Kasım
sayımız çıktı

Apollinaire’in kaleminden İstanbul havadisleri

FRANSIZ ŞAİRİN MUHABİRLİK GÜNLERİ

Modern şiirin en uçarı figürü Guillaume Apollinaire’in az bilinen yönü farklı mecralarda yazdığı kısa sanat haberleriydi. 1910-1911 yıllarında yani kendi deyimiyle “Türklüğün moda olduğu günlerde” devrik padişah II. Abdülhamid’in müzayedede satılan eşyalarını da konu edinmişti.

Büyük Savaş bağlamında, erken yaşta (1880-1918) ölen Guillaume Apollinaire’i bir ölçüde tanıdığımızı dile getirmiştim: İnce, kıvrak, oldukça atak şiirleri şairlerimizi enikonu esinlemişti. Daha az tanıdığımız yönü şuydu: nasıl modern sanatın ilk önemli eleştirmeni Baudelaire olduysa, avant-garde sanatın ilk eleştirmeni Apollinaire’di. Braque’ın ve Picasso’nun çok yakın arkadaşı, Kübizm başta olmak üzere, birden fazla öncü sanat girişiminin yol açıcı tanıkları arasında yer almıştı. Erotik metinlerine gelince, onları Türkçeye onca yıl sonra çevrildiklerinde mahkûm oldukları, asıl bu nedenle yüzümüz kızartıldığı için tanıyoruz.

Apollinaire'in kaleminden İstanbul havadisleri

Apollinaire, çoğu kez geçim kaygısından, basın organlarına ufarak haber-yorumlar yazmaktan geri durmamıştı. Bunlar, 1979-1980 kavşağında derlenerek iki kitapta bir araya getirilerek kayboluştan kurtarıldı: Gündelik Yaşamın Küçük Harikaları ve Küçük Sanat Aylâkgezerlikleri. Bu toplamı tanımıyoruz, oysa söz konusu civelek kısa parçalardan Apollinaire’in bize de sokulduğunu öğreniyoruz:

12 Mayıs 1914 tarihli “İstanbul’u Kurtarmak İçin” başlıklı parça hayli ilginç: Şair, burada, Paris’te kurulan bir dernekle ilgili somut bilgiler veriyor: “İstanbul Dostları Derneği”nde, Fransa’nın Türkiye büyükelçisinin eşi Bayan Bompard, iki ünlü (ve tanıdık) sanat tarihçisi Schlumberger (İstanbul Prens Adaları’nın da yazarı) ve Diehl öncülüğünde İbrahim Paşa Camii, Süleymaniye türbesi ve Şehzâde camii türbelerinin onarımı için para toplandığını, “Jüstinyen Evi” kazılarına maddi yardımda bulunulduğunu, İstanbul’daki antik ve Bizans dönemleri anıtları bağlamında konferanslar düzenlendiği- ni ve yayınlar yapıldığını ak- tarıyor. Dernek üyeleri yılda 1 Türk lirası (dönemin 23 frangına dek) aidatlarını Louvre’un Dekoratif Sanatlar bölümündeki Marsan pavyonuna yatırıyorlarmış.

Dr. Cemil Topuzlu, 80 Yıllık Hâtıralarım’da, şehreminlik yaptığı ilk dönem (1912-14) giriştiği şehircilik çalışmalarını anlatırken derneğe hiç değinmemiş.”Société des Amis de Stamboul” yayını bir kitabın, mimar Henri Saladin’e ait olduğunu saptayabildim (internette 8500 Euro’ya satılıyor!) ve İsmail Bayramoğlu’dan kataloğuna geçmiş yapıtın kapağını kullanma izni aldım: 150 adet basılmış, Loti’nin önsözünü yazdığı albümün başlığı: “Boğaziçinin Asya YakasındaAnadoluhisarı Köprülü Yalısı (1915 basımı).

Apollinaire'in kaleminden İstanbul havadisleri
Apollinaire’in tanıttığı İstanbul Dostları Derneği tarafından basılan Anadoluhisarı Köprülü Yalısı başlıklı albümün kapağı.

