Acaba “dörtnala Uzak Asya’dan” mı geldik? Okul yıllarında gördüğümüz ve Altaylar’dan Anadolu’ya uzanan göç yolları ne kadar doğru? Esas olarak efsanelerle örülen Türk tarihinde, neden arkeolojik veriler hiç hesaba katılmıyor? Prof. Dr. Şevket Dönmez, Türkler’in anayurdunun-atayurdunun, bizi Moğollar’la akraba gösteren Batılı kaynaklara göre şekillendirildiğini anlatıyor. Türklerin kökeni Uzak Asya’da değil, hemen Hazar’ın doğusundaki Turan, sonrasında Türkistan ve Maveraünnehir olarak adlandırılan bölgede.
Türkler, dünya tarihinin ayrıcalıklı “başkaları”dır. Göçebe kökenleri, konar-göçer yaşam tarzları, savaşçı karakterleri, çobanlıkları ve avcılıkları ile kendilerinden korkulan, ancak saygı da duyulan bir toplumdur. Bu durum kendini “Gog ve Magog” veya “Yecuc ve Mecuc” gibi ulaşılamaz ve anlaşılamaz kutsal kitap toplumlarının Türkler’le ilişkilendirilmesiyle de kendini gösterir.
İlk ya da erken Türkler’in Altaylar’da, özellikle Doğu Altay’da göçebe bir hayat tarzı ile ortaya çıktıklarını ve çoban kültürüne sahip insanlar oldukları ileri sürülmüştür. Batı kökenli tarihçi ve türkologlarca kurgulanan, buna karşın hiçbir arkeolojik kanıt ve bulgu ile desteklenmeyen bu görüş, Türkler’in ilk anayurdunu belirleyici ısrarlar taşıdığından bilimsel hafızamızda önemli bir yer kaplamıştır.
F. W. Radloff, A. Vámbéry, R. Grousset ve V.V. Barthold gibi Batı kökenli türkologların Türk tarihi, kültürü, antropolojisi ve dili ile ilgili çalışmalarda ilkleri gerçekleştirmesi, günümüze taşınmış olan tartışmaların da temelini oluşturmuştur. Bu seçkin biliminsanlarının Türkler’in ortaya çıktığı ve tarihte göründüğü ilk topraklar olarak Altay coğrafyasını ve özellikle Doğu Altaylar’ı işaret etmeleri pek çok açıdan dikkati çekicidir: “Türkler uygar dünyaya en uzak bölgelerde belirmişlerdir ve mongoloid aileye mensupturlar”.
Sarı ırkın bir üyesi olan mongoloid tipteki Türkler’i Moğollarla yakın ve akraba göstermek bu varsayımın olmazsa olmazıdır. Ayrıca, Türkler’in ilk anayurdunun kurgulandığı dönemlerde Altay toprakları Paleolitik Çağ ile Neolitik Dönem gibi erken uygarlık kültürlerinin görülmediği, kilden kapların bulunmadığı geniş bir coğrafyadır. Türkolojinin kurucusu olan Batılıların Türkler hakkındaki görüşleri Fuad Köprülü, Zeki Velidî Togan, Emel Esin, İbrahim Kafesoğlu, Abdülkadir İnan ve Baheddin Ögel gibi önemli türkologlar tarafından uzun yıllar tartışılmış, ancak özellikle ilk anayurt ve ırk konusunda belirli bir görüşbirliği sağlanamamıştır. Buna karşın Zeki Velidî Togan, Altay coğrafyasının Türkler’in ilk anayurdu olduğu hususuna şüphe ile yaklaşmış, Aral Gölü’nün kuzeyi ile Kuzey Hazar kıyılarının Türkler’in en erken tarihleri açısından belirleyici olabileceği noktasında görüş belirtmiştir.
