Eczacıbaşı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı, yakın tarih, kültür tarihi ve iktisadi gelişim üzerine düşüncelerini #tarih okurlarıyla paylaştı. Bülent Eczacıbaşı özellikle eğitimin ve tarihî kent dokusunun korunmasının öneminin altını çiziyor ve ekliyor: “Geçmiş deneyimlerimizden, toplumda kazananlarla kaybedenlerin olamayacağını; ya hep beraber kazanacağımızı ya da hep beraber kaybedeceğimizi öğrendik”.
Bu yıl 97. yıldönümünü kutladığımız Cumhuriyetin en önemli gelişim alanlarından biri ekonomiydi. Devletin başlattığı kalkınma hamlesi, özel sektörün katılımı ile gelişti. Eczacıbaşı Topluluğu’nun da bu tarihin bir parçası olduğunu düşününce, o dönemi ve koşullarını nasıl değerlendiriyorsunuz ?
Genç cumhuriyetimizin ekonomisi, geriye baktığımızda mucize olarak nitelendirebileceğimiz başarılı atılımlarla bugünlere geldi. 1. Dünya Savaşı’nı takibeden İstiklal Savaşı sonrası zorlukları ortamında, kamu kuruluşlarının öncülüğünde sanayileşme atılımı başlatıldı. 2. Dünya Savaşı’nın yoklukları içinde özel kesimimizin öncüleri ilk kalıcı girişimlerin temellerini attılar.
40’lı, 50’li ve 60’lı yılların güç koşullarında, sınırlı kaynakları fırsata dönüştürmek için yola çıkmış girişimcilerimiz, yeni ürünler, yeni sektörler ve yeni yaşam biçimleri ile ülkemizin gelişmesine de, kalkınmasına da katkı sağladılar. Bugün iki-üç cümle ile kolayca özetlediğimiz bu yıllar, aslında hiç de kolay değildi. Girişimciliğin bugün karşı karşıya olduğu güçlükler dile getirilirken, o yılları bizzat yaşayanlar muhtemelen anlatılanları tebessümle dinliyordur: Yetişmiş insan gücünün son derece kıt, sanayi kapasitesinin çok sınırlı, alım gücünün çok düşük olduğu dönemlerde kuruluşlarını geliştirmek için uğraş vermiş olanlar için “güçlük” tanımı elbette bugünkünden farklıydı.
Yerli sanayimizin öncüleri neredeyse hiç yoktan, bugün dünya pazarlarında başarıyla rekabet edebilen, dünya markaları yaratabilen, dünyanın en modern tesislerini kurabilen, işletebilen, teknoloji üretebilen çağdaş kuruluşlar meydana getirebildiler. Onların açtıkları yoldan ilerleyenlerin de artan, özverili çabalarıyla önemli bir mesafe katedebildik.
Ekonomik gelişmenin, sosyal ve siyasal gelişme ile beraber ilerleyebildiğini söyleyebilir miyiz ?
Söyleyebiliriz. Tarih bunun sadece bizim coğrafyamızda değil aynı zamanda dünyanın her yerinde, birbiri ile etkileşim içinde olduğunu gösteren örneklerle dolu. Örneğin, çokpartili siyasi düzene geçiş ve 1950 seçimlerinden sonra Türkiye’de özel kesime daha olumlu bir bakış hâkim olmaya başlamış ve özellikle 1960’larda yatırımların arttığı umut veren bir gelişme dönemi yaşanmışsa da; bürokrasideki devletçi yaklaşımlar sona ermemiş, köklü bir özel girişimcilik geleneğinin bulunmayışının getirdiği sorunlar hep devam etmişti. Bu dönemleri takip eden yıllar da, yine kendine has dinamikleri de, güçlükleri de beraberinde getirmişti. Yaşadıklarımızdan aldığımız dersler, yaptığımız iyileştirme ve ilerlemeler yıllar içinde ülkemizi bulunduğu noktadan hep daha yükseğe taşıdı. Buna rağmen, gelişmiş ülkelerin önemli bir kısmıyla aramızdaki fark kapanamadı.
Sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmenin eşzamanlılığı kuruluşlar için de geçerli midir?
En azından kendi deneyimimize bakınca bunu söyleyebilirim. Topluluğumuzun temeli 1942’de, cumhuriyet henüz 19 yaşındayken atıldı. İlk seramiği 1944’te ürettik. İlk modern ilaç fabrikasının kapılarını 1952’de açtık. Eczacıbaşı Tıp Ödülleri’nin ilki 1959’da verildi. Bugün TESEV’e dönüşen Konferans Heyeti ilk toplantısını 1961’de yaptı. Genç sporcular Eczacıbaşı Spor Kulübü çatısı altında 1966’da ilk kez antrenmana çıktı. İpek Kağıt 1970. İKSV 1973. İstanbul Modern 2004. Sanayi alanındaki girişimlerimiz, sosyal alandaki yatırımlarımız ile bir ağacın birbirini besleyen dalları gibi, birbirine karışarak hep yükseldi.