Apollinaire, L’Intransigeant’da 3 Nisan 1910’da yayımladığı anekdotlarından birinde tanıdık bir çehreye değiniyor bu kez:

Dönemin, Paris’teki en ünlü edebiyatçı kahvesi olan La Vachette’de Jean Moréas taraçadaki bir masada oturuyormuş. Yanına sakallı bir genç adam yaklaşarak “üstâd, ben bir Türk şairiyim ama Fransızca şiirler yazıyorum; beş bin mısralık bir şiiri yeni bitirdim, size giriş bölümünü okumak istiyorum”, demiş. Olayı, Apollinaire şöyle tamamlıyor:

“Moréas yanıt vermedi, bir saat boyunca genç sakallının kafasını ütülemesine katlandı.

“ — Girişe ne diyorsunuz? diye sordu Osmanlı.

“ — Çok iyi ama, diye karşılık verdi Moréas, neden Türkçe yazmıyorsunuz?””.

Paris’te yaşadığı yıllarda, Yahya Kemal, La Vachette kahvesinin müdavimleri arasındaydı. Şehrin edebiyatçılarının, sanatçılarının gözde buluşma mekânlarının başında gelen kahveye hem Héréadia, Moréas gibi görece olgun kuşağın üyeleri, hem de genç kuşağın Apollinaire ve Picasso gibi atak temsilcileri uğruyordu. Genç Yahya Kemal, ilk kümedekilerin etrafında, ateşle pervane ilişkisi, temasta olanlardan biriydi. Sermet Sami Uysal’la sohbetlerinde, “Ben Moréas’ı Vachette kahvesinde ilk gördüğümde, Anatole France, onu çocuk gibi dinliyordu” der ve ekler: “Ben Moréas’tan proporsiyonu (nisbet) öğrendim. O, Shakespeare’deki mübalağaları sevmez. Halbuki Sofokl’da her şey proporsiyone (ölçülü). İşte Moréas bize bunu öğretti”.

Yahya Kemal, yan masada oturan yenilikçi ve özgün şair Apollinaire’in farkına varamamış, köhne ve ikincil örneklerin büyüsüne kapılmıştı: Moréas bugün tozlu raflardadır. Oysa, Sermet Sami’ye bir anısını daha aktarırken, yıllar sonra bile yanlış tercihinde ısrarlıdır: “1903’den sonra Moréas klâsiklere dönmüştü. Vachette kahvesinde oturuyorduk. Kendisine İstemoz (?) namında bir genci takdim ettiler… Genç Mallarméen; revolüsyonun farkında değil. Baktık saçmalıyor…”

İstemoz kimdi bilmiyoruz, farkındaymış, bunu söyleyebiliriz!

Apollinaire'in kaleminden İstanbul havadisleri
II. Abdülhamid’in 1911’de açık artırmaya çıkan mücevherlerinden bir tesbih. Bir büyük armudî inci ve 99 Doğu incisinden oluşuyordu.

Apollinaire’in anekdotundaki şair Yahya Kemal midir? “Hiç Fransızca şiir denediniz mi?” sorusuna “Hayır, aklım fikrim Türkçe şiirde idi” yanıtını vermişti. Fransızca yazan Osmanlı şairi büyük olasılıkla Dr. Abdullah Cevdet idi. Paris’te yaşadığı yıllarda yazdığı Fransızca şiirlerini üç kitapta toplamıştı. Gerçi, sonuncusu 1908’de yayımlanmıştı ve sonrasında beş bin mısralık bir yapıt ortaya çıkarmış değildi, ama başka bir aday görmek de güç.

Apollinaire’in L’Intransigeant’ın 26 Kasım 1911 tarihli nüshasında bu kez “Sultanın Mücevherleri” başlıklı küçük bir haber-yorum yayımladığı görülüyor. III. (bir sürçme ̧ sonradan da düzeltilmemiş!) Abdülhamid’in paha biçmekte zorlanıldığı anlaşılan mücevherleri, çifte açık arttırma öncesi sergileniyor Paris’te. “Türklük şu sıralar zaten moda ama bunlar doğrudan oradan geliyor” diyen şair, ortalığın, güvenlik nedeniyle, polis kaynadığını belirtiyor. Ve inci tesbihine bakarak sultanın, “bunu terör estirirken çektiği”ni anımsatıyor.