Türkolojideki bu gelişmeler eğitim dünyasına doğrudan yansımış, 1930’lu yılların başından itibaren, Türkiye’de tarih öğretiminde Orta Asya Türk tarihine daha geniş yer verilmeye başlanmıştır. Türk Tarih Kurumu’nun 1932’de yapılan ilk kongresinde Yusuf Akçura ve Afet İnan, sundukları bildirilerde Altaylar’ın, Anadolu Türklerinin anayurdu olduğunu savunmuşlardır. Türkiye’de tarih ders kitapları da 1933’ten itibaren bu görüş doğrultusunda yazılmıştır.
Özellikle 1950’lerden sonra kimi Türk tarihçiler Türklerin mongoloid tipe dahil edilmesine şiddetle itiraz etmişlerdir. Türk anayurdunu Altaylar’dan Urallar’a doğru, yani batı ve güneybatı bölgeler işaret ederek değiştirme çabalarına girişmişler, bununla birlikte Türkler’in mongoloid aileye ait olduğu görüşünü doğru bulmamışlar, Oğuz Türkünü model alarak beyaz ırkın bir parçası olarak görmüşlerdir.
Türkler’i Altaylar’a bağlayan klasik tarih anlayışında Batı’ya yayılış, ünlü “Kavimler Göçü” ile gerçekleşmiştir. Büyük Hun İmparatorluğu’nun MÖ 1. yüzyılda ikiye ayrılmasıyla yerlerinden oynayan bozkırdaki Türk halkları, Hazar Denizi’nin kuzeyinden ve güneyinden Doğu Avrupa’ya, İran üzerinden Kafkasya’ya ulaşmışlardır. Yüzlerce yıl süren bu göçlerin kalabalık Çin nüfusunun baskısı, kuraklık, kıtlık, iç çekişmeler gibi klişe ve klasik nedenleri hep vardır; buna karşın dünya tarihini şekillendiren sözkonusu göçlerin kimliğini oluşturacak hiçbir arkeolojik belge yoktur. Bu çelişki bugüne değin açıklanamadığı gibi, Batılılar’ın “Kavimler Göçü”nü dikkate almayışının da en önemli nedeni olmuştur.
Türkolojinin 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayıp günümüze ulaşan uzun sürecinde gözlenen büyük tartışmaların içinde, tarih, antropoloji, dilbilim ve tarihsel coğrafya bulunmasına karşın arkeoloji hiçbir zaman yeterince olmamıştır. Bu nedenle Türklerin ilk anayurdu olarak neden Altaylar’ın teklif edildiği, neden bu konuda halen ısrar edildiği ve niçin başka bir bölge düşünülmediği gibi sorular arkeoloji bilimi gözardı edildiği ya da bilinçli olarak kullanılmadığı için yanıtsız kalmış durumdadır.
Türkler’in Altaylar’dan yayılma kuramı hususunda dil tartışmalarının çok büyük rolü vardır. 18. yüzyıl ortalarından günümüze kadar süren araştırmalar sonucunda, dilimizin tarihsel gelişimini araştıran biliminsanlarının büyük bir kısmı, Türkçe’yi köken bakımından Altay Dilleri Grubu’na dahil etmişlerdir. Öte yandan 19. yüzyıl sonlarına değin Türkçe, Ural-Altay Dil Grubu içinde değerlendirilirken, araştırmaların ilerlemesi ile Ural dilleri ile Altay dilleri arasında bir akrabalığın bulunmadığı anlaşılmıştır. Yoğun biçimde devam etmekte olan çalışmalarda Altay Dilleri arasındaki köken birliğini şüphe ile karşılayan, hatta Türkçe’nin Altay Dilleri’nin akrabalığı görüşüne karşı çıkan dilbilimciler de bulunmaktadır.
