Liyakata öncelik veren yansız bir bürokrasi, modernliğin belirleyici özelliği olarak düşünülür; Batı toplumlarının imajları açısından büyük önem taşır. Buna karşılık yolsuzluk salgını, “daha az gelişmiş” ülkelere özgü sayılır. Oysa Ortaçağ’dan günümüze Avrupa ve ABD’de de bitmek bilmez skandalların önemli bir bölümü, orduda, okulda ve ticarette liyakat problemlerine bağlı, kimisi kurumsallaşmış yolsuzluklarla örülü.
Yolsuzluğun, bürokratik kuralların ve akılcı idari yapıların olmadığı veya gelişmediği yerlerde görüldüğü genel olarak kabul edilir. Dolayısıyla yolsuzluk salgını, gelişmekte olan, “geçiş aşamasındaki” veya Üçüncü Dünya denilen toplumların “patolojisi” olarak görülür. Bu görüş, Weber’in bürokrasiyle ilgili tezlerine dayanmaktadır. Max Weber’e göre modern devlet, yasal-akılcı bir örgütlenme biçimidir; bu örgütteki görevlilerin davranışı resmî, yasalara dayalı ve şeffaf kurallarla yönetilmektedir; memurlar liyakata ve teknik yeterliliğe göre işe alınır; görevler ve sorumluluklar hiyerarşik olarak bölünmüştür; memurlarla hizmet ettikleri halk arasındaki ilişkiler kişisel değildir; özel ve resmî gelir arasında net bir ayrım vardır.
Modern bürokrasi için Weber’in çizdiği tabloyu, 17. yüzyılda Fransa’yı bir süre yönetmiş olan Kardinal de Mazarin’e atfedilen bir politika risalesindeki (Le Bréviaire des politiciens) şu sözlerle karşılaştırın:
“Sanma ki sana kişisel özelliklerin ve yeteneğin sayesinde memurluk bahşedilecek! Eğer yalnızca en yetenekli sen olduğun için memurluğa atanacağını düşünüyorsan, enayinin tekisin demektir. Şunu unutma ki, önemli bir görev hak edene değil, daima yeteneksizlere verilir. Dolayısıyla sahip olduğun görev ve ayrıcalıkları efendinin minnetine borçlu olmaktan başka arzun yokmuş gibi davran”.
Dayım sağolsun
3.Paulus’un 15 yaşında kardinal olan yeğeni Ranuccio Farnese.
Bu karşılaştırmadan sonra, Weber’in tezinin bir ütopya, en azından ulaşılması zor bir ideal; Mazarin’e atfedilen sözlerin ise asıl gerçek olduğuna karar verecekler çoktur. Zira Weber’den 100 yıl sonra Avrupa devletlerinde bile nepotizmin, ahbap-çavuş ilişkilerinin yok olmadığını söyleyebiliriz.
Nepotizm kelimesini Batı dillerine hediye eden Papa’lardı. 14.-17. yüzyıllar arasında Papaların yeğenlerine hak etmedikleri halde kardinal şapkası hediye etmesi bir gelenek hâline gelmişti. Kardinallik, bugün olduğu gibi o dönemde de Katolik Kilisesi’nin en yüksek rütbesiydi; Papalar kardinallerden oluşan bir konklav tarafından kendi içlerinden seçilirdi. Yeğen-kardinal (Latince cardinalis nepos veya İtalyanca cardinale nipote), “nepotizm” yani “yeğencilik” kelimesinin dile yerleşmesine neden oldu.
Bu uygulama, Papa’nın kavuştuğu zenginliği ailesiyle paylaşmak istemesi kadar, iktidarına destek olacak sadık bir çevre yaratmak arzusundan da kaynaklanıyordu. “Yeğen-kardinal” Papalık devletinin sekreteri, yani bir çeşit başbakan, papa vekiliydi. Uygulamanın yasaklandığı 1692’ye kadar 15 Papa yeğen veya yeğenlerine kardinal unvanı verdi. Bunlar arasında örneğin 3. Paulus’un yeğeni Ranuccio Farnese gibi 15 yaşında kardinal olanlar da vardı.
