1838’de Divriği’de yapılan Âyanağa Konağı, hem tarihsel anlamı hem yapısal özellikleri, iki kata yayılan 20 odasıyla benzersiz bir örnek. Osmanlı Anadolu’sunda bir dönem yerel iktidarların konut merkezi olan ayan köşklerinden bugüne kalan en önemli yapı, olağandışı mimari özellikleri kadar, gerek gündelik hayatın gerekse taşra politikasının ayrıntılarına dair birçok tarihî detayı barındırıyor. Dünden bugüne Anadolu’da iktidar-konut ilişkileri.
Karamahmudoğulları/ Âyanağagil, Divriği’nin eski ailelerindendir. Ataları 17. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı tenkil güçlerine karşı yaşama mücadelesi veren yoksul Türkmen yığınlarına önderlik etmiş; fakat hayatı konusunda fazla bilgi bulunmayan bir Kara Mahmud’du:
“Kara Mahmud eydür beyler paşalar/
Parlayı parlayı çıktığım vardır
Karşıma gelenler beş mi on mudur/
Dördünü beşini yıktığım vardır
Sana da kalmaz dünya ey Cafer Paşa /
Çok tuğu, sancağı yıktığım vardır”
Ozan İshak bu dizeleri ve devamında, 1686’daki Türkmen kıyımını gerçekleştiren Osmanlı serdarı Cafer Paşa’ya karşı yığınların öfkesini anlatmış. O mücadelede bir başıbozuk ayaklanmacı topluluğa başbuğluk eden Kara Mahmud ile oğlu Keleş Mustafa, yandaşları Kara Halil, Bayındır Halit, Gübeş ve ötekiler, yollarda-bellerde savaşa vuruşa Tokat Kalesi’ne sığınmış. Çağdaş ozanlardan Zülâlî de Kara Mahmud’un Cafer Paşa ile savaşırken öldürüldüğünü veya tutsak düşüp boynunun vurulduğunu anlatmış ama Kara Mahmud’u “Türk-Türkmen düşmanı, Mehdilik iddiasıyla köyleri kasabaları yağmalayan bir Celalî idi!” diye tanıtmak aymazlığından da kalemini kurtaramamış (Ali Rıza Yalkın, Cenupta Türkmen Oymakları C.1 s. 16 vd, Cahit Öztelli, Uyan Padişahım, Milliyet Yayınları, 1976, s. 158-162).
Kara Mahmud’un torunlarının Divriği’ye niçin ve ne zaman yerleştikleri bilinmiyor. Arşiv belgeleri 1700-1900 arasında “Ağa” sanıyla kentte âyanlık, mütesellimlik, malikane mutasarrıflığı yapan Kara Mustafa, Kara Yusuf, Mustafa (II), Kara Mehmed, Kara Yusuf (II) ağaların varlığını kanıtlıyor. Bu kentteki iki mahalle (Kara Yusuf, Kara Mahmud), bir cami (Kara Mahmud Camii. Maalesef yıkılmıştır), bir mescit de (Kara Mahmud Mescidi) aileyle ilgilidir.
Bu yazının öznesi Mehmed Ağa (1798-1857?) ise Kara Mahmudoğulları’nın yerel etkinliğini doruğa çıkartarak Tanzimat’a karşın derebeyi-ağa kimliğiyle yaşama tutunmuş bir mütegallibe idi. Taşıdığı “âyan-zâdelik” sanından dolayı, sonraki kuşaklara da “Âyanağagil” denilmiştir.
Yaşadığı dönem dikkate alındığında, babası veya atasının âyanlığına karşın Mehmed Ağa’nın âyanlığı sözkonusu değildir. Onun 1850’lerde Divriği Küçük Meclisi’nde âzâ olduğunu, bu onursal konumunu, âyan-zâdeliğini, yaptırdığı paşa saraylarını kıskandıracak konağında sofrasını gelene gidene açmasını, ama asıl, sözde vergi borçlarını ödemek üzere köylülere “murabaha” (aşırı faizli borç) senetleri imzalattığını, köylüleri köleleştirdiği için “Memleket umurundan mes’ulüm” dediğini belgelerden öğreniyoruz (4 Hicri 1260 R tarihli Divriği Kazası Esami Defteri, varak 79 b; Başbakanlık Arşivi İrade, Meclis-i vâlâ no: 6595, 10832, 13418, kartonlarındaki belgeler).