Yazı sistemleri Mezopotamya’da MÖ 3200’lerde, Mısır’da MÖ 3100’lerde, yani MÖ 4. binyılın sonlarında ortaya çıkmıştır. Türkler ise Sümerler ve Mısırlılar’dan yaklaşık 3700-3800 yıl sonra yazıya geçmişlerdir. En az Mezopotamya ve Mısır toplumları kadar kadim bir halk olan Türkler’in tarihleri ile ilgili temel sorun, binlerce yıl boyunca kendilerini öz kaynakları ile anlatamamış olmalarıdır. Başka bir deyişle, Türk toplulukları kendilerini Sümerler, Mısırlılar, Assurlar, Babilliler, Fenikeliler, Yunanlılar, Persler, Romalılar ve Çinliler’den binlerce yıl sonra ifade etmeye başlayabilmişlerdir. Bu süreçte Türk toplumları ile ilgili edinebildiğimiz her türlü bilgiyi Çin, Pers, Yunan ve Roma kaynaklarında bulabilmekteyiz.
Çeşitli boy ve gruplardan oluşan, bu nedenle de çok sayıda isme sahip Türk grupları hakkında bir de dış adlandırma (eksonim) yoluyla sağlanan bilgiler biraraya gelince, türkolojide büyük bir terminolojik karmaşıklık yaşanmıştır. Çin, Pers, Yunan ve Roma yazılı kaynaklarında geçen onlarca etnik grup adının Türkler’in yaşamış olduğu topraklarla coğrafi uyumu yakalanmış; öte yandan bunların tam olarak hangi boy, topluluk ya da devleti işaret ettiği konularındaki tartışmalar bugüne değin bitmemiştir. Bu bağlamda Türkler’in tarihsel dönemlere MS 6-7. yüzyıllarda Göktürk ya da Orhun Alfabesi olarak bilinen yazıyla geçmiş oldukları, bu tarih öncesindeki yaklaşık 3700 yıllık yazısız uzun sürecin Türk tarihinin protohistoryası, yani öntarih dönemi olarak kabul edilmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır. Çünkü öntarih, yazıya geçmiş toplumların yazıyı henüz kullanmayan komşuları hakkında kayıt tutması, bilgi sağlamasıdır.
“Türk Öntarihi” kavramı, ilk anayurt sorunun çözümü için yeni bir anahtar oluşturan ve Türk tarih biliminde ilk defa gündeme getirilen arkeolojik bir yaklaşımdır. Bu çerçevede kadim Türk coğrafyasını çevrelemiş olan Yunan, Roma, Pers ve Çin kültürlerine ait yazılı kaynaklar ile arkeolojik bulguların yeni yaklaşımlarla ve cesurca kullanılması, yalnızca Türkler’in anayurt sorununu değil, pek çok konunun da sağlıklı biçimde kamuoyu ve bilimsel platformlarda tartışılmaya başlamasını sağlayacaktır. Bu tartışmalar Türkler’in tarihsel coğrafyasında yer alan ancak Türkler’le ilişkilerine şüpheyle bakılan kültürel ve arkeolojik değerlerin de kimliklendirilmesine olanak sağlayacaktır.
Pers arkeolojik bulguları ile yazılı belgeleri ilginç bir biçimde bugüne değin Türk tarihinin yazılmasında, Türk tarihsel coğrafyasının çalışılmasında ve
Türk olabileceğini düşündüğümüz bazı toplumların etnik kimliklerinin belirlenmesinde kullanılmamıştır. Oysa ki İran coğrafyasındaki arkeolojik bulguların önemli bir kısmı, ülkenin kuzeydoğusundaki uçsuz bucaksız geniş topraklarda binlerce yıldır yaşayan ve göçebe olan halklara doğrudan atıf yapmaktadır. Uzun tarihsel sürecin Ortaçağ başlangıcında İran, kuzeydoğusunda Türk topluluklarının yaşadığı büyük ve geniş Turan ülkesi ile birlikte anılmaya başlanmış; Persler ve Türkler, İran-Turan coğrafyasının değişken sınırlarında zaman zaman birlikte yaşamışlar, ortak kültürel değerler üretmişlerdir. Firdevsi’nin Şehname’si Pers- Türk mücadelesini İran-Turan coğrafyaları üzerinden anlatan edebi bir eserdir.