Yeğen-kardinallerin en liyakatsızı, 18 yaşında kardinal olan Innocenzo Ciocchi del Monte’ydi (1532-1577). Babası bilinmiyordu; dilenci bir kadının Roma’da sokaklarda yaşayan oğluydu. Kardinal Giovanni Ciocchi del Monte onu görüp beğenmiş, erkek kardeşinin evlat edinmesini sağlayarak çocuğa soyadını vermişti. Kardinal Giovanni, 1550’de 3. Julius adıyla Papa olunca, genç Innocenzo da “yeğen-kardinal” yapıldı. Venedik elçisi Matteo Dandolo, ondan “küçük serseri” diye söz ediyordu: “Papa, Innocenzo’yu odasına alıyor, sanki kendi oğlu veya vaftiz oğlu gibi yatağına sokuyor”. O sıralarda Roma’da bulunan Fransız şair Joachim du Bellay, bir hiciv yazdı: “Bir uşağın, bir çocuğun, bir hayvanın/ bir serserinin, bir dalaverecinin kardinal olduğunu görmek / (…) kafasında kırmızı şapka taşıyan dünya güzeli bir oğlan görmek/ sevgili dostum Moret, bunlar ancak Roma’da olacak mucizeler”.
Yeğenleri sayesinde tarihe geçen Papa’lardan biri de Napolili Carafa ailesinden gelen 4. Paulus’tu (1555-1559). Kardinal yaptığı yeğeni Carlo Carafa, Romalı asil bir kadını baştan çıkarmakla (yoksa tecavüz etmek mi?) suçlandı. Papa’nın küçük yeğenlerinden Kardinal Alfonso Carafa da yolsuzluklarıyla meşhurdu. Papalık tarihçisi René Ancel, Carafa ailesinin üyeleri için şöyle yazar: “Bu yeğenler sadece kaba-saba politikacılar değildi, kendi dönemlerine özgü bütün günahları, bütün açgözlülüğü sergileyen maceracılar ve sonradan görmelerdi”.
Patron Kardinal
Papa 15. Gregorius’un kardinal-yeğeni Ludovico Ludovisi’ye (ayakta) sahip olduğu yetki ve servet nedeniyle “il cardinale padrone” (patron kardinal) denirdi.
Sonunda 4. Paulus öldü. Bu Carafa’lar için çok kötü bir haberdi. Bir sonraki yüzyılın entelektüel kardinallerinden Albani’nin dediği gibi: “Bir Papa’nın yeğeni iki kere ölür; ikinci defasında bütün insanlar gibi, ilk defasında amcası (dayısı) öldüğünde…” Yeni Papa 4. Pius (1559-1565), Carafa ailesinin neredeyse bütün üyelerini hırsızlık, yolsuzluk, iktidarlarını kötüye kullanma suçlarından hapse attırdı. Yeğen-kardinal Carlo Carafa 1561’de Roma’daki Sant’Angelo kalesinde boğularak idam edildi. Kardeşi Paliano Dükü ise karısını öldürttüğü için (bu cinayet Stendhal’ın bir hikayesine konu olacaktı) aynı yıl idam edildi.
