İlk el aletlerinden metal bıçaklara gelene 2.5 milyon yıl geçmiş. İlk bronz bıçak yaklaşık 4 bin yıl önce üretilmiş. Et, en başından beri işlemesi zor, değerli bir yiyecek ve paylaşımı çağlar boyu zor, alengirli ritüellerle düzenlenmiş. Tek parçasını bile ziyan etmek istememiş eskiler. Usta et sıyırıcılarından günümüzün hafif bıçaklarını kullanan ustalara… Geleneklerden ekonomiye…
İki buçuk milyon yıl öncesinden bugüne tasarım fikri hiç değişmeden gelen tek alet nedir diye sorsam aklınıza ne gelir? Hiç düşünmeden bıçak der miydiniz? Savunmaya, sağkalıma, beslenmeye bu kadar destek olan başka bir alet var mıdır?
Tabii arama motoruna “bıçak” yazarsanız, yeme-içme mevzularından çok savunma sanatı ile ilgili siteler çıkacaktır karşınıza. Hançerler, sustalılar, kılıçlar, süngüler, av bıçakları… Öldürmek, parçalamak, kopartmak gibi şiddete dayalı bir duyguya hitap etse de keskin bir bıçağı işbaşında izlemek insanları hâlâ mutlu ediyor.
İnsansı atalarımızın obsidiyen, çakmak taşı, bazalt, granit veya kuartz gibi sert, kırılınca keskin katmanlara ayrılabilen taşlardan yaptıkları ilk el aletlerinden metal bıçaklara gelene dek milyonlarca yıl geçmiş. İlk bronz bıçak yaklaşık 4 bin yıl önce üretilmiş. Bronz ya da bakırdan keskin bir bıçak yapmak çok zor olduğundan demir sahneye çıkana dek taş aletler kullanılmış. Demirden sonra ise tarih sırası ile çelik, paslanmaz çelik ve sertliği artıran yeni alaşımlı çelik bıçaklar ile günümüze gelinmiş.
Erken paleolitik Oldowan dönemi bıçakları 2.58 milyon yıl öncesine tarihlenen keskin kenarlı taş aletlerle tanımlanan bir dönem. Türümüz yavaş yavaş Homo sapiens’e doğru evrilirken yaklaşık 800 bin yıl boyunca bu taş aletlerle kazıma, kıyma/kesme ve dövme işlerini halletmiş. Büyük taş aletlerin ufak parçalara ayrılarak geri dönüşüme sokulması ile elde edilen 3-4 santimlik taş parçalarının kemiklerin iyice sıyrılmasında kullanıldığı düşünülüyor. Geri dönüşüm ve ziyan etmeme, düşünsel olarak zeka göstergesi ve ileriyi gören davranış biçimleri.
Et, en başından beri işlemesi zor, değerli bir yiyecek ve çağlar boyu paylaşımı zor; alengirli
ritüellerle düzenlenmiş. Tek parçasını bile ziyan etmek istememiş eskiler. Hiçbir parçasını ziyan etmemek, öldürülen hayvanın ruhuna saygı sayılmış aynı zamanda. Av sonrası avcı grubunun çabuk bozulan iç organları oracıkta yemesi; avın bir an önce taşınabilir parçalara bölünüp vahşi hayvanlar etrafı çevirmeden eve dönülmesi; avcının en iyi parçayı alıp diğer kabile üyelerine ya da yakın aile efradına bölüştürmesi; giderek sofra başında toplumsal hiyerarşiyi yansıtan son derece ayrıntılı ve herkesin iyi bildiği bir dağıtım düzenine dönüşmüş. Antik Yunan’da “kader” sözcüğünün karşılığı olan “moira”, aynı zamanda “payına düşen” anlamını da taşır; dünyadan, doğadan, yaşamdan, toplumdan payına düşen. Sofra da bu payın en açık-seçik ilan edildiği yerlerin başında gelir. Bu nedenle sofraya gelen av veya kurban etinden size düşen parçanın, toplumdaki yer ve öneminize denk olma zorunluluğu vardır. Herakles, zorlu görevlerini tamamladıktan sonra davet edildiği sofrada kral Eurystheus’un oğullarından daha az değerli bir et parçası önüne konulunca dünyayı dar etmemiş miydi herkese?
Erken ve Klasik Ortaçağ boyunca bu anlayış hiç değişmeden Rönesans’a kadar gelmiş. Bu arada efendiler hayvanı kendileri avlamamış olsalar, dağıtımını törenlere, kurallara bağlayarak kontrolü elden bırakmazlardı. Robin Hood öyküsünü anımsayın; avlaklardaki hayvanlar-kuşlar, nehirlerdeki balıkların hepsi senyörün malı idi. İzinsiz av, büyük cezalar ve hapisle sonuçlanabilirdi. Usta et sıyırıcılarının (meat carver) görevi, herkesin yerini, konumunu bilip ona göre paylaştırma yapması. Hiyerarşi gözetilmeli ama yine de yemeği paylaştırırken herkes kendisine adil davranıldığını düşünerek sofradan kalkmalı. Bu nedenle et sıyırıcısı kişi, toplumda saygı gören biri olmalı; varsıl evsahibi, oğlu veya onların yakın dostu veya akrabası olabilir. Yemek başlamadan bıçağını kınından bir tek o çıkarabilir. Başında şapkası olan bir tek odur. Arkasından içkileri dağıtacak olan “kupa taşıyıcısı” (bottler) yani içkilerden sorumlu kişi ve ekmekçibaşı (panter) gelir. Ekmekçi de ekmekleri dilimleyebilmek için üç çeşit bıçak taşır.