İran coğrafyasına Avrasya ya da Orta Asya’dan geldiği düşünülen ancak ilk anayurtlarına ait yazılı belge ya da arkeolojik kanıt bulunmayan Persler, tarihteki ilk önemli devletlerini Akhaimenid zümresi ile kurmuşlardır (MÖ 550-330). İlk kralları olan Büyük Kyros, Anadolu ve Mezopotamya seferlerinin yanısıra büyük bir ordu ile Hazar Denizi’nden İndus Nehri’ne kadar olan bölgede yaşayan göçebe halkalarla yedi yıl süren (MÖ 546-539) zorlu savaşlar yapmış, bugünkü Çin Türkistanı’na (Doğu Türkistan) kadar uzanan bölgedeki Sakaları yenmiş ve bölgede satraplıklar kurmuştur. Büyük Kyros savaş sırasında Saka kralı Amorges’i ele geçirmiş ve onu Pers esirlerin iadesi karşılığında serbest bırakmak zorunda kalmıştır. Perslerin yönetim sistemi olan satraplıklar eyalet, satraplar ise bugünkü vali konumundaydı.
Pers kaynaklarında Saka olarak anılan İskitler ise göçebe ve savaşçı karakteriyle eskiçağın sorunlu ve bugüne değin anlaşılamayan toplumlarının başında gelir. Karadeniz’in kuzeyinden Ural Dağları’na değin uzanan coğrafyada yaşamış olan İskitleri, Herodotos uzun uzun anlatmıştır. Göçebe olanların yanısıra “Çiftçi ve Kraliyet İskit Grupları” olduğunu aktaran Herodotos, bu insanların tek bir dil konuşmadığını, onlarla yedi tercüman vasıtasıyla anlaşıldığını belirtmiştir. Bu bağlamda tek bir etnik grup ya da halk olmadığı anlaşılan İskitler’in, en azından yedi dil konuşan yedi ayrı halkın oluşturduğu bir konfederasyon sistemi içinde yer almış oldukları düşünülebilir.
Pers kralı Büyük Kyros’un uzun yıllar Saka topraklarında savaşmaya devam ettiği, Hazar Denizi’nin doğusu ile güney doğusunda kurmuş olduğu Parthava (antik Parthiya), Suguda (antik Sogdania) ve Baktraiš (antik Baktriya) satraplıklarından anlaşılmaktadır. Bu stratejik hamleye karşın göçebe akınlarını önleyemeyen Kyros, MÖ 529’da Baktraiš’te göçebe Derbikler’le yaptığı savaş sırasında hayatını kaybetmiştir.
Kirmanşah yakınlarındaki bir kayalık üzerinde yer alan Behistun Yazıtı’nda, Sakaların, Büyük Kyros’tan bir süre sonra tahta çıkan I. Darius (MÖ 521-486) tarafından bir kez daha egemenlik altına alınmış oldukları anlaşılmaktadır.
Yunan kaynaklarında İskit, Pers kaynaklarında Saka olarak anılan, coğrafi olarak Doğu Avrupa’dan Doğu Türkistan’a kadar uzanan alanda yaşamış oldukları anlaşılan, ata iyi binen, savaşmayı hayat tarzı yapmış ve çoğunlukla göçebe yaşamayı tercih etmiş bu insanların etnik aidiyetleri konusundaki tartışmalar günümüze değin hararetle devam etmiştir. İskitler’in yaşamış olduğu geniş coğrafyada bugün Macarlar, Bulgarlar, Ruslar, Ukraynalılar, Gagauzlar, Osetler, Dağıstanlılar, Karaçay-Balkar Türkleri, Azeriler, Kazaklar, Kırgızlar, Türkmenler, Tacikler ve Uygurlar yaşamaktadır. Sözkonusu bu halkların tarihçilerinin çalışmalarında, İskitler “tarihsel ata” olarak görülmektedir. Bu bakımdan İskit/Saka konusunun günümüzde arkeopolitik bir karşılığı olduğu gözlenmektedir.