Yeğen-kardinallerin hikayesi bize bugün inanılmaz gibi gelebilir ama bu makamın ortaya çıkışına yolaçan saikler (aileyi servete kavuşturma, kendine destek oluşturma) yokolmadığından nepotizm uygulaması hiç sona ermedi. Örneğin İspanya’daki Franco diktatörlüğü (1939-1975) döneminde, diktatörün tek kızı, Villaverde Markisi unvanını taşıyan bir cerrahla evlenmişti. Villaverde Markisi, Franco’nun yakın çevresinin en güçlü adamlarından biriydi. Eylül 1968’de Güney Afrikalı doktor Christiaan Barnard’ın yaptığı ilk kalp nakli ameliyatı onu büyülemişti. Sonunda kendisi de bu ameliyatı denemeye karar verdi. Temmuz 1974’te kalp naklettiği hasta ancak 24 saat yaşadı. Halk arasında dolaşan bir şakaya göre Villaverde, çalıştığı La Paz (Barış) hastanesinde, kayınpederinin savaşta öldürdüğünden çok daha fazla insan öldürmüştü…
ABD kurulduğundan beri birçok başkan; kardeşlerini, damatlarını, yakın akrabalarını önemli görevlere atadılar. Başkan J. F. Kennedy’nin (başkanlığı 1960-1963) kardeşi Robert Kennedy’yi Adalet Bakanı yapmasından birkaç yıl sonra, 1967’de bir anti-nepotizm yasası kabul edildi; bir devlet kurumunu yöneten kişinin, akrabalarını o kurumda ücretli bir göreve getirmesi yasaklandı. Ancak yıllar sonra Başkan Clinton’ın karısı Hillary Clinton’ı, Başkan Trump’ın kızı ve damadı Jared Kushner’i görevlendirmesinin gösterdiği gibi Beyaz Saray’daki yakın akraba bolluğu sona ermedi.
Fransa da nepotizm skandallarının ara vermediği ülkelerden biriydi. Cumhurbaşkanı François Mitterrand, 1983’te oğlu Jean-Christophe’u Afrika’dan sorumlu danışman yaptı! Basın, gazetecilik eğitimi almış olan Jean-Christophe’a “papa-m’a-dit” (Babam-bana-dedi-ki) lakabını taktı. Jean Christophe sadece liyakatsız değildi; silah ticaretine karıştı, “Angolagate” davasında yargılandı. Bir başka Fransa Cumhurbaşkanı olan Nicolas Sarkozy de henüz hukuk öğrencisi olan oğlu Jean’ı, 2009’da Paris’teki iş merkezi La Défense bölgesinin geliştirilmesinden sorumlu devlet kurumu EPAD’ın başına getirmek isteyince basında kıyamet koptu.
Tarihçi Jean Garrigues’in belirttiğine göre, Fransa Ulusal Meclisi’nde milletvekillerinin gelirlerini artırmak için eskiye uzanan bir uygulama vardı. Milletvekillerinin eşleri, mecliste görevlendiriliyordu. Sosyalist milletvekili René Dosière’e göre, Meclis’te çalışan 2000 kişi arasında bu şekilde 102 akraba (eşler veya çocuklar) bulunuyordu.
Üst sınıftan liyakatsızların iktidarı çok uzun sürdü. Eski rejimlerde asker olmak, savaş yapmak, belli bir sınıfın görevi ve ayrıcalığıydı. Batı ülkelerinde bu görev ve ayrıcalık, aristokrasiye aitti. Zaman içinde, ordunun da kamu bürokrasisinin bir parçası olduğu anlaşılmaya başladı. Ama modernleşme uzun ve dolambaçlı bir yol izlediğinden, bu gelenek neredeyse 2. Dünya Savaşı’na kadar sürdü.
Reformlar ülkesi İngiltere’de 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar, kara ordusunda teğmenlikten albaylığa uzanan rütbeler “komisyon”la yani para karşılığı elde edilirdi. Terfi eden rütbesini satar, elde ettiği parayı daha üst rütbe için harcardı. İsteyen de görevini satıp ordudan tamamen ayrılabilirdi. Bir lordun ikinci veya üçüncü oğlu babasının unvan ve topraklarına sahip olamayacağından ona “onurlu” bir iş bulmak gerekirdi; ya din adamı olacaktı ya da subay. Askerî rütbeler için ödenen paralara gelince… Piyade teğmeni 700 Sterlin (bugünkü değerle yaklaşık 64 bin Sterlin); süvari teğmeni 1.190 Sterlin (bugünkü değerle yaklaşık 163 bin Sterlin). En yüksek para, kraliyet muhafızlarında albaylık için ödeniyordu: 9 bin yani bugünkü parayla 825 bin Sterlin…
Bu asil gençlerin okuma-yazma bilmesi, yürümesi (piyade) ve ata binmesi (süvari) yeterli görünüyordu. Ancak İngiltere’nin asıl askerî gücünü oluşturan Donanma’da böyle bir uygulamanın olmaması kimseyi şaşırtmayacaktır.
