi iki uçta yarıyarıya geçirdim: Paris ile Ankara’nın arasındaki mesafe enikonu daralmış gibiydi. Şimdi de öyle: İki şehirde de çöl rüzgârı esiyor.
Nazilerin iktidara gelişlerinin ardından çok sayıda Alman yazarı, sanatçısı, düşünürü sürgüne çıkmak zorunda kalmıştı. O dönemde sürgüne çıkan bir tek insanlar değildi ama; kimi kurumlar da tası tarağı toplamak durumunda kalmışlardı: Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Merkezi, Horkheimer’in uzgörüsü ve çabalarıyla ABD’ye, Warburg Enstitüsü ise olağanüstü kütüphanesiyle Londra’ya taşınmıştı. İlki, savaşın bitimini izleyen yıllarda adresine döndü, ikincisi yeni vatanında kalmayı yeğledi. 3. Reich Almanya’nın beynini ve ruhunu daraltmıştı.
Frankfurt Okulu’nun Amerika yıllarında, ‘ikinci adam’ Adorno’nun bir yandan The Authoritarian Personality dolaylarında çalışmalarını yürütürken, dikkatli bakılmazsa ikincil sayılabilecek bazı önemli araştırmalara yöneldiğini görüyoruz: Amerikan toplumunun hızlı ‘yükselen’i astroloji tutkusu üstüne analiz girişimi bunların başında gelir.
İrrasyonelin toplumsal düzlemde rasyonelleştirilme süreci, ülkesinde okült sapkınlıkların piramidin doruğundan tabanına sirayeti ile koşut özellikler taşıyordu. Kitlelerin yalan ölçekli yaşam değerlerine inandırılma kolaylığı, bugün de Dünya’nın çehresini belirlemiyor mu?
Régis Debray’nin güzergâhına ve duruşuna saygım var; görüşlerini çoğu zaman paylaşamadım. Son iki kitabı gene ikilemde bıraktı beni: Müflis Bilânço, oğluna uzanan itirafnamesi önemli. Ben de kuşağımın, gençlik beklentileri gözönüne alındığında yenik sayılması gerektiğini öne sürmüştüm: Düşlerimiz gerçekleşmedi (onları biz gerçekleştiremedik), ötekilerin kâbusları çöktü üstümüze ki o kâbuslar ötekilerin ne yazıktır düşleriydi.
Debray’nin oğluna temel öğüdü benim de işime gelen, çünkü seçtiğim oluş biçimini yansıtan bir yolayrımına dayanıyor: “Bir su damlası hakkında her şeyi bilen, ama ondan ötesinin ayırdına varmaktan aciz, kör cahil bir Nobel ödüllü olacağına çoğul biri ol!”
“Su damlası” benzetmesi açıkçası işime geldi. Yaklaşık on yıldır çalışıyorum “Bir Su Masalı” üzerinde. Konuya yoğunlaşmam elbet beni “uzman” kılmadı. Pek az şey biliyordum su hakkında ya da doğru dürüst bilgim yoktu o konuda demem daha yerinde olur; bir sürü bilgi edindim, öncesinde düşünmediğim cephelerine yönelme fırsatım doğdu ve elimden geldiğince değerlendirdim bunu. Peki kimlere başvurdum yolda? Bazıları, “su damlası”ndan ötesini belki (?) görememiş bilginlerdi. Debray’nin alaycı tonunda kibirli otodidaktın bir tür örtülü kompleksi etkili olmuş olabilir.
İkinci kitap(çık), Gallimard’ın yeni dizisi “Tracts”dan (sıkı yayın tasarısı) çıkan Hayalet Avrupa. 40 sayfalık konumlama denemesini iki oturuşta okudum ve açıkçası kısır bakış olarak değerlendirdim. Bazı Avrupalıların açmazı bu uygarlığı yalnızca kendilerinin aslen temsil ettiklerini sanmalarından, öbür Avrupalıları hafifsemelerinden kaynaklanıyor. Debray’de, Paris’ten Avrupa’ya bakışta ayrıcalıklı (en haklıyı, doğruyu, —tek, biricik dememek için!) özellik olduğu kanısı yeretmiş besbelli.
Daire bazen içinden, merkezinden, bazen çemberinden, hattâ dışından net görünür oysa.
Nereden, nasıl, kim? Herbiri canalıcı.