Antik Batı kaynakları (Yunan-Roma) ile eski Doğu kaynaklarında (Pers-Çin) önemle bahsedilen İskit ve Sakalar’ın aynı insanlar olup olmadığı hususu ise başka bir konudur. Herodotos’un yaşamlarını, kültürlerini ve cenaze törenlerini aktardığı İskitler’in, Sakalar’dan coğrafi olarak ayrı oldukları arkeolojik bulgular ışığında kesinleşmeye başlamıştır. Antik Batı dünyasına yakın olan ve onların eserlerinde anlatılan İskitler’in Doğu Avrupa ve Avrasya’da yaşadıkları; Pers ve Çin yazılı belgeleri ile arkeolojik bulgularında karşılaşılan Sakalar’ın ise Asyalı oldukları artık kesin gibidir.
Daha çok Karadeniz’in kuzeyindeki steplerde yaşayan ve Karadeniz (Pontos) kolonileri ile ticari ve kültürel bağlantıları olan İskitler’in yaşadığı coğrafyada, kurganlarda yapılan kazılarda, altın ve kıymetli taşlar kullanılarak imal edilmiş çok değerli statü objeleri ile takılar bulunmuştur. Bunlar üzerinde eski Yunan kültür ve sanatının etkileri barizdir. Kıymetli metallerle üretilmiş, kap-kacak üzerine işlenmiş figürlerin yansıttığı göçebe insan tipleri, İskitler’in fiziki yapıları hakkında oldukça aydınlatıcı bilgiler vermektedir. İri yarı görünüşleri, Avrupai yüz tipleri ve gür sakal-bıyıkları ile Doğu Avrupa ve Slav insanlarını yansıtmaktadırlar.
Bu doğrultuda Pers dünyasında görülen Saka savaşçı tipleri incelediğinde, Avrasya İskitleri’nden çok farklı tiplere sahip figürler görülmektedir. Persler’in siyasi yönetim merkezi olan Şiraz yakınlarındaki Persepolis’in önemli yapılarından Apadana Sarayı’nın kuzey ve doğu merdivenlerinde, Akhaimenid İmparatorluğu bünyesindeki halkları temsil eden 23 heyetin kabulü, kabartma tekniğinde resmedilmiştir. Bu kabartmalarda Saka delegasyonlarını oluşturan insanların fiziksel görünümleri, başlıkları ve kıyafetleri diğer halklarla ve özellikle İran’ın yerel halkları olan Medler ve Perslerle karşılaştırıldığında çok önemli farklılıklar göstermektedir. Ellerinde hediye olarak getirdikleri kürkler, giysiler ve değerli kumaşları taşıyan Saka elçilerinin önünde yer alan atın kuyruğunun bağlanmış olması da bir göçebe geleneğidir.
Burada asıl dikkat edilmesi gereken husus, Saka elçilerinin yüz ve sakal özellikleridir. Uca doğru sivrilen yüksek bir başlık giymiş olan Saka elçilerinin gözleri çekik, burunları düz ve sakalları seyrektir. Saka elçisini Kral Darius’un huzuruna götüren Med kıyafetli şahsın sakal ve bıyığı oldukça gür olmakla birlikte, gözleri de çekik değildir. Büyük Kyros döneminden itibaren Perslerle mücadele içindeki Sakalar’ın İran ve diğer halklarla olan fiziksel görünüm farkının ilk defa ortaya çıktığı yer olan Persepolis Apadana Sarayı kabartmalarının, Orta Asya’nın batısındaki göçebe halkları tanımamız açısından önemi çok büyüktür.
Büyük Kyros’un Hazar Denizi’nin doğusunda yaşayan Sakalar’la mücadelesi sonucunda söz konusu bölgede iki satraplık kurduğu bilinmektedir. İran’a daha yakın konumda bulunan satraplık “Saka Tigrahauda” olarak anılmaktaydı. Bunun kuzey ve doğusundaki topraklarda ise “Saka Haomavarga” satraplığı kurulmuştu. Apadana Sarayı kabartmalarına fiziksel özellikleri ile başarılı ve doğru biçimde yansıtılan Saka savaşçılarının çekik gözleri ve seyrek sakalları, Asya’da yaşayan bu göçebelerin ırksal açıdan Herodotos’un İskitlerinden farklı olduklarına işaret etmektedir.