Subaylık komisyonları, bugün Türkiye’deki taksi plakası borsası gibi alınıp satılıyor, hatta bazı görevler için açıkartırma yapılıyordu. İngiliz tarihinin en büyük skandallarından biri bu nedenle 1806’da patlak verdi. Kral 3. George’un ikinci oğlu York Dükü Frederick, o sırada ordunun başkomutanıydı. Kralın oğlu olmaktan başka bir özelliği yoktu. Fransız Devrimi’ne karşı yapılan 1. İttifak Savaşı’nda çok başarısız olmuştu. Erler arasında onun için şöyle bir şarkı söyleniyordu: “Bizim büyük York Dükü/ On bin adamı vardı/ Onları tepeye yürüttü/ Ve sonra onları aşağı yürüttü/ Tepedeyken tepedeydiler/ Aşağıdayken aşağıdaydılar/ Yolun yarısındayken/ Ne aşağıda ne yukarıdaydılar”.
Buna rağmen 1795’te 32 yaşında başkomutanlığa atanan York Dükü, kendisine Mary Anne Clarke adında bir metres tuttu, Londra’da bir eve yerleştirdi, ama ona işin gerektirdiği lüks yaşamı sağlayacak parayı vermedi. Doğal olarak Mary Anne, subay komisyonu alım-satımında aracılık yaparak bu açığı kapattı. Mary Anne’in torununun kızı olan ünlü yazar Daphne du Maurier, ona adadığı kitapta (Mary Ann, 1954) kadının dükün yastığının altına subay adaylarının isimlerinin yazılı olduğu bir liste koyduğunu, başkomutanın da hiçbir şey söylemeden bu listeyi alıp icabına baktığını yazar. Bu rezalet 1806’da ortaya çıktığında York Dükü başkomutanlıktan bir süreliğine uzaklaştırıldı, ama kimsenin aklına rütbe alım-satım sistemini sorgulamak gelmedi.
Yarım yüzyıl sonra Kırım Savaşı’nda (1853-1856) İngiliz Ordusu’nun hem lojistik başarısızlıkları hem komuta düzeyindeki zayıflığı açığa çıkmıştı. Özellikle Balaklava Muharebesi sırasında İngiliz hafif süvari alayının bile bile Rus topçusuna cepheden saldırıya gönderilmesi, alayın hemen hemen yokolmasına yolaçtı. Bu meşhur saldırının sorumlularının üçü de İngiltere’nin önde gelen aristokrat ailelerine mensuptu: İngiliz birliklerinin komutanı Lord Raglan bir dükün küçük oğluydu. Süvari komutanı Lucan Kontu, kendi emrindeki hafif süvari komutanı Cardigan Kontu’nun kızkardeşiyle evliydi. Üçü de askerlik kariyerlerine subaylık satın alarak başlamıştı. Örneğin Lord Cardigan prestijli süvari alayı 11. Hussars’da albaylık satın almak için 35 bin Sterlin (bugünün rakamlarıyla 3 milyon Sterlin’den fazla) gibi bir servet ödemişti.
Kırım Savaşı’ndan sonra rütbelerin satılması sistemi geride kaldı gibi olduysa da, ordudaki aristokratik önderlik her türlü radikal reformun önünü tıkadı. Oysa o sırada artık hiçbir Avrupa ülkesinde böyle bir uygulama yoktu. İngiltere ancak 1870’te Prusya ordusunun olağanüstü bir hızla cepheye sevkedilerek büyük Fransız ordusunu ezip geçtiği Fransız-Alman savaşıyla kendine geldi. Bütün dünya Almanların görülmemiş profesyonellikteki kara ordusu karşısında şaşkınlığa kapıldı. O sırada İngiltere Savaş Bakanı Edward Cardwell, Britanya Ordusu için bir reform projesi başlatmıştı. İngiliz hükümeti bununla pek ilgilenmiyordu ama Fransa-Prusya savaşı projeye hız verdi. 1874’e kadar süren reform sürecinin sonunda, rütbe satın alma-satma işlemine son verildi.
