“Ėlçi”, “yalavaç” gibi kağan soyundan gelmeyenlere atamayla verilen ünvandı. Ėltėriş’in adında da bulunan “ėl”den (kağanın hakimiyet alanı, ülke) türetilmişti ve modern anlamından farklı olarak “Bakan” nezdinde bir makama tekabül ediyordu. 13. yüzyıl öncesi ve sonrasında, kelimenin etimolojisi ve kimliği…
Güney Sibirya coğrafyası, Moğolistan’da bulunan 200 civarındaki yazıtla adeta yarışırcasına 225 kadar Türkçe Runik yazıta evsahipliği yapar. Tuva ve Hakasya’daki müzelerde sergilenen bu yazıtlar, bilim dünyasına P. J. von Strahlenberg adlı İsveçli bir coğrafyacı tarafından 1730’da duyuruldu. Yenisey Nehri kıyılarında bulundukları için bu ırmağın adıyla da anıldılar.
Bu yazıtları Moğolistan’dakilerden ayıran en önemli özellik, belli görevlere atandıktan sonra ünvan verilen, yani kağanlık sülalesinden gelmeyen kişilerin mezartaşları da olmaları; ölen kişinin yaşı, ailesi, malvarlığı, hatta ongun hayvanı hakkında bilgiler içermeleridir. Mesleklere dair kayıtlarda, kuş avcılığından sefaret ve nezaret görevine kadar sıralanan birkaç sözcüğe rastlarız. Karşımıza çıkan meslek adları arasında “ėlçi” (Bakan) ve “yalavaç” da (diplomatik elçi) vardır. “Yalavaç”ı, Moğolistan yazıtlarında da görürüz. Bilge Kağan, Yılan Yılı’nda (717) “yalavaç”ları ve dostane mesajları gelmediği için Tatabı halkına sefer düzenlediğini ve onların sürülerine ve mallarına elkoyduğunu söyler. Orta Hakasya’da Abakan Irmağı civarında bulunan mezartaşlarından biri ise, Tibet kralına “yalavaç” giden ama geri dönemediği için öldüğü varsayılıp gıyabında yoğ töreni düzenlenen bir elçiye aittir.
“Yalavaç”, sonraki asırlarda Maniheist ve Müslüman Türklerin “peygamber” için kullandığı bir sözcük olur. İslâm öncesi metinlerde Mani ve Buda, İslâm sonrasındakilerde ise İsa, Musa, Muhammed ve diğerleri “yalavaç” diye anılır. Bu değişim, özgün anlamı “elçi” olan Farsça “peygāmber” ve Arapça “resūl”ün ikincil anlamının “yalavaç”a transfer edilmesiyle gerçekleşir.
“Ėlçi” de, “yalavaç” gibi kağan soyundan gelmeyenlere atamayla verilen ünvandı. Ėltėriş’in adında da bulunan “ėl”den (kağanın hakimiyet alanı, ülke) türetilmişti ve modern anlamından farklı olarak “Bakan” nezdinde bir makama tekabül ediyordu. Sondaki eki ise aşçı-demirci gibi meslek adlarından ve yasakçı-yalancı gibi zihniyet, zaaf-sadakat gibi karakter tanımlamalarından biliyoruz. Bu bağlamda “ėlçi”yi harfiyen “ülkeci” değil, “kağanlığa sadakatla hizmet eden (bürokrat)” olarak anlamak gerekir.
“Ėlçi”nin bu anlamı 13. yüzyıl Moğol istilalarını izleyen dönemde kaybolur ve karşımıza yepyeni bir kimlik çıkar. Kökteki sözcüğün (ėl), Moğol dillerindeki “barış- uyum” anlamı “elçi”ye aktarılır. Böylece “elçi”, “uzlaştırıcı-sefir” karşılığında Moğolların egemenlik kurduğu tüm bölgelere yayılarak “yalavaç”ı tahtından indirir. Bu sözcüğün fonetik bakımdan Türkçeye henüz entegre olamadığı, “/ç/” sesini korumasından anlaşılır; çünkü “Solcu”, “yolcu” gibi örneklerde görüleceği üzere “elci” olması beklenirdi. Bu evrimleşme, Marcel Erdal’ın ‘Die türkisch-mongolischen Titel elxan und elči’ (1991) adlı makalesinde kapsamlı değerlendirilir. Sonuç olarak, “elçi”, halklararası temasların evrensel yan etkileri olan linguistik alaşımlardan ve Türk-Moğol sembiyozunun farkında olmaksızın kullandığımız ürünlerinden biridir.