Kara Mahmudlu Yusuf Ağa II’nin oğlu, Divriği Nüfus Memurluğu’ndaki Hicrî 1260 /M 1844 tarihli Esami Defteri’ne “Kara Mahmud-zâde Hanedan-ı belde, uzunca boylu, kır sakallı, Mehmed Efendi bin Yusuf Ağa. Sinni (yaşı) 48” diye yazılmış.
Baba ve atalarının malikâne mutasarrıflığı, bir dönemdeki âyanlığı; Mehmed Ağa’ya -dönemin koşullarında- “memleket işlerinden mesul zat”, “taşra eşrafından”, “hanedan-ı belde” sanlarını yapıştırmış! Merkezî yönetimin denetiminden çok uzakta, yerliden kaymakamı, yerliden mal müdürünü güdümüne almış. Derebeyi kalıntısı Mehmed Ağa, böylelikle 1830’larda geçici bir şan ve şans yakalamış.
Onun rakipleriyle mücadelesi; o ve kardeşi Emin Ağa’nın memleket işlerine müdahaleleri; vergi sorununu çıkmaza sokmaları; murabahacılık yapmaları; köylerden İstanbul’a gönderilen şikayet mektuplarını Saray’a ve Bâbıâli’ye sundukları; Bâbiâli önünde toplanıp zulme karşı gösteri yaptıkları da belgeleniyor.
Ayanzâdelerin, Divriği Kaymakamı Mir İmam Hüseyin Bey’le nüfuz çekişmeleri de Tanzimat dönemi başlarken Bâbıâli bürokratlarını uğraştırmıştı. Bu konu, “Divriği Meselesi” başlıklı bir dosya olarak Mehmed Ağa’nın ölümüne kadar arşiv torbalarına konulmuş, çıkartılmış, yargılamalar sürmüş. Sözlü anlatılara göre sorun, Hac için Mekke’ye giden Mehmed Ağa’nın orada ölümüyle kapanmış. Bu konuda 1830-1860 dönemine tarihlenen yaklaşık 150 kadar belge vardır (Bu belgelerin birçoğu, Köse Paşa Hanedanı (1998-Tarih Vakfı Yurt Yayınları) adlı kitabımızın 180. ve izleyen sayfalarında da kullanılmıştır).
Âyanağa Konağı
Karamahmudoğulları’nın Divriği Şehir Mahallesi’ndeki eski konağı, Ulucamii’ye yakın 20
odalı, toprak damlı, iki katlı azman bir yapı imiş. O dönemin yaşama düzeni gereği, güneyde kasaba dışında da ailenin bağ evleri varmış. Söylentiye göre yerliden Kızıl Kadı sanlı ünlünün kızıyla evlenen Mehmed Ağa, adı geçenin kasabanın batısındaki büyük tarlasının bir bölümüne “ağalık konumuna yaraşır” kendi görkemli konağını yaptırmış. Divriği’de Mengücekoğulları döneminden (12.-13. yüzyıl) başlayarak 20. yüzyıla kadar gelişen yerel konut mimarisinin günümüze ulaşan örneklerine bakıldığında; tarihsellik, kimlik, ölçü, mimari/üslup ve işlev açılarından ilk sırada bu konak yer alır.
17. yüzyılda Evliya Çelebi’nin, adlarını verse de özelliklerine değinmediği Divriği konakları arasında yerli paşaların görkemli sarayları vardı. 18. yüzyıl sonlarında da Vezir Köse Mustafa Paşa (öl. 1802) ve oğlu Vezir Hafız Veliyeddin Paşa (öl. 1809), bir köprü-geçitle birbirine bağlı “Köprülü Konak” denen saraylarını yaptırmışlardı. Yine çağdaşları Memiş Paşa’nın “Serey” denen konak kompleksi de kasabanın güneydoğusunda ayaktaydı.
Coğrafyacı-oryantalist Vital Cuinet (1833-1896), “19. yüzyılın sonlarında eski Divriği sarayları ayakta ama haraptı” dedikten sonra ekler: “… Bir zamanlar önemli bir ticaret merkezi olan burası, derebeylerinin küçük bir başkenti konumundaydı. Zamanla koşullar değişince derebeyleri yetkisiz kaldılar. Şimdilerde avlularını deve dikenlerinin kapladığı saraylarında münzevi yaşamaktalar (Seyahatname C. III. S s 212; Vital Cuinet, La Turquie d’Asie, Paris 1892 C.1 s. 685; Necdet Sakaoğlu, Divriği’de Ev Mimarisi, s.15).
Söylendiğine göre Mehmed Ağa, Selamlıklı-Haremli “şehir evi” yaptırmak için Sivas’tan ustalar getirtmişti. Doğal ki ağa, davalar nedeniyle arada gittiği Sivas’ta beylerin -örneğin Abdi Ağa’nın- konaklarını görmüştü. Divriği’deki yapı ustalarından da işe koşulanlar vardı.
Sivas ve Divriği’deki üsluplar ile Mehmed Ağa’nın istek ve önerileri doğrultusunda; Köse Mustafa Paşa’ların 1790’larda yapılmış, yorgun ama korku ve hayranlık uyandıran çifte saraylarından esinlerle, Kızıl Kadı tarlasının bir köşesine yeni bir taşra mütegallibesi konağı 1838’de boyut, biçim ve görkemiyle oturuverdi! Selamlık, Mabeyn ve Harem daireleri ile hamam ve müştemilatı kapsayan; taş, kerpiç hımış, ahşap malzemeden; 1.100 m2 temele oturan 2 katlı, yer yer çıkmalı, 3 avlulu, bahçeli konak; mimari-sanatsal ürkütücü bir görüntüyle somutlaştı. Sakin ve sessiz kasabanın işinde-gücünde mütevekkil insanları, artık Âyanzade Mehmed Ağa’nın bu azametli konağı önünden geçerlerken pencerelere, kanatlı kapılara bakarak cümle kapısını bekleyen elinde teber, Habeş köleden çekinirler; kimi kez dizgin tutan kölesi, elpençe bekleyen çubukçusu, binek taşında, gümüş ve sırma işlemeli eyerli atına binen ağayı etekleyerek uzaklaşırlardı.
Mehmed Ağa’nın bu alımlı konaktaki yaşamı 20 yıldan azdır. Bu evrede konak, sözde resmî havada ağalık makamıydı. Kâhya, çubukçu, seyis, köle, uşak, kentliden köylüden gelen-giden, giren-çıkan, konuk olan eksik değildi. O dönemin koşullarında varsıl bir otoritenin (ağanın-paşanın) aracılığına gereksinim vardı. Bir Arap atasözünden gelen “Şerefü’l-mekân bi’l-mekîn” (Konutun onuru oturandandır) gerçeği için çarpıcı bir kanıttı bu konak. Önündeki Hasan Bey Tarlası’nda düğün alayları, cirit müsabakaları yapılırdı.
Yapının yerel-toplumsal tarih açısından önemi, mimari özelliklerinden öndeydi. Konak, başlı başına bir etki ögesiydi. Bugün bile ayakta kalabilen bölümleri bu gerçeği yansıtıyor. Üzerinde çalışmak isteyenler önce bu vurguyu görmek-tanımak durumundadır. Güneybatıdan tarihî kente ulaşan eski yolun kent sokaklarına bağlandığı noktadaki konağın, ahşap bindirmelere oturtulmuş dıştan 10x10x8 m. ölçüsündeki selamlık başodası, bu ürkütücü boyutuyla aşılmaz bir gücü yansıtıyordu. Usta, bu “köşe dikilişi” ile sanki Mehmed Ağa’yı resmetmiş!
Ahşap pencereler, alçıdan yarım pergelli tavan ve saçak devirmeleri, ahşap saçaklar, taşıntı bindirmelikleri, görkemli Selamlık dairesini taşıyan zemin kattaki uşak odaları, at örtmesi ve ambarlar, Selamlık dairesini tamamlayan içerlek kahve ocağı/servis odası/yaz odası/ Selamlık 2. odası (bu bölüm 1988’de enkazı pahasına fırıncıya satılıp yıkılmış), pencereleri Selamlık avlusuna bakan kış odası, gülbahar işlemeli tavanı, alçı yaşmaklı ocağıyla ünlüdür. Selamlık avlusunu doğu cephede tutan mabeyindeki ağa odası ara sokağa cepheli ve çıkıntılıdır. Bu bölümün devamında sokak boyunca Harem dairesi vardır.
Yüzyıl öncesine gelesiye, uzaklardaki Yama ve Dumluca dağ ve vadilerinden inen köylüler ve yolcular; kentin bağ ve kenar mahalle evleri arasından, ahşap minareli mescitlerin önünden geçtikten sonra ansızın bu dev yapıyla karşılaşınca, eski derebeyleri için anlatılan gelenekleşmiş öyküleri anımsayarak ürperirlermiş. Bugün de semtin yalnızlığı, öteki tek-tük yapıların basitliği dikkate alınınca, Ayanağa Konağı’nın etkileyiciliği kusursuzdur.
Belki asıl üzerinde durulacak, mimarlık tarihi ve yapı estetiği uzmanlarının çalışmalarını gerektiren konu; “benna” denen eski yapı ustalarının, ölçü, denge, estetik, işlevsellik anlayışları ile yaptıranla yapı arasındaki uyum/denk-düşümdür. Konak, Anadolu sivil mimarisi araştırmaları için iddialı, büyük çapta, dengeleme hesapları mükemmel şekilde yapılmış; yatay ve dikey hareketlilik sorunları doğru hâlledilmiş; dış-iç atmosfer tasarımları, mekân boyutları ve bağlantıları olasılıkla kağıt ve kalem kullanılmadan örneklerden esinle çözümlenmişti.
Bu sorunların hallinde usta ile mal sahibi arasında gereksinim-boyut-kat-malzeme-oda-bölüm sayısı-tezyinat-malzeme… konularında anlaşma; kentte gelişen ve gelenekleşen sivil mimarinin somut örnekleri; usta ve kalfaların yapı deneyimleri önemliydi. Örneğin Ayanağa Konağı yapıldığı sırada Köse Mustafa Paşa ve oğlu Veli Paşa’nın Köprülü Konak da denen sarayları, Memiş Paşaların birkaç konağı kapsayan meskenleri, Hamisoğlu Konağı, Şehir Mahallesi’nde birkaç yüzyıllık eski büyük konutlar ayaktaydı. Mehmed Ağa’nın Sivas’tan getirttiği söylenen usta ekibi, bunlara katılan yerli usta ve kalfalar, Mehmed Ağa’nın isteklerini gerçekleştirmeyi başardılar. Sonuçta Anadolu mimarlığı için önemli bir yapı kazanılmış oldu.
Başoda saçak devirmesindeki “Maşallahü kâne 1254” yazısı, binanın yapım tarihinin 1838 olduğunu gösteriyor. Bina temellerinin oturduğu alan, doğu-batı ekseninde 70 m., güney kuzey ekseninde 35 m. dir. Bütün bölümler ve daireler iki katlı inşa edilmiş, işlemeli tavanların ve iç dekorasyonların yer aldığı bölümler kiremit döşeli çatılarla örtülmüştür. Harem ve mabeyin mekanları ise sıkıştırılmış toprak damlı yapılmıştır. Zemin kat ahşap hatıllı, çamur harçlı taş-kerpiç kalın duvarlı; üst katlar ardıç hatıllı kerpiç-hımış dolgu, kireç sıvalıdır. Ahşap olarak ardıç, çam ve kavak tercih edilmiş, kerpiç dökümlerinde kıtık ve saman kullanılmış, plan tertibinde yapının asıl ağırlığını taşıyan Selamlık’tan en geride kalan Harem dairesine doğru, bir ötekine destek veren ve eksenleri dikey kesişen bloklar öngörülerek tasman (göçük) sorunu önlenmiştir.
Selamlık pencereleri kasabanın semtlerine, çevre dağlara, kaleye bakış olanağı verir. Harem dairesi Harem avlusuna ve bahçeye dönüktür. Plan seçiminde konağın farklı dairelerindeki işlevsellik ve günlük yaşam dikkate alınmıştır. Ancak geçen zamanda miras bölüşümleri, onarım ve tadilat nedenleriyle, bütünlük yer yer tahrip olmuştur. Yaşlı torunların anılarına göre, Selamlık kapısından girilip sofalardan, ara kapılardan geçilerek Harem cümle kapısından çıkılırmış (Âyan Mehmed Ağa’nın torunlarından Sabriye Ayanoğlu (1885-1982), 1967’de şöyle diyordu: “Çocukluğumuzda Selamlık’tan girer Harem’den çıkardık ama, uzun sofalardan, aralıklardan, kapılardan geçerek, merdiven inerek… Komşuya gitmiş gibi olur, oturur, konuşur, oynar, aynı yollardan bize ait bölüme dönerdik”).
Kaldırım döşeli avludan, muntazam sergi taşları döşenmiş bir ayakçak başından, taç teplikli ahşap merdivenden Divanhane’ye çıkılıyordu. Burası avlu cephesi açık geniş bir balkon, Divriği evlerine mahsus bir “hayat”, yaz günlerine özel “oda” -toplantı salonu, Selamlık’ı Mabeyn ve Harem dairelerine bağlayan methal işlevindeydi. Divriği’deki benzerlerinin en ferah örneklerindendi. Altında, konağa gelenlerin atlarının bağlandığı at örtmesi ve bahçeye, konağın arka cephesine geçilen bahçe kapısı vardı. Divanhaneden girilen Selamlık sofasındaki kapılar, kış odası, başoda, kahveocağı-hizmetkar odası, yaz odasına açılıyordu.
Selamlık başodası veya ağa odası, büyüklük ve işlev-uygunluk açısından kusursuz, yerel ev mimarisinin korunabilmiş en özenlisidir. İçeride 57 metrekare ölçüsü veren bu odanın tavan yüksekliği 4.4 metredir. Başodaya, sofaya bakan bir köşe çalığındaki kapıdan girilir. Oda bütünlüğünü bozmayan sığ ve dar bir aşağı seki (pabuçluk) bulunur; küçük bir koltuk (servis) kapısı ile kahve ve uşak odasına girilir. Bu kapı bir bakıma tıkız tutulmuş, hizmetçi kapısı işlevi vurgulanmıştır. Aşağı sekideki zarif çiçeklik ile yanlarındaki kavukluk ve çubukluklar ara duvarın sağırlığını giderir. Sokağa ve avluya 1.5 metrelik bindirmelerle genişletilmiş başoda, dört yöne bakan 11 sedir ve 7 kafa penceresinden ışık alır. Ferah, görkemli, çok etkileyici, girene dış dünyayı unutturan bir atmosferi vardır.
Günümüzde bu odaya girerek sedirlere oturanların algıları kuşkusuz farklıdır. Oysa dünlerde ziyaret ve iş için gelenler, cümle kapısının önünde, geniş avluda, çıktıkları divanhanede, girdikleri sofada, geniş ve tavanı yüksek başodada, kendilerini gözalıcı ama ürpertici bir boşluğa düşmüş hissediyorlardı elbette. Bu, Mehmed Ağa’nın otoritesini vurgulamada ustaların başarısı sayılıyor. Odanın en özenli ögesi, mekanı örten çarh-ı felekli (dekoratif ağırlığı olan dairesel büyük göbek) tavandır. Kafa pencerelerinden ışık huzmeleriyle oymaları derinleşen tavan, yerli ahşap işlemeciliğin seçkin ve özgün bir örneğidir. Duvarlara yarım pergelli alçı devirmelerle bağlanan tavanın dekorasyonunda, yalın bordürler arasında sandık motifli bir “su” çerçeve çizer. Sığ çökürtme alana, bir silme ile geçilmiştir. Zemini “selvili” bir “su” kuşatır. Çarh-ı felek, tavanın uzun kenarlarına teğettir. “Köşe”ler karşılıklı “aynalı ve saksılı”dır. Göbeğin iki yanındaki dikdörtgen zeminler giydirme çubuklarla işlenmiştir. Çarh-ı felekin merkezindeki “orta göbek”, dıştan merkeze doğru 4 kademede basık koni biçiminde somuttur. Yüzeyi “kartal kanadı” , “kenger yaprağı” denen klasik üslup öğeleriyle desenlidir. Çarh-ı felekin dış çerçevesini ince bir “kasnak” dolanır.
Oda zemini Horasan harcından kalıba dökülmüş altıgen briketlerle döşelidir. Özgün durumuyla cam evi bulunmayan pencereler tahta kepenkliyken, sonradan cam çerçeveler takılmıştır. Alçı tepelikli, takçalı, nişli çiçeklik, bu başodaya özel bir tasarımdır. Mehmed Ağa bu mekanda konuklarını ve ziyaretçilerini kabul ediyor, bayram ve düğün törenlerinin Selamlık’a mahsus teşrifatı da bu salonda yapılıyordu.
Selamlık kış odası, avluya bakan 4 sedir 3 kafa pencereli kısmen loş bir mekandır. Tepeliği tavana yükselen kabartma bezemeli ocak yaşmağı muhteşemdi ama; yıllar sonra soba kurmak için yıkılmıştır! Oda tavanı, çiçekli üçgen köşeleri olan “tutmaçlı” bezemelidir.
Mabeyn başodası alt katı ile birlikte iyi korunmuş olsa da öteki odalar ve alt kattaki büyük kış odası haraptır. Harem dairesi tadil edilmiştir. Kargir Harem hamamı yıkılmıştır. Harem-Mabeyn bağlantı sofalar, mutfak, kiler, toyhane-bahçeye bakan “cumbalı köşk” (kameriye) tanınmaz durumdadır.
Konak işlevselken yazın başodada, kışın ocaklı kış odasında, akşam-yatsı arası “oda” geleneği yinelenir, çubuk ve kahve içerek söyleşmeye gelenlere ağanın kahvecisi ve çubukçusu bu hizmeti ifa ederlermiş. Avludan gelen at kişnemeleri, açık kepenklerin yaz melteminde çıkardığı sesler, avlu arkında sürekli akan suyun şırıltısı, bir taşra kasabasının gece sakinliğini bozan doğal seslermiş.Arada yükselen “ağa gülüşü” veya gürleyişi, bir taşra otoritesi için doğal olmalı. Orta hizmetine bakan kahya, çubukçu-kahveci ve hizmetçi, aşağı sekide bekleşirlermiş.
Mehmed Ağa’nın konaktaki debdebesi 20 yıla yakındır. Oğullarının 1880’li, 90’lı yıllara kadar sürdürebildikleri oda geleneğine tanıklık eden eskilerden “Selamlık cümle kapısını gündüzleri elinde uzun saplı teper, gece meşale altında bekleyen siyah köleleri” ve “kürklü börklü son ağaların binek taşlarına oturup çubuk keyfi yapmalarını” yıllar önce dinlediğimi anımsıyorum.
Kültür Bakanlığı’nın Divriği eski evlerini ve Âyanağa Konağı’nı “korunmaya değer eski eser” kapsamına alması 1989’da; Çekül ile Sivas Valiliği’nin ortak girişimiyle Selamlık dairesinin restore edilmesi 2004’tedir. Mabeyn ve Harem daireleri hâlen bakımsız ve haraptır.
ÂYAN-ÂYANLIK
Fransız Devrimi’nden Osmanlılara yerel otorite meselesi
Avrupa için 18. yüzyıl, düşünce, özgürlük, demokrasi, hukuk arayışları çağıydı. Dünyayı etkileyen son vurgusu da 1789 Devrimi olmuştur. Devrim’e gelesiye kimler yaşamış, neler yaşanmıştı? Voltaire, Rousseau, Montesquieu… Dogmaları, eşitsizlikleri yıkan düşünceler, açılan demokrasi, özgürlük ufukları… Aynı süreç Osmanlı topraklarında da bir ışıldama sağlayabildi denebilir mi? Uykudaki Türkiye’de bu devrimi önceleyen evre ve sonrasındaki süreç farklı.
Babası İbrahim’den sonra 1648’de 7 yaşında tahta çıkan 4. Mehmed’ten, 2. Mahmud’un oğlu ve 16 yaşında tahta çıkan (1839) Abdülmecid’e kadar 190 yıl boyunca Osmanlı tahtından gelip geçenler; çocukluk, gençlik, ortayaşlılık evrelerini saray tutukevinde geçirmiş, dünyadan bi-haber, öncül-ardıl kardeş-kuzen padişahlardı. Bu dönemdekiler, öncekilerden ve sonrakilerden farklı ama yazgı ortaklıkları olan 10 padişahtır. Fransız Devrimi de öncesi ve sonrasıyla bunların zamanındadır. Osmanlı dünyasında da, Avrupa’daki gelişmelere genellikle kapalı kalsa da 1789 sürecinin kimi etkilerden sözedilebilir. Örneğin 1727’de İstanbul’da matbaanın açılışı erken örneklerden biridir: Babası Fransa’da elçi olan 28 Çelebizâde Mehmed Said, Paris’te matbaaları incelemiş, İstanbul’a dönünce mühtedi İbrahim Müteferrika ile1727’de İstanbul’da matbaa açmışlardır.