‘Bizim büyük York Dükü’
York Dükü Frederick’in
Kral 3. George’un oğlu
olmaktan başka bir meziyeti
olmamasına rağmen,
ordunun başkomutanı
olmuştu (Thomas Lawrence,
1816).
İngiliz toplumbilimci Michael Dunlop Young, 1958’de Meritokrasinin Yükselişi (The Rise of Meritocracy) adlı bir kitap yayımladı. Yazar, Latince liyakat anlamına gelen mereo kelimesiyle Yunanca krasi sonekini birleştirerek “meritokrasi” adlı bir yeni terim yaratmıştı. İşin ilginç yanı, Michael Young aslında toplumsal bir hiciv olan bu kitapta meritokrasinin, demokrasiden yoksun bir distopya yaratacağı düşüncesindeydi. İyi olduğu düşünülen okullarda eğitim görmüş yeni bir azınlık ülkeyi ele geçirecek, eğitim imkanı kısıtlı diğer sınıflar hiçbir zaman özgürlüğe kavuşamayacaklardı.
Ancak yazarın niyetinin aksine, kitap yayımlanır yayımlanmaz “meritokrasi” olumlu bir anlam kazandı. İngiliz İşçi Partisi “meritokrasi”ye sahip çıktı (Parti böylece bir yandan çalışan sınıflardan yana tavrını sürdürüyormuş gibi yapacak, öte yandan da yeni bir elitin ortaya çıkışını alkışlayabilecekti). İşçi Partisi lideri Tony Blair’in meritokrasiye övgüler düzmesi Michael Young’ın tepesini attırmış olmalı ki, 2001’de The Guardian gazetesine bir makale yazdı. Sosyal başarılarıyla, iz bırakan köklü reformlarıyla tanınan ikinci İşçi Partisi hükümetiyle (Clement Atlee kabinesi, 1945-1951) Blair hükümeti (1997-2005) arasında bir karşılaştırma yaptığı makalede şöyle diyordu:
Mary Anne Clarke bir dönem gravüründe.
“1945 kabinesinin en etkili iki üyesinden Ernest Bevin başarılı bir Dışişleri Bakanı, Herbert Morrison ise Başbakan Yardımcısıydı. Bevin okulu 11 yaşında terketmek zorunda kalıp önce bir çiftlikte, sonra bir lokanta mutfağında çalışmıştı; bakkal çırağı olmuş, kamyon sürücülüğü ve kondüktörlük yapmış ve nihayet 29 yaşında aktif bir sendika liderine dönüşmüştü. Herbert Morrison ise önce bakkal çırağı olarak başladığı iş hayatına tezgahtarlıkla ve telefon operatörlüğüyle devam etti. Londra Belediye Meclisi’nde öyle etkili bir lider haline geldi ki, 1929’daki ilk İşçi Partisi hükümetinde Ulaştırma Bakanlığına getirildi. Londra’nın parçalı metro, otobüs ve tramvay sistemini tek bir şemsiye altında toplayarak Londra yolcu taşıma kurulunu kurmayı başardı. Böylece Londra, toplu taşımacılıkta 30-40 yıl boyunca dünyanın en iyisi haline geldi. Bu Bakanlar, kendilerini onlarla özdeşleştiren sayısız sıradan insan için gurur ve ilham kaynağı oldular…”
Oysa hepsi de İngiltere’nin en iyi üniversitelerinden mezun olan Blair hükümetinin üyeleri, Atlee hükümetinin çoğu işçi, madenci, küçük esnaf kökenli bakanlarıyla karşılaştırılamazdı. Michael Young’a göre “şaşırtıcı bir sertifika, diploma ve derece cephanesiyle donanmış olan eğitim, bir azınlığa onay veriyor, çoğunluğu ise daha 7 yaşından itibaren reddediyor”du.