Başarısını, “yarattığı toplumsal değer ile ölçen” kurucumuz merhum Nejat Eczacıbaşı’nın inanç ve heyecanı, bugün hepimizin ruhuna canlılık vermeye devam ediyor. Ülkemizin çağdaş geleceğine duyduğumuz umut ve güven ile yolumuza devam ediyoruz. Ekim ayı aynı zamanda kurucumuz Nejat Eczacıbaşı’nın da ölüm yıldönümüydü. Bu vesileyle, aramızdan ayrılışının 27. yılında, Nejat Eczacıbaşı’nı ve hayallerini paylaşmış değerli yol arkadaşlarını da saygı ve minnet ile anıyorum.
Serbest ekonomiye geçiş 1980’li yıllarda, dönemin başbakanı Turgut Özal ile başladı. 1990’lar Türkiye’nin ihracatla büyüdüğü yıllar oldu. Sizin bu döneme dair izlenimleriniz nasıl ?
Uzun süren ithal ikamesi döneminde özel sektör kuruluşlarımız gelişti; büyümenin motoru haline geldi. Ekonomik krizler sonucu “70 sente muhtaç” duruma gelen ekonomimizde yeni bir atılım ihtiyacı kaçınılmaz hale geldiğinde, 24 Ocak 1980 kararlarıyla “dışa açılma” dönemi başladı. Bu dönemde Türkiye ihracatta olağanüstü artışların elde edildiği ancak makroekonomik istikrarın bir türlü sağlanamadığı bir süreçten de geçti.
İş insanları olarak bizim için en önemli değişim, oyun alanımızın ülkemiz sınırlarını aşması oldu. Türkiye pazarı ile sınırlı görüş açımız, tüm dünyayı içine alacak şekilde genişledi. Kendi mahallemizde top oynamayı bırakıp, dünyanın en iyileriyle rekabet etmek zorunda olduğumuz bir ortama uyum sağladık. Eskiden üretim yapabildiğimiz sürece kârlılığımızı da sürdürebiliyorduk. Ancak üretimi sürdürmek en büyük sorundu –enerji kıtlığı, döviz bulunması, hammadde sağlanması uykumuzu kaçıran sorulardı. Yeni dönemde bunları unuttuk, yetenekli gençleri nasıl çekeceğimizi düşünüyoruz, “ne yapsak da müşteriler bizim mallarımızı satın alsalar?” diye kafa yoruyoruz.
Tabii yönetim anlayışı da değişti, bugün de değişiyor. Yukarıdan aşağı, emir-komuta zinciri içinde yönetilen organizasyonların yerini, çok daha bağımsız ve hızlı karar alabilen birimler aldı. Liderlik anlayışımız değişti. Artık liderler, tüm işleri çalıştırdıkları insanlardan daha iyi bilen, onlara yapılması gereken işleri gösteren amirler değil. Günümüzün liderlerinden, çok zaman işlerin nasıl yapılacağını kendilerinden daha iyi bilen genç insanlara başarılı olmaları için gerekli ortamı sağlamalarını bekliyoruz.
Sosyal sorumluluk anlayışımız da değişti. Ülkemizin sorunlarını unutmuyoruz ama, artık “tüm dünyanın sorunları bizim de sorunumuz” diyoruz.
Eğitimin ekonomiyle ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz ?
Eğitim reformuyla desteklenen yeni bir ekonomik model, sanayimizin ve özel kesimimizin gerçek gücünü ortaya çıkaracak, ülkemizin ihtiyacı olan sürdürülebilir, dengeli ve hızlı büyümeyi hiç kuşkusuz güvenceye alacaktır. Örneğin 80’lerin başında Türkiye ile aynı durumda olan Kore’nin başarısının ardında eğitim alanında yaptığı reformun bulunduğunu görüyoruz. Eğitim reformu yapıp başarısız olmuş tek ülke yoktur. Eğitim reformu yapmadan başarılı olan bir ülke de yoktur. Hükümetimizin özellikle son dönemde eğitim alanına ilişkin yaklaşımı ve attığı adımlar da hepimize gelecek için umut vermektedir.
Teknolojideki hızlı değişim ve dönüşüm ile yeni bir ekonomik düzen kurulurken, eğitim konusuna ne kadar akıl yorarsak, ortak sorunlarımızın çözümü yolunda o kadar hızlı yol alabileceğimize inanıyorum. Cumhuriyetimizin kurucu iradesinin de en temel özelliği, çağın gereklerini yerine getiren bir eğitim sistemine özel bir önem vermesiydi. Çağdaş eğitim konusundaki bu duyarlılığı sürdürmenin bugün de ortak sorumluluğumuz olduğuna yürekten inanıyorum… Ülkemizin geleceğini hiç kuşkusuz eğitim düzeyimiz ve bilimle yarattığımız değer belirleyecek.
Peki, sizce ülkemiz yeni teknolojik devrime nasıl uyum sağlayabilir ?
Bu soru, zaman içinde kuşkusuz tekrar tekