Amasya-Oluz Höyük’te açığa çıkartılan Anadolu Erken Türk Dönemi (11. yüzyıl) mezarları; yaylak-kışlak sistemine dayanan göçebe Türkmenlerin, İslâmi kuralların dışında kalan ata kültünü sürdürdüklerini kanıtlıyor. Malazgirt Savaşı’ndan yaklaşık 100 yıl önce, Kuzey-Orta Anadolu’ya sızmış Türkmen boyları ve geleneğin arkeolojisi.
Ortaçağ’da Orta Asya Türk boylarının genel bir bütünlük içinde aynı inanca sahip olduklarını söyleyemeyiz. Türklerin 7.-10. yüzyıllarda Tengricilik (Gök Tanrı dini), Maniheizm, Mazdekizm, Hıristiyanlık, Yahudilik, Zerdüşt dini ve Budizm ağırlıklı olmak üzere farklı sistemler içinde oldukları bilinmektedir.
Türk kümeleri 7. yüzyıldan itibaren Emevî (661-750) ve Abbasî (750-892) devletleri dönemlerinde İslâmiyet ile tanışmalarına karşın; 10.-11. yüzyıllara kadar yaklaşık 300 yıllık sürede çoğunlukla bu yeni dinin periferisinde kendi mevcut din sistemlerine bağlı şekilde yaşadılar. İbn-i Fadlan, İtil (İdil/Volga) Bulgarlarına ulaşmak için yaptığı uzun yolculukta, 920-921’de bir süre Oğuzlara misafir olmuştur. Seyahatname adlı eserinde, Oğuzların İslâmiyet hakkındaki düşünce ve çekinceleri ile bakışaçılarını; 10. yüzyılda bölgede dinsel anlamda neler yaşandığını Arap bir Müslümanın gözüyle anlatmıştır. İbn-i Fadlan’ın aktarımları üzerinden İslâmiyet’in Oğuz boyları arasında 10. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yayılmaya başladığı düşünülse de, Türklerin yeni bir din sistemine geçiş öyküsü tarihî anlamda hâlâ birçok bilinmezlik içerir.
Türk kümeleri, Saka (Doğu İskit) döneminden (MÖ 9.-3. yüzyıllar) beri büyük hayvan sürülerinin idaresi ile geniş sahalarda sürekli dolaşma temelindeki göçebeliklerinde, çadır hayatına alışkın bir yaşam tarzına sahiplerdi. Yaylak-kışlak sistemine dayanan bu hayat, sürekli bir hareket gerektiriyordu. Kent hayatından uzak kalmış konar-göçer Türklerin, doğal olarak tapınak, ibadethane gibi yapıları ve zorunlu ibadet tekrarları bulunmuyordu. Başka bir deyişle, göçebe Türk kümelerinin mobilize hayatları ve yollarda tükenen zamanları, tapınak ile tapınağa bağlı yerleşik din sisteminin kurumsallaşmasına olanak tanımamıştır. Ayrıca İslâmiyet’in kimi kurallarının doğadaki yaşama ve Türklerin tarihsel hayat tarzına uymaması da sorunlara neden olmuş gibi görünmektedir. Bu bağlamda İslâmiyet çerçevesi içinde farklı bir kategori oluşturan Türk kümelerinin, kendi geliştirdikleri bu özgün İslâmi tarzı Asya gelenekleri ile Anadolu’da dolaşırken karşılaştıkları eski yerel kültlerden çıkarsamalar yaparak şekillendirdikleri gözlenmektedir. Bu süreç, 10. yüzyıldan itibaren Alevîlik denilen yeni bir inanç sisteminin oluşmasıyla sonuçlanmıştır.
Alevîlik olgusunun tarihî seyri noktasında, Oluz Höyük Türkmen Mezarlığı’nda saptanan bazı bulgular, sözkonusu inanç sisteminin 10. yüzyılın ikinci yarısında konar-göçer Türkmenlerde bulunduğunu gösterir. Alevîliğin tarihsel kökenleri ile ilgili masabaşı çalışmalarında Yesevîlik, Vefaîlik, Kalenderîlik ve Haydarîlik gibi damarlardan hangisinin daha etkin olduğu noktasında yoğun tartışmaların yaşandığı bu dönemde; Oluz Höyük’teki arkeolojik bulguların sözkonusu damarlardan çok daha erken bir dönemi işaret etmesi oldukça değerli ve önemlidir. Alevîler üzerine yapılan tartışmalarda, konar-göçer Türkmenlerin hayat tarzı ile Orta Asya’dan getirdikleri kültürel miras ve inançları genellikle gözardı edilmektedir. Bu bağlamda, Oluz Höyük bulgularının Alevîliğin oluşmaya başladığı süreci yani “Proto-Alevîliği” temsil ettiği anlaşılmaktadır.