Rakamlara bakalım: İngiltere’de gelmiş geçmiş 55 başbakandan 28’i Oxford (şu andaki başbakan Boris Johnson dahil), 14’ü Cambridge mezunuydu. Ancak İngiliz tarihinin en ünlü başbakanlarından Wellington, Disraeli, Lloyd George ve Churchill üniversiteye gitmemişlerdi. ABD’de 8 başkan Harvard Üniversitesi’nde, 5 başkan da Yale Üniversitesi’nde okumuşlardı. Ancak ülke tarihinin en büyük iki başkanı kabul edilen George Washington ile Abraham Lincoln üniversiteye gitmemişlerdi. Fransa’da kamu ve özel sektöre lider yetiştirmek üzere Charles de Gaulle’ün kurduğu, ilk mezunlarını 1947’de veren ENA (École Nationale d’Administration) bu işte o kadar başarılı oldu ki, bugüne kadar 4 Fransa Cumhurbaşkanı (şu andaki Emmanuel Macron dahil) ile 8 başbakan yetiştirdi
Japonya, Çin, Güney Kore gibi ülkeler de kendi meritokrasilerini oluşturmak üzere bu modeli benimsedi. Ancak bunun için yapılan sınavlar, okul dışı hazırlık, her yerde türeyen üniversiteye giriş danışmanları, gençlerin ve ailelerin ağır bir yük altına girmesine neden oldu… Ve yeni yolsuzlukların kapısını araladı!
Çekoslovakya’nın (bugün Çek Cumhuriyeti) en eski ve prestijli yüksek öğrenim kurumu olan Karlova Üniversitesi (Prag Üniversitesi) Hukuk Fakültesi’nde 1999’da patlak veren skandal bunlardan biriydi. Lise mezunlarının girmek için birbirini yediği bu fakülte, test biçiminde bir giriş sınavı yapıyordu. Ancak sınavın soruları el altından 50 bin Kuron’a (1.500 Dolar) satılmaktaydı; eğer cevapları da isterseniz iki katını ödemeniz gerekiyordu. Sonunda satılan cevaplardan biri yanlış olduğu için gerçek ortaya çıktı: Katılanların çoğunluğu bütün soruları doğru, o soruyu ise yanlış cevaplamıştı!
Olay, İspanya’da 2018’de patlak veren “master skandalı”nı akla getiriyordu. Bu ülkede bir yüksek lisans sahibi olmak, yükselmek isteyenler için o kadar önemli hâle geldi ki, birçok insan çalışırken bu lisansüstü programlarına girmeye başladı. Ancak anlaşılan Rey Juan Carlos Üniversitesi’nin master programlarına uygun bir para verenler, okula pek gitmeden sahte notlarla diplomalarını alabiliyorlardı. Bu kişilerin arasında eski milletvekili ve Madrid eyaleti başkanı olan Cristina Cifuentes’in de bulunduğu iddia edildi; hakkında dava açıldı. Üniversite hocalarından biri de hapse mahkum oldu.
Bu skandaldan hemen sonra, ABD’de savcılar, çocuklarının Yale, Georgetown, Stanford ve Güney California gibi üniversitelere kabul edilmesi için bir danışmanlık firmasına milyonlarca dolar ödedikleri gerekçesiyle, aralarında Hollywood yıldızları ve işadamlarının da bulunduğu çok sayıda kişiye dava açtılar. Danışmanlık şirketinin, ailelerden aldığı paranın bir bölümünü üniversitelerin öğrenci kabul bölümlerinde çalışanlara rüşvet olarak verdiği ortaya çıktı.
Bu skandallar meritokrasinin sınırlarını gösteriyor; liyakat sahibi seçkinler arasına girmek için liyakatla hiç ilgisi olmayan yolsuzluklara sapılabileceğini ortaya koyuyor. En mükemmel görünen ülkelerde bile yolsuzluk virüsüyle savaşmak için insanlığın yeni yöntemler geliştirmeye devam etmesi gerekiyor.
Distopyaydı, ütopyaya dönüştü
“Meritokrasi” kavramını
geliştiren Michael
Young, aslında bunun
demokrasiden yoksun
bir distopya yaratacağını
savunuyordu, ama İngiliz
İşçi Partisi terime sahip
çıkınca, meritokrasi olumlu
bir anlam kazandı.