Bir ustanın ortaya gelen etin masadakilerin hepsine yetmesi için nasıl kesilmesi, kimlere hangi “onurlu” parçalardan ne kadar düşeceği gibi konuları bir bakışta çözmesi gerekirdi. 1581’de Vincenzo Cervio, Il Trinciante (Et Sıyırıcı) isimli kitabı ile bu konuda zirveye yerleşmişti. Cervio’nun hüneri, eti iki dişli bir çatalın ucunda havada tutarken son derece keskin bir bıçak yardımı ile ince ince dilimlemek ve dilimleri hedeflediği tabağa belirli bir düzen içinde düşürmekti. Kitabında mesleğinin tüm inceliklerini uzun uzun yazdı.
Bu dönemde bıçak son derece kişisel bir eşya idi; herkes kendi bıçağını yanında taşırdı. Eski gravürlere-resimlere baktığımızda kadınların, çocukların bile bel kemerlerine asılı büzgülü çantaları ve bıçakları olduğunu görüyoruz. Etler tabakta değil bir ucundan ısırıp bıçakla keserek lokmalara ayrılırdı; çünkü eti tabağa sabitleyerek kesmeyi sağlayacak çatal henüz kullanımda değildi. Bıçakların sipsivri uçları da bir şeye batırıp ağıza götürmekte çatal benzeri bir işlev görürdü. Bu sivri uçlu ve iki tarafı da keskin bıçaklar daha sonra Fransa’da 14. Louis tarafından yasaklanacaktı. Artık bıçakların uçları yuvarlanmış, iki keskin taraftan biri köreltilerek bugünkü sofra bıçaklarına benzemişti. Çatallar da 18. yüzyıl başından itibaren sofralarda arzı endam etmeye başlamışlardı zaten.
18. yüzyılda çelik üretiminin sanayileşmesi ile sofra takımları ve her işe göre ayrı tasarımlarla çeşitlenen bıçaklar üretilmeye başlandı; bunlar soylu sofralarından burjuvazinin sofralarına, giderek yoksul halkın masalarına doğru yayıldı. Fransız Devrimi’nden sonra mutfak alışkanlıkları da değişmeye başladı. “Aşağı tabakaya göre” diye aşağılanan yapraklı ve kök sebzelerin üretimi arttı. Yeni kıtadan gelen egzotik ürünler tarıma alındı ve bu bolluk sofralara yansıdı. Eskinin zenginlik ve saygınlık gösterisi olan bol baharatlı, şekerli tatlar, yerini bahçeden taze sebze ve otlara, soslara bıraktı. Sofralar hafifledi, et tüketimi azaldı. Şef Marie-Antoine Carême’in ve daha sonra Escoffier’nin tanımladıkları temel Fransız sosları ile yemekler değişti.
Birçok şeyi 1500’lerde çok daha zengin ve seçkin alışkanlıkları olan dünyaya açık İtalyan mutfağından kapmış olan Fransa’nın sahnede parlama sırası gelmişti. Grimod de la Reynière ve Joseph Berchoux işin felsefesi üzerine yazarak gastronomi kavramının temellerini attılar; ünlü şefler ise gittikleri her yere jülyen, şifonad, brünuaz, maseduan, konkase diye isimlendirilmiş kesme tekniklerini ve değişik işlevlere sahip bıçaklarını götürmeye başladılar.
Bugün mutfakta her iş için ayrı bir bıçak türü olsa da usta şefler birçok işi halleden tek bir bıçak ile yetiniyor. Bunun en iyi örnekleri, Japonya’dan dünyaya armağan “santoku” ile Çin mutfağının vazgeçilmezi, satıra benzeyen “tou”. Çok ince ve hafif “tou” ile Çinli şefler Batılı şeflerin beceremeyeceği denli ince ya da minik kesimler yapabiliyor. Ortaçağ’ın usta et sıyırıcılarının virtüozlukları her ne kadar çok iyi ve keskin bir bıçağa bağlıysa da bu genç aristokratların haftada iki saat işin ustasından tahta maketler üzerinde uygulamalı et kesim dersi aldıkları unutulmamalı.
Bugün meraklılar, beğendikleri usta fotoğrafçılara hemen kullandıkları kamera markasını; ressamlara fırça ve kağıt cinsini; atletlere ayakkabı markasını soruyor. Uzun bir eğitim sürecini, kendini bir konuya vakfetmeyi, çok çalışmayı hiçe sayan sorular bunlar. Siz siz olun, usta bir şefe hangi bıçak markasını kullandığını sormayın. İyi bir bıçağın mutfakta önemi çok olsa da tüm başarıyı bıçağa bağlamayın. Bir şefin bıçağı, olsa olsa onun yaratıcı düşlerini hayata geçirirken kullandığı sevgili bir yardımcıdır. Gerisi ise azme ve “keskin” bir çalışmaya bağlı.