İnsanlar tarih boyunca sulardan, kayalardan altın çıkarmak için etrafı mahvetmekten, kölelerin kanını akıtmaktan hiç sakınmadı Bu tutku ve lanet bitmiş değil. Erzincan-İliç’teki toprak kayması da, altın uğruna yaşanan felaketlerin sonuncusu oldu. 19. yüzyıl sonundan bu yana “geliştirilen” cıva ve siyanür kullanımı, altın acılarını dünyaya yayacaktı.
Her dokunduğu altına dönüşen efsanevi Frigya Kralı Midas’ın lanetini duymayan yoktur. Midas, altına dönüştüğü için yemek bile yiyemez. Sonunda Paktolos Irmağı’nda (bugün Sart Çayı olduğu düşünülüyor) yıkanarak lanetten kurtulur. Hikayesi Tevrat’ta ve Kuran’da anlatılan Kârûn da böyledir; muazzam servetiyle mağrur bu adam Hz. Musa’ya ve Allah’a isyan etmiş, yer yarılıp toprağa gömülerek cezalandırılmıştır. Tarihten örnekler de, altın saplantısının bir lanet olabileceğini gösterir.
Altın bir değişim aracı olarak neden başköşede yer alır? Miktarı sınırlıdır; bu ona özel bir değer verilmesini sağlar. Dünyanın her yerinde vardır ama çıkarılması zordur; bu da değerini arttırır. Şekil değiştirebilir, eritilip katılaştırılabilir ve kırpıldığı zaman bile kaybolmaz. Parlak ve ışıltılıdır, güneşe benzer. Çok uzun zamandan beri bir süs ve gösteriş aracıdır. Günümüzde güçlü bir iletken olarak elektronikte (bilgisayarlarda, kablolarda), sağlam bir maden olarak dişçilikte, ameliyat aletleri ve uzay araçlarında, ısı kontrolü için cam binalarda kullanılır. Ancak asıl işlevi, değişim ve yatırım aracı oluşudur.
İlk altın sikke, Batı Anadolu’da, Efes, Miletos ve Sardes gibi kentlere egemen Lidya Krallığı’nda kesildi. Kral Kroisos (Krezüs) döneminde (saltanatı MÖ 546’da son buldu), bu zenginlik en yüksek mertebesine erişti. Herodotos’un anlattığına göre Lidyalı kadınlar çeyizlerini altın sikke biriktirerek hazırlıyordu. Lidya’da ilk sikkenin basılmasının nedeni, ülkedeki Paktolos Nehri’nin altınlı alüvyonlarıydı. Dağlardan gelen toz hâlindeki elektron denilen maden (altın ve gümüş alaşımı) nehir tarafından taşınıyordu. Lidya sikkelerinin her yerde kabul görmesi ticaretin patlamasını, insanların ve fikirlerin dolaşımını hızlandırdı. Gelgelelim sonunda Kroisos’un ülkesi Persler tarafından işgal edildi, yağmalandı ve kendisi de öldürüldü. Kroisos altın sikkenin mucitlerinden olduğu gibi, onun lanetine uğrayanların da ilkiydi.
Altın ilk çağlarda nereden-nasıl çıkarılıyordu? Oğlu Büyük İskender’e müthiş bir hazine bırakan Makedonya Kralı 2. Phillippos’un bugünkü Bulgaristan’da; Mısır firavunlarının Nübye’de; Kartacalılar’ın ve sonra Romalılar’ın İspanya’da altın madenleri işlettiğini biliyoruz. Altın madenciliği her zaman dünyanın en zor ve tehlikeli işlerinden biri olmuştu. Örneğin Yunanlı yazar Diodorus (MÖ 1. yüzyıl) Nübye’deki madenleri görmüş ve altının nasıl çıkarıldığını anlatmıştı. Nübye, bugün güney Mısır ve Sudan’ın bir bölümünü kapsayan Nil Nehri kıyısındaki bölgeydi. Buradaki Kuş Krallığı döneminde de, sonraki Mısır egemenliğinde de hep altın çıkarılmıştı. Tepelerde kölelerin sırtüstü veya yan yatıp sürünerek girebildiği derin oyuklar vardı. Kölelerin çoğu düşen kayaların altında eziliyor, bu taşlardan altını çıkarmak için yakılan ateşler, etrafa zehirli dumanlar saçıyordu. Diodorus, Mısır krallarının bu nedenle suçlular ve esirlerle yetinmeyip kendi yakınlarını bile köleleştirdiğini anlatmıştı.