Oluz Höyük’te açığa çıkarılan Anadolu Erken Türk Dönemi (11. yüzyıl) mezarları, arkeolojik değerleri kadar inanç sistemleri ile de dikkati çekicidir. Akhaimenid Dönemi’ne tarihlenen 2B Mimari Tabakası (MÖ 450-300) içine açılmış olan bazı mezarlar, Türkmen boyunun en erken gömülerini oluşturur. Kiremit, ahşap ve taş kullanılarak gerçekleştirilen basit toprak gömülerin dikkati çekici özellikleri, kimi mezarlarda İslâmî cenaze gelenekleri yanında, birtakım farklı uygulamaların da saptanmış olmasıdır. Bir kız çocuğuna ait mezarda, kulak bölgesinde in situ bulunan tunç küpeler ile karın bölümünde saptanan tunç bir fibula vardır. Olasılıkla kefeni bağlamak için kullanılmış fibula’nın üzerinde saptanan fosilleşmiş açık renkli düz dokuma kumaş kalıntısı, Anadolu’da bugüne değin bir İslâmi mezarda saptanmış en eski kefen bulgusunu oluşturmaktadır. Mezarın yönü ile bireyin kefen ile gömülmüş olması, cenazenin İslâmi geleneklere uygun biçimde gömülmüş olduğuna işaret ederken, küpe ve fibulanın varlığı, kurgan uygulamalarına atıf yapmaktadır (Ölmüş bireylerin eşyaları ya da takılarıyla gömülmesi İskitlerle başlayıp, Hun, Göktürk ve Oğuzlarla devam etmiş kadim bir Türk cenaze geleneğidir). Oluz Höyük çocuk mezarındaki uygulamalar ve buluntular, MÖ 8.- 7. yüzyıllardan beri devam eden Türk cenaze geleneğinin MS 11. yüzyılın ilk çeyreğinde İslâmiyet içindeki varlığına işaret etmektedir.
Yetişkin bir kadına ait olan diğer bir mezar ise aşamalı yapımı ve gelenekçi uygulamalarıyla oldukça değerli detaylar içerir. Birey mezara baş batıda, ayaklar doğuda ve yüzü kıbleye bakacak biçimde yerleştirilmiştir. Ayaklar üzerine büyük bir kiremit parçası konulduktan sonra mezar çukuru yatay yerleştirilen ahşaplarla kapatılmış, mezar çukurunun üstü yanlara da taşacak biçimde kiremitlerle gelişigüzel kaplanmıştır. Kiremitlerle kaplanan alan toprakla kapatılmış ve büyük bir tümsek oluşturulmuş olmalıdır. Tüm bu detaylar özenilmiş bir mezar uygulamasına işaret etmekle birlikte, son aşamada oluşturulan büyük tümseğin, kurgan biçiminde bir mezara öykündüğü kesindir. 11. yüzyılın ilk çeyreğinde oluşturulmuş bu mezar, Türklerin İslâmiyet cenaze geleneklerini benimsemeye başladığı bir dönemde yapılmış son kurgan uygulamalarından biri gibi görünmektedir.
Oluz Höyük Türkmen Mezarlığı’ndaki ölü gömme gelenekleri Anadolu İslâm cenaze uygulamaları ile karşılaştırıldığında, Anadolu’ya özgü olmayan unsurlar farkedilir. Bu mezarlığın benzer unsurları barındıran bir çağdaşı, bugüne kadar Anadolu ve Önasya’da saptanamamıştır. Buna karşın kurgan benzeri mezar yapıları, mezar içlerindeki bazı uygulamalar ile ölü hediyelerinin varlığı; Anadolu Türklerinin anayurdu olan Hazar Denizi doğusundaki coğrafyayı işaret etmektedir.
Sir Derya (Seyhun) havzasında yer alan Süttü Bulak mevkii geniş bir nekropol alanı içerir. Kırgızistan’daki Issık Gölü’nün batısında bulunan Süttü Bulak, aynı adı taşıyan küçük bir buzul gölünün kenarındadır. Tanrı Dağları havzasında yer alan Süttü Bulak, Göktürk Dönemi’nden itibaren Türk boylarının gömü yaptığı büyük bir mezarlık alanıdır. Süttü Bulak’ta Kırgız ve Alman arkeoloji ekiplerinin yaptığı kazılarda açığa çıkarılmış ve Erken-Geç Ortaçağ’a tarihlenen bazı mezarlarda, bireylerin ahşap eyerlerle gömüldüğü gözlenmiştir. Sözkonusu mezarlardaki eyerlerin iskeletlerin ayakları üzerinde saptanmış olması, hem atlı göçebe bir yaşama hem de uygulama bakımından Oluz Höyük kadın mezarına atıf yapmaktadır. Bu bağlamda, Oluz Höyük kadın mezarındaki kiremit, mezara eyer bırakılması geleneği ile ilgili gibi görünmektedir. Oluz Höyük’te eyer yerine kiremit kullanılmasının akla gelebilecek ilk nedeni yoksulluk olmalıdır. Anadolu dağlarında yaşam mücadelesi veren ve ölen bireylerini Oluz Höyük’te defneden Türkmen boyu, cenaze geleneklerini devam ettirme noktasında kendileri için gerekli ve değerli bir eşyayı mezara bırakma yerine, bunu simgeleyen bir kiremidi kullanmayı tercih etmiş olmalıdır.