İskit konfederasyonun Asya tarafında ve doğusunda yaşadıkları için “Doğu İskitler” olarak da tanımlayabileceğimiz Saka Tigrahauda ve Saka Haomavarga toplumlarının çekik gözleri ile seyrek sakalları, Hazar Denizi’nin doğusunda ve Aral Gölü’nün güneyindeki halkların etnik özelliklerine detaylı bakmayı zorunlu kılmaktadır. Tarihsel Türk tipinin hafif çekik gözlü, düz yüzlü, orta sıklıkta bıyık ve sakallı olduğu genel kabul görmüş bir gerçekliktir. Apadana Sarayı’ndaki Saka savaşçı figürlerinin tarihsel Türk tipi ile olan çarpıcı benzerliği bugüne değin gözden kaçmış bir arkeolojik gerçekliktir. Sakalar’ın Türk tipine olan yakınlığı, ülkelerinde yüzyıllar sonra adı duyulacak olan bugünkü Batı Türkleri’nin atası Oğuzlar ile aynı coğrafyaya sahip olmaları ve göçebe yaşam tarzındaki benzerlik, bu savaşçıların Türkler’le olan yakınlıklarının tesadüfle açıklanamayacağına işaret etmektedir.
Etnik bir birlikten ziyade siyasi bir bütünlüğü işaret eden İskit konfederasyonun bünyesinde yedi ayrı dile sahip topluluğun varlığı, günümüzde Avrasya ve Orta Asya’da yaşayan pek çok halkın İskitler’le bağlantılı olabileceğini de göstermektedir. Bunlardan biri olan Türkler’in, Herodotos’un İskitlerinden ziyade, Doğu İskitler olarak adlandırdığımız Sakalar’la tarihsel bağları olabileceğini, Pers yazılı belgeleri ve kabartma sanatı temelinde tartışmaya başlamamız gerektiğini düşünmekteyim.
Sakalar’ın savaşçılıkları, at kültürü, çobanlıkları ve göçebelikleri dışında Türkler’e yakınlık gösteren diğer bir özelliği ise içkileridir. Saka Haomavarga Satraplığı, “haoma içenler/yapanlar” anlamına gelmektedir. Zerdüşt dininin kutsal bir içeceği olan ve Pers kültüründe derin tarihsel bir geçmişi bulunan “haoma”, bugün dahi içeriği çözümlenememiş keyif verici bir içkidir. Zerdüşt’ün öğretilerini anlatma ve yayma döneminde “haoma”ya karşı geldiği, bunun hastalık getiren mide bulandırıcı bir içki olduğunu beyan ettiği, ancak daha sonra yolgöstericiliğini kaybedeceği endişesiyle “haoma” kültünü kabul etmek zorunda kaldığı bilinmektedir. Bugüne değin içinde haoma içkisinin üretiminde kullanılan bitkilerin tam olarak neler olduğu bilinememekle birlikte, bunların dağlık bölgelerde yetişen birtakım özel otlar olduğu konusunda görüşbirliği sağlanmıştır. Perslerin Zerdüşt dinine tâbi olmayan ve Hazar Denizi’nin doğusunda yaşayan Sakaları “haoma içenler/kullananlar (haomavarga)” olarak tanımlamaları çok anlamlı değildir. Bununla birlikte, kendi içkileri olan “haoma”yı Sakalar’a da atfetmeleri çok büyük olasılıkla başka bir keyif verici içki ile bağlantı kurmuş olabileceklerini göstermektedir.