İspanya’daki altın madenlerini çalıştıran Romalılar da Mısırlılar kadar acımasızdı. İspanya’da “hidrolik madencilik” denen, su fışkırtarak kayaların parçalanıp altının çıkarıldığı yöntem uygulanıyordu. Bu sular çiftlikleri yok ediyor, nehirleri çamura dönüştürüyordu. Sonraki yüzyıllarda cıva ve siyanür kullanımıyla gelişen altın madenciliği daima bu tür yan sonuçlar doğuracaktı (Erzincan-İliç’te yaşanan son felaket, 2 bin yılı aşkın bir zamandır maalesef aynı yöntemlerin geçerli olduğunu gösteriyor).
Romalı yazar Cassius Dio, altın tutkusunun insanı nerelere sürükleyebileceğini, Marcus Crassus’un ölümünü örnek göstererek anlatmıştı. Spartacus isyanını bastırmasıyla tanınan Marcus Crassus (MÖ 114-53), aynı zamanda Roma’nın en zengin adamıydı. Serveti emlak spekülasyonuna dayanıyordu. Bir bina yandığında çevresindeki binaların değeri düşüyor, Crassus da onları neredeyse arsa fiyatına alıyordu; ama kendisinin asıl hedefi, büyük bir Romalı komutan olarak tarihe geçmekti. MÖ 53’te 50 bin kişilik ordusuyla Part seferine çıktı. Ancak Partlar karşısında Carrhae’de (Harran civarı) yenilerek esir düştü. Cassius Dio’nun anlattığına göre Partlar, altın merakıyla tanınan Crassus’a uygun bir idam şekli buldular: Ağzına erimiş altın dökerek öldürdüler.
Amerika’nın Avrupalılar tarafından keşfinin ilk önemli sonucu, burada bulunan maden yataklarının işlenerek Yeni Dünya’dan Eski Dünya’ya doğru bir para yağmuru başlatması oldu. Zaten bu kıtaya ilk ayak basanların hedefi de buydu: “El Dorado” dedikleri altın diyarını bulmak. Amerika kıtasına doğru yola çıkan Kristof Kolomb, yeni topraklara ilk ayak basışından (13 Ekim 1492) 1 gün sonra “civarda altın olup olmadığını anlamak için çok dikkatli ve titiz davrandım” diye yazıyordu. Küba’ya doğru yelken açtığında seyir defterine “aşırı sıcağa bakılırsa bu diyar altın bakımından zengin olmalı” diye not düşmüştü (çok eskiden beri bilinen Afrika altını nedeniyle o zamanlar altının sıcak iklime sahip ülkelerde bulunduğuna inanılırdı).
İşsiz güçsüz ve maceracı bir dizi İspanyol, 16. yüzyıl başında Yeni Dünya’ya koştu. Bu kaşifler Amerika kıtasının güneyinde ilerlerken hayalî bir “Río d’oro”ya (altın nehri) ulaşmayı düşlüyordu. Örneğin İspanyol maceracı Francisco Pizarro (1475?-1541), yanında 100 kişiyle bugün Ekvador, Peru, Bolivya, Şili ve Arjantin’in büyük bölümünü kaplayan topraklara ulaştı. 1532’de İnka İmparatoru Atahualpa onları misafir ederek ağırladı. İspanyollar’ın gözü altın kaselerden, som altın tahttan, altın süslemeli giysilerden ayrılmıyordu. Pizarro, ertesi gün imparatoru kendi kampına davet etti ve onu misafir edeceği yerde esir etti. Hikayeye göre Atahualpa, serbest bırakılması karşılığında bulundukları odayı altınla doldurma sözü verdi. Atahualpa’nın fidyesi, saraylardan, tapınaklardan ve binalardan sökülerek buraya taşındı. Bu eşyalar eritilerek külçeye çevrildi ama İspanyol fatihler de birbirlerine girdiler. Francisco Pizarro, 1541’de Lima’daki sarayında rakiplerinin saldırısına uğradı, en az 20 kılıç darbesi aldı, boğazına saplanan bir mızrakla öldü. Perulular buna “İnka laneti” dediler.