Anadolu Alevîliği üzerine bugüne değin yapılmış bilimsel çalışmalar ile kaleme alınmış kitaplar ve makalelerde kullanılan bulgular içinde, arkeolojik buluntulara yer verilmemiştir. Oluz Höyük Türkmen Mezarlığı bu noktada, erken gömüleri ve bu gömülerde uygulanmış cenaze gelenekleri ile Alevîliğin oluşum dönemindeki arkeolojik bulgu noksanlığını tamamlar. 11. yüzyılın ilk çeyreğine tarihlenen Oluz Höyük’ün erken Türkmen mezarları, Malazgirt Savaşı’ndan yaklaşık 100 yıl önce, koyun sürülerine yeni ve geniş otlaklar bulmak için Kuzey-Orta Anadolu’ya sızmış Türkmen boylarının varlığını kanıtlamıştır.
Türkmen Mezarlığı’nın proto-Alevî karakterini temsil eden bulgular, Oluz Höyük’ün yakın çevresinde halen yaşamaktadır. Özellikle Alevî-Türkmen köyleri ve onların cenaze gelenekleri Oluz Höyük bulgularının tarihsel önemini kavramamız açısından çok önemli ve değerlidir. Bu köylerden en önemlisi Oluz Höyük’ün kuşuçumu 50 km. güneyindeki Acısu köyüdür. Sıraç Türkmenlerinin yaşamakta olduğu Acısu köyü, Tokat-Zile sınırları içindedir, bu köyün Oluz Höyük’e coğrafi yakınlığı konar-göçer Türkmen boyunun dolaştığı bölge dahilinde bulunduğunu düşündürmektedir.
Acısu köyü günümüzde, Anşa Bacı Ocağı’na mensup Sıraç Türkmenlerinin ikamet ettiği tarihsel kimliği olan bir yerleşimdir. Anşa Bacı Türbesi’nin de bulunduğu köy mezarlığı, özellikli mezarları ve mezartaşları ile dikkati çekicidir. Bunların içinde bazı mezartaşları üzerine resmedilmiş gündelik eşya betimlemeleri, defnedilmiş bireyin hayattayken sevdiği ve kullandığı yiyecek, içecek, eşyalarla ilgili olmalıdır. 2018’de köye yaptığım ziyaret sırasında köy sakinleri, ölen bireylerin mezara elbiseleri giydirilmiş olarak yatakları, yorganları bazen de sevdikleri eşyalarla defnedildiklerini aktarmışlardı. Yüzey araştırması ve sözlü tarih çalışmasıyla ortaya konan bu tespitler, buradaki cenaze uygulamalarının kurgan geleneklerinin günümüze ulaşan pratikleri olduğuna işaret etmektedir. İskit-Hun-Göktürk-Oğuzların kurgan ve cenaze gelenekleri ile Anadolu’ya taşınan bu geleneğin Ortaçağ’daki uygulayıcıları olarak Oluz Höyük Türkmen boyunu gösterebiliriz.
Ortaya çıkarılan bulgular hem Kuzey-Orta Anadolu’ya, Amasya’ya binlerce koyun ve keçiden oluşan sürülerine yeni otlaklar bulmak amacıyla, kıl çadırları ile birlikte gelmiş konar-göçer bir Türkmen boyunun varlığına işaret etmekte hem de Anadolu Alevîliğinin kökenlerine yeni bir bakışaçısı getirmektedir. Erken Türkmen boylarının hayvan yetiştirici konar-göçer hayat tarzının dinsel kimliklerinin inşaında belirleyici bir rol oynadığı görülmektedir. Gelenekçi toplumlarda ritus’ların devam ettirilmesi kaçınılmazdır. Türklerin ata kültü noktasında atalardan intikal eden ritus’ların değişmezliği, katı kurallara bağlı içgüdüsel hareketlerin icrası; Türkmenlerle İslâmiyet arasındaki yakınlaşmanın da sorunu olmuştur.
Bunlara ilave olarak Anadolu’ya saf Türkçeleri ile giren, dilleri konusunda asla taviz vermeyen ve dinsel ayinlerinde Türkçe dışında dil kullanmayan Türkmen kümelerin; İslâmiyet’in gerekliliklerinden olan Arapça dilinin baskısı karşındaki refleksleri de Anadolu Alevîliğinin oluşumunda belirleyici olmuştur. Bu bağlamda Anadolu’ya 10. yüzyılın ikinci yarısında girmeye başlayan erken Türkmen boylarının kendilerine özgü dinî yorumu ile daha sonra ortaya çıkacak olan Alevî inancı arasında kayda değer benzerlikler olduğu gözlenmekte, bir öncül-ardıl ilişkisi kurulabilmektedir.