Günümüzde kısrak sütünün mayalanması ile elde edilen ve içerisinde alkol bulunan kımız, geleneksel bir Türk içkisidir. Kımız geleneğini “haoma”ya benzetmiş olan Persler’in, içki kültürü bulunan Sakalar’ı bu özellikleri ile tanımlamış oldukları düşünülebilir. Aynı durumu Herodotos’ta da gözlemlemekteyiz. İskitler’in süt içtikleri konusunda pek çok aktarma yapan Herodotos’un bu bilgisine şüpheyle bakmak gerekmektedir. Gerektiğinde düşmanların kanını içmekten çekinmeyen “barbar İskitler”in süt içmekten ziyade, sütten üretilmiş ve görünümü süte benzeyen bir içkiyi yani kımız tüketmiş oldukları anlaşılmaktadır.
Bu değerlendirmeler sonucunda Ortaçağ başlarından itibaren Turan olarak anılacak bölgede yani Hazar Denizi’nin doğusundaki topraklarda Türkler’e fizikî ve kültürel açıdan benzeyen insanların en azından MÖ 6. yüzyıldan itibaren varolduğunu arkeolojik ve yazılı belgeler ışığında söyleyebiliriz.
Türkler’le ilişkili Saka topluluklarının varlıklarını izleyebildiğimiz Hazar Denizi’nin doğusu ile güneydoğusundaki topraklar, aynı zamanda Hint-Avrupalı toplumlarla ilgili olarak da günümüzde arkeopolitik tartışmalarının odak noktalarından biridir. Persler başta olmak üzere pek çok Hint-Avrupalı halk, coğrafi olarak Batı-Orta Asya olarak tanımlayabileceğimiz bu toprakları tarihsel anayurt olarak görmektedir. Sözkonusu bölge kuzeyde Aral Gölü ile bu göle akan Ceyhun (Amu Derya) ve Seyhun (Sir Derya) havzaları ile karakterize olur. Ceyhun, antik Batı kaynaklarında “Oxus”, Seyhun ise “Iaxartes” olarak geçer. Oxus havzası ile Iaxartes’e kadar uzanan topraklar ise “Transoxiana” olarak anılır. Herodotos ile başlayan ve Büyük İskender’in Asya seferi ile zirve yapan bölge, antik Batı tarihi coğrafyasında Parthia, Hyrkania, Sogdiana, Margiana ve Baktria olarak anılmıştır.
Bununla birlikte antik Batı kaynaklarında yer alan sözkonusu tarihsel coğrafya aktarımları dikkatle incelendiğinde, filolojik olarak MS 6-7. yüzyıllardan daha erkene taşıyamadığımız Oğuz Türklerinin varlıklarına ait olabilecek bazı hususlar farkedilebilmektedir. Oğuzlar’ın MS 6-7. yüzyıllardan önceki varlıkları ile ilgili gündeme getirilmesi gereken en önemli husus, Amu Derya Nehri’nin antik ismidir. Oxus (Amu Derya) adının Oguz/Oğuz ismi ile olan çok yakın benzerliği eğer tesadüf değilse, çok değerli bir tarihsel coğrafya eşleşmesidir. Büyük İskender’in Asya seferinden önce Sakalar’ın yaşadığı coğrafyanın bu en önemli nehrinin ismi noktasında yakalanan Oğuz kelimesinin tarihsel izi, zayıf da olsa filolojik temeldeki tarihsel bir bağlantıya işaret ediyor olabilir. Bu bağlamda Oguz/Oğuz isminin tarihte geçtiği ilk kelime olan Oxus, Oğuzlar’ın antik dönemdeki atalarının varlıklarına ait filolojik bir kanıt olarak çok değerlidir.
Bununla birlikte bazı dilbilimcilerin dikkati çektiği eski Mezopotamya yazılı kaynakları da önemlidir. Assur yazılı belgelerinde İskitler’i tanımlayan Ashguz/Ishguz adlandırmasının Oğuz ile olan benzerliği, İskit/Saka-Oğuz tarihsel bağlantısı için dikkate alınması gereken filolojik bir kanıttır. Bütün bu veriler, Batı-Orta Asya’da farklı zamanlarda tarihe kaydedilmiş Sakalar ile Oğuzlar’ın aynı insanlar olabileceğini, Türk Öntarihi’nde Sakalar’ın Proto-Oğuzlar olarak isimlendirilebileceğini kanıtlamaktadır.
