Galiba önce iş bölümü bulmuşuz. Tam birer keriz gibi oturup her işi yapacağımıza, işleri paylaşıp birine “Sen iyi ekmek pişiriyorsun, sen ekmek pişir, biz uğraşmayalım,” diğerine “Abi bak bir kere o koyun öyle kesilmez, eti hep ziyan ettin, ha ama bıçağının maşallahı var bak. Sen sırf bıçak yap, demir döv, kap kacak yap,” demişiz. Elinden hiçbir iş gelmeyen yarım akıllı iri arkadaşı da, “Sen de bari şurada dur da tarlaya depoya göz kulak ol,” diye bekçi koymuşuz. Hafızam beni yanıltmıyorsa, ekmek pişiren fırıncı, bıçak yapan demirci olurken bekçi diye işe koyduğumuz iş bilmez de başımıza kral kesilmiş, devlet olmuş. Sonrası malum. Diyelim tavuk alacaksınız, elli ekmek götürmek gerekiyor. Tut ki köyü aç bırakma pahasına elli ekmeği götürdünüz. E ekmekler tavukçu yiyene kadar bayatlar? Dolayısıyla bu noktada tavuk için elli ekmek vermek yerine, bir taahhütte bulunmak akıl edilmiş, elli ekmek (ya da iki gömlek) yerine geçen bir borç senedi verilir olmuş. E bu borç senedi ne? Ne silah ne zırh ne de tencere yapmaya yarayan ama yumuşak ve parlak, altın diye bir maden. Nadir olması ve paslanmaması da kullanılmasında bir etken tabii, orası ayrı.
Tabii zamanla altın, değiştirmek için kullanıldığı şeylerden daha önemli oldu ve insanlar bu altın işini niye akıl ettiklerini unuttular. Savaşlar altın için çıktı, gözü dönmüş hükümdarlar, altın için nice koç yiğitleri ölüme gönderdi ama… İşte bir de aması var.
16. yüzyılın Fabrikatör Saim Bey’i, karşısında dur diyecek bir Yaşar Usta olmayan büyük patron, milyarder, para babası, denizler hâkimi, armadalar sahibi İspanya Krallığı, konkistadorlarıyla Güney Amerika’da ne kadar altın gümüş bulduysa hepsini gemilere doldurup getirdi ama, altınlarını çalıp kılıçtan geçirdiği o güzel iyi insanların, birbirine parayla pulla değil sevgiyle bağlı Azteklerin de ahı tuttu tabii. Gerçi ne yalan söyleyeyim Aztekleri de tam hatırlamıyorum, kendilerine has bir sinsilikleri varsa bilemem.
İspanyollardaki neşeyi bir düşünün. Sandık sandık altınlar, neredeyse ülkedeki altını ikiye katlamışlar, yani eskisine göre iki kat zenginleşmişler ve bunu kutlamak için aralarından en küçüklerini ekmekle şarap almaya göndermişler. E ama giden çocuk bir bakmış, ekmeğin de şarabın da fiyatı iki katına çıkmış. E eldeki para da iki katına çıktı deseniz, tam da öyle değil; deniz aşmak için o kadar masraf yapıldı neticede. Onca yolu keriz gibi boşa gidip gelmiş olmuşlar yani. Koskoca İspanya, iki kat zenginleştim zannederken ülkede resmen siz deyin bir 24 Ocak, ben diyeyim bir 5 Nisan kararları, daha küçükler desin bir 28 Şubat 2001 ekonomik krizi yaşanıvermiş.
Yanlış hatırlamıyorsam tarihte bunun gibi ani enflasyon vakaları az da değil. Ne kadar ürettiysen o kadar zengin oluyorsun, elindeki paranın değerini de alabildiği ekmek belirliyor. Kürk getiren Hollanda, patates ve pamuk getiren İngiltere keyfine bakarken, altın gümüş getiren İspanyol batıveriyor. Üretmediğin zaman, gün geliyor elindeki para, pul oluveriyor. Hele bir de o parayla şanına şan katacak agoralar, çarşılar, kervansaraylar yaparsan şanın da coğrafi keşiflerin kerizi oluveriyor. Hele bir de keşfe bile çıkmadan borçla topladığın parayı mermer saraylara yatırdıysan yandı gülüm keten helva.