Modern zamanlarda, 19. yüzyılın ikinci yarısında, dünyanın çeşitli bölgelerinde arka arkaya altın yatakları bulundu. Rusya’yı ABD izledi. 1848 başında ABD California’da çıkan altın, insanların buraya akmasını sağladı. Bunu 1851’de Avustralya’da, 1884’te Güney Afrika’da ve 1897’de Kanada-Klondike’da yapılan keşifler izledi. Bu yeni madenler, bulundukları ülkelerin kaderlerinin değişmesine yol açtı.
Ancak lanet, insanın peşini bırakmadı. California’da ilk altın, John Sutter (1803-1880) adında bir adamın arazisinde bulunmuştu. Sutter İsviçre’den ABD’ye göç etmiş, California’da “New Helvetia” (Yeni İsviçre) adını verdiği küçük bir krallık kurmuştu. Bu arazide fırın, barakalar, tabakhane, 30 hayvan, 2 bin at ile katır ve buğday tarlaları vardı. 1848’de yaptırdığı kereste fabrikasının arazisinde işçilerin altın bulması onun için bir facia oldu. Sutter’ın arazisine büyük bir insan akını başladı. Anılarında şöyle yazdı: “İşçilerim beni terkedip altın tarlalarına koştu. Her yer serserilerle doldu. Araziyi koruyan kimse kalmadı. Taşlar, hayvanlar, atlar, variller, her şey çalındı.” Sutter yıllarca mahkemelerde hakkını aradı; 16. kere mahkemeye başvurduktan 2 gün sonra 1880’de 77 yaşında öldü.
Güney Afrika’da ise 1884’te bir ev inşaatı sırasında altın bulunması, Johannesburg kentinin gelişimini sağladı. Ancak bu buluşun arkasında da yine bir lanetli hikaye vardı. Arazide altın bulunduğunda, birkaç maden şirketi işe para yatırdı ama kaya içindeki altını çıkaramadılar. Şirket iflasın eşiğine geldi. 1889’da John Stewart MacArthur adında bir İskoç kimyager bölgeye gelerek bir siyanür yöntemi geliştirdiğini, bunun Güney Afrika’nın bütün sorunlarını çözeceğini ilan etti. Çıkarılacak altından pay alma karşılığında maden şirketleriyle anlaşma imzaladı. Yöntem başarıya ulaştı; bölgede 1886’da yılda 1 ton altın çıkarılırken, 1898’de bu rakam 120 tona yaklaştı.
Ancak birkaç yıl sonra maden sahipleri, siyanürlü yöntemin mucidine gereğinden fazla pay verdiklerini düşünmeye başladılar. Uzun bir dava sonunda mahkeme 1896’da siyanür yönteminin yeni olmadığına dayanarak, MacArthur’ün patentini hükümsüz ilan etti. MacArthur yoksul bir adam olarak öldü. Siyanür yöntemi ise çevreyi zehirleyerek altın çıkarılmasında kullanılmaya devam etti.
Bugün altın, şatafat ve estetik aracı olarak; altın musluklar, altın otomobiller, altın gitarlar, altınlı yemeklerde görüldüğü gibi en eski işlevini sürdürüyor. Yatırım ve tasarruf aracı olarak da gücünü koruyor. Ne zaman ciddi siyasi kriz ihtimali ufukta belirse, insanlar “güvenli liman” dedikleri altına koşuyor, Merkez Bankaları da rezervlerinin önemli bir bölümünü altına ayırmaktan vazgeçmiyor.