Kasım
sayımız çıktı

Anadolu’nun mozaiği 16. yüzyılda değişti

13-15. yüzyıllar arası türbe ve külliyeler, bozkırın farklı taraflarından gelenlere ev sahipliği eden, kavgalıları biraraya getiren, uzlaşmanın sağlandığı mekânlardı. 16. yüzyıldan sonra kent içine taşındılar, uzlaştırıcı özelliklerini kaybettiler ve taraf oldular. 

Mamak’a bağlı Köstence tren istasyonundan Çubuk’a doğru 1983’te yaptığımız uzun bir yürüyüş sırasında Hüseyin Gazi dağına tırmanmıştık. O zamanlar araba yolu olmayan bu dağın tepesinde birdenbire bulutlar içinden çıkmışçasına beliren türbe ile karşılaşmıştık. Üstelik türbenin etrafında rengarenk giysileri ile Alevi aileler pilav pişiriyorlardı. Benim asıl araştırma alanım olan Orta Asya tarihinde Alevileri görmüyoruz. Orta Asya İslâmiyetinde herkes Sünnidir; ancak kültürel açıdan baktığımızda yerleşik halklar daha çok bizim Anadolu Sünnilerine, göçebe kökenli olanlar da Alevilere yakın görülebilir. Konu ile ilgilenmeye başlayınca, türbedeki şecereye göre Hüseyin Gazi’nin Hz. Ali soyundan gelen bir savaşçı olduğu ve Anadolu’da İslâmiyet’in ilk varlık gösterdiği dönemlerde yaşamış olduğu anlaşılıyordu. Kısacası aslen Arap olan ve aziz kabul edilen bu kişinin türbesi Orta Asya’nın İslâmiyet öncesi gelenekleri çerçevesinde bir dağın tepesine kurulmuştu.

Ankara ve çevresinde, özellikle Kızılırmak büklümü etrafındaki yerleşmelerin 13-15. yüzyıllardaki havasını tam bir kültür ve inanç mozaiği oluşturur. Örneğin Ankara şehrinden Ayaş’a giderken görülen Abdüsselam Dağı’nın Hüseyin Gazi’nin amcaoğlu olduğu düşünülür. Özbekistanlı bir edebiyatçı dostuma, bu dağı göstererek “sizde de amcaoğlu dağlar var mı” diye sormuştum. O da “bir memleket fethedilirse kendi damganı vurmak istersin, tabii ki olur. Bizde ise Tanrı dağları var” diye gülmüştü; yani biz ezelden beri oradaydık demek istemişti. Şimdi rahmetli olan o dostum belki de haklıydı; belki de bu mozaik kültürü tarih boyunca değişik halkların bu ülkede katman katman iz bırakmış olmaları ile ilgili idi. Bazen bu katmanları üstüste değil de yanyana görürüz. Eskişehir yakınlarındaki Seyyid Gazi Türbesinde, “büyük adamlar kocaman olur” düşüncesi ile dev bir sanduka yapılmıştır. Bunun yanında “Rum kızı Elenora” adıyla eşinin yattığını görmekteyiz. Emevi orduları ile 8. yüzyılda Anadolu’ya gelerek savaşta şehit düşen Seyyid Battal Gazi, Anadolu’yu İslâmiyet’le tanıştıranlar arasında önemli bir mevki sahibidir. Tarihsel kaynaklar eşinin Hıristiyan, hatta prenses olduğuna bile değinirler. Bu kadını tarih boyunca Müslümanlaştırma eğilimi olmamış olması da bu söylenceleri yaşatan kültür açısından dikkati çekicidir. İslâm tarihinde ve menkıbe edebiyatında yer alan Battal Gazi, Orta Asya’da da bilinir; hatta örneğin Başkurdistan’da babası Hüseyin Gazi’yi çağrıştıran Hüseyin Bey türbesi bulunmaktadır. Battalname olarak bilinen destanın ise Digenes Akritas adlı Bizans destanı ile ortak motifleri vardır.

Bugünkü külliyenin bir kısmının halk arasında “Kızlar Manastırı” diye bilinmesi, Filiz Yenişehirlioğlu’nun ayrıntılı çalışmasında (2008) belirttiği gibi arkeolojik kalıntı parçaları ile örtüşmektedir. Külliyenin Bizans dönemi kalıntıları üzerine kurulmuş bir Selçuklu yapısı olduğu görüşü hâkimdir.

Aynı yörede bulunan Şücaeddin Külliyesi de bozkırın ortasında kendi başına duruşu ile dikkati çeker. 13-15. yüzyıllarda bu türlü mekanlar bozkırın farklı taraflarından gelenlere ev sahipliği eder, aralarında tartışma, kavga olanları biraraya getirir ve uzlaşma sağlardı. 16. yüzyıldan sonra ise uzlaşma devletin ve dolayısıyla Osmanlı medreselerinde yetişen kadıların hareket alanı oldu. Nitekim Seyit Gazi külliyesi önceleri abdalların elinde iken, Suraiya Faroqhi’nin gösterdiği gibi (1981) mekânın kullanımı daha sonra bir medrese ile abdallar sonra da medrese ve Bektaşiler arasında paylaştırılmıştır. Bu yeni dönemde çoğunlukla bu türlü türbeler, kutsal mekanlar kent içine taşındı. Kentte ise artık bu uzlaştırıcı özelliklerini kaybettiler, taraf oldular. Anadolu’daki İslâmiyet de mozaik yapısı içinde yer almaktan çıkarak homojenleşmeye doğru yol aldı.