1826’daki Vak’a-i Hayriye’ye değin de Osmanlı yönetiminde de “ıslahat hareketleri” vardır ama bunlar 1789’un sonuçlarına bağlanabilir mi?
Yaşlı bir padişahın (1. Abdülhamid) ölümünden sonra “ceditçi” (yenilikçi) genç padişah 3. Selim’in tahta çıkışı, Fransız İhtilali’nden 3 ay öncedir ama yönetsel bir etkiden sözedilemez. Buna karşılık 2. Mahmud’un (1808-1839) tahta çıkınca Rumeli’den, Anadolu’dan “âyan” denilerek derebeylikleri örtülen yerel otoriteleri İstanbul’da toplaması, Devrim esintisi sayılabilir. Yerel otoritelerin “âyan-ı vilayet, âyan-ı belde” sanlarıyla 2. Mahmud döneminde “sıkışırsan yardımına geliriz” içerikli Sened-i İttifak’ı imzalamaları anlamlıdır. Türkiye’yi çoğulculuğa, yeniliklere götürecek siyasal gelişimlerin başındadır âyanlık. Divriği’de bir konağa ad vermesi de ayrıca anlamlıdır.
(Âyanlık üzerine 2 önemli çalışma: Yuzo Nagata, Muhsin-zâde Mehmed Paşa ve Âyanlık Müessesesi, Yücel Özkaya, Osmanlı İmparatorluğunda Âyanlık)
KONUT VE KİMLİK
‘Şerefü’l-mekân bi’l-mekîn’
(Konutun onuru oturandandır)
Bugün değil ama dünlerde konutlar kimliklerin birer izdüşümleriydi. Konut sahibinin yaşama bakışını, inancını, toplumdaki konumunu hatta kültür ve meslek durumunu dış görünüşü ve donatısıyla okuturdu. Tüccar evi, okumuş evi, sanatkar evi, rençper evi… Türkiye çapında onca yıkışa, yokedişe karşın, orta ölçekli kentlerde, kasaba ve köylerde bir zamanlar kimlik okutmuş ev örnekleri görülebilirse de; bunların çoğu, eskidiği ve oturulamaz duruma geldiğinden terkedilmiş, çökmeye yüz tutmuş hatta sahipleri de unutulduğundan kimliğini yitirmiştir. Bundandır ki Anadolu’nun her köşesinde görülebilen eski mütevazı evlere bile günümüzde uluorta “konak” denip geçiliyor. Örneğin yayınlarla tanıtılmasa Tokat’taki Lâtifoğlu Konağı’na “Tokat’ta eski bir konak”, Sivas’taki özel konuta da “Abdi Ağa (?) Konağı” deyip geçecektik.
Başka ülkelerde evler, kasırlar, köşkler, şatolar, ilk veya 2., 3., 4., kuşaktan sahiplerinin de ad ve özellikleriyle tanıtılıyor. Bizde de Yılanlı Yalı, Perili Ev, Kavafyan Evi, Hekimbaşı Yalısı, Hadimoğlu Konağı gibi örnekler var. Sahip veya sahiplerin konuta kimlik yapıştırması, bir beldenin kültürünü, yaşama bakışını, âlimini, zenginini, yoksulunu, bürokratını, rençberini… mekanlar üzerinden tanıma olanağı verdiği için önemlidir.
Eski gelenek ve görenekte ikinci bir okuma, mezartaşlarındadır. Bu okumalar ziyaretçileri hem bilgilendirir hem duygulandırır. Eski yazılı, örflü, kallavili, fesli mezar şahideleri, birer özgeçmiş kaydı, soy kütüğüdür; mezarlıklar da tarih ve edebiyat antolojisi değerindedir.