Apollinaire'in kaleminden İstanbul havadisleri
Apollinaire’in L’Intransigeant’ın 26 Kasım 1911 tarihli nüshasındaki “Sultanın Mücevherleri” başlıklı haberi.

Abdülhamid tahttan indirilmiş, Selânik’de sürgündedir. Şüphesiz ünlü “Yıldız Yağması”ndan, mal varlığının taşınır parçalarının vandalca el değiştirdiğinden haberdardı; buna karşılık, mücevher koleksiyonunu içeren müzayedenin düzenlendiği haberi kendisine iletilmiş miydi, bilmiyorum.

dergisi, 1997’de çıkan 6. sayısında, bir örneği Ahmet Utku koleksiyonunda yer alan müzayede kataloğunu, “yağma” konusuna girmeksizin ayrıntılı biçimde tanıtmış, Jean Richepin’in sunuş yazısını yayımlamıştı. “Sultan II. Abdülhamid’e ait İnci, Kıy- metli Taş, Mücevher ve Kıymetli Eşya” başlığıyla basılan kataloğun kapağında, müzayede salonları belirtilmişti: Galerie Georges Petit ve hâlâ varlığını koruyan şanlı Hotel Drouot. Anlaşılan, “Yıldız Yağması” konusu Paris’te de pek kurcalanmamış. Kimlerin eline geçmişti mücevherler, kim(ler) vardı müzayedelerin arkasında, Osmanlı yönetimi nasıl izin vermişti satışın gerçekleştirilmesine?

Müzayedelerde kıran kırana bir mücadele yaşanmış; beklenmedik, dudak uçuklatıcı fiyatlara ulaşılmıştı. Üç sıra inci kolyeyi 1 milyon franga satın alan Lindenbaum, bugüne dek mücevher açık arttırmalarında tazelenemediği ileri sürülen bir rekora imza atmıştı. İki müzayedede ulaşılan toplam satış miktarı 12 milyon franga yaklaşmıştı.

Kataloğun giriş yazısını kaleme alan Jean Richepin, dönemin bilinen isimlerinden biriydi ve Fransız Akademisinin üyeleri arasında yer alıyordu. Tipik bir oryantalist imgesiyle Binbir Gece masallarının dünyasından hareketle, sultanın mücevherlerini Binikinci Gece’ye yerleştiren bir imge hamlesi yaptıktan sonra, “Mücevherler Vadisi”ndeki parçaları tanıtıyor, arada Doğu-Batı karşılaştırmalarına girişiyor, iki zevk kutbunu tartıyordu. Kendisini Sinbad’a benzetmiş olması bugün neden unutulmuş bir yazar olduğunu açıklamaya yeter sanıyorum.

Apollinaire'in kaleminden İstanbul havadisleri
II. Abdülhamid’in mücevherleri müzayedesinden pırlantalarla bezeli taç. Müzayedede toplam 414 eser yer almıştı.

Richepin, kendi deyişiyle ‘peri masalı dünyası’nın içinde dolaşadursun, yakut ve zümrüt, inci ve elmas, mücevherler hakkında somut bilgi verebilecek durumda değildi; kıymetli taşların yansıttığı ışıklarda sâkıt padişahın düşlerinin nereye “uçtuğunu” soruyordu yazısında. Katalog, sonuçta kolyelerin, broşların, pırlantalı büyük taçın, küpelerin ve köstekli cep saatlerinin, sigara tabakalarının ve kibritliklerinin teknik özellikleri ya da kaynakları hakkında hiçbir doyurucu bilgi içermiyor.

Apollinaire’in gözü fincan zarflarına takılmış besbelli: Üzerilerinde pırlantalar, madalyonların içinde İstanbul manzaraları yer alıyormuş.

Şimdi nerede, kimlerin elinde, evindedirler?

Apollinaire’in 1910-1911 yıllarında okurlarına bizden sunduğu havadisler bunlar.

Bizse, tam yüzyıl sonra, 2011 yılında, bir romanının çevirisini müstehcen bularak yargıladık, çevirmeni İsmail Yerguz ve yayıncısı İrfan Sancı’yı mahkûm ettik, kitabı dolaşımdan çekerek tarihe geçtik.