Büyük İskender’in MÖ 334’de başlayan Asya Seferi ile Hellenizm kültürü etkisine giren Saka Tigrahauda, Saka Haomavarga, Parthava, Suguda ve Baktraiš satraplıklarında Batı tarzı heykelcikler üretilmiştir. Bugünkü Güney Özbekistan’a denk gelen Kuzey Baktriya bölgesinde Prof. Dr. Kazim Abdullaev’in yaptığı arkeolojik araştırmalarda değerlendirilen kilden yapılmış eski Yunan tarzı heykelciklerin antropomorfik özellikleri, Hellenistik Dönem (MÖ 2 yüzyıl – MS 1. yüzyıl) ve sonrasındaki (MS 2-4. yüzyıllar) bölge halkının antropolojik görünümleri hakkında önemli bulgular sağlamaktadır. Payonkurgan, Halçayan, Dalverzintepe ve Ai Khanum gibi yerleşmelerde bulunan çekik gözlü, düz yüzlü ve yuvarlak suratlı kadın tipleri ile çekik gözlü ve bıyıklı erkek tipleri Turani görünümleri ile dikkati çekmektedir. Bölge siyasi olarak Hellenistik krallıklardan sonra Partlar ile Kuşanlar’ın egemenliğine girmiş olmasına karşın, halkının tarihî Türk tipindeki insanlardan oluştuğu bu önemli arkeolojik bulgulardan anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak, Türk topluluklarına aidiyeti kesin olarak saptanabilen en erken arkeolojik bulgular, Hazar Denizi’nin batısını oluşturan Amu Derya ve Sir Derya nehirlerinin bulunduğu Batı-Orta Asya’dan gelmektedir. Pers kaynaklarındaki Saka Tigrahauda ve Saka Haumavarga topluluklarının arkeolojik görüntüleri, tarihsel Türk tipi ile büyük benzerlikler göstermektedir. Sonrasında Hellenistik ile Part ve Kuşan dönemlerine tarihlenen pişmiş toprak heykelciklerin antropomorfik özellikleri, Saka savaşçılarında yakalanan antropolojik karakteri devam ettirir niteliktedir. MS 6. yüzyıldan itibaren bölgedeki varlıkları kanıtlanmış olan Oğuzlar’ın özellikle Sakalar’la olan tarihsel bağları, MÖ 6. yüzyıldan bugüne uzanan bütünsel bir Türk toplumları coğrafyasına işaret etmektedir.
Türklerin ilk anayurdunun Altaylar olarak teklif edilmesinde, Türk topluluklarının Altaylar’dan güneye ve batıya yayılma kuramının temelinde bazı dilbilim verileri ile tartışmalı Çin kaynakları dışında hiçbir güçlü bulgu yoktur. Batılı türkologların Türkler’i uygar dünya dışına itme çabalarının gözlendiği Altay kuramı, arkeolojik bulgularla desteklenmediği sürece tartışılmaya mahkum gibi görünmektedir. Batı-Orta Asya’da tarihsel süreç içinde görülen Anav, Afanasyevo ve Androvo gibi boya bezemeli çanak-çömleklerle karakterize olan kültürler ise, Önasya’daki çağdaşları olan Halaf ve Obeid gibi yayılmacı güçlü kültürlerle ilişkili gibi görünmektedir.
Bu bağlamda bugünkü Türk topluluklarının tarihsel ve kültürel bağlantıları olan en eski coğrafyanın, Eskiçağ’da İranlılar’ın “Saka Ülkesi”, Ortaçağ’da Turan, sonrasında Türkistan, Arapların ise Maveraünnehir dedikleri Hazar Denizi’nin doğusundaki geniş topraklar, yani bilinen ilk anayurt veya ata yurt olduğunu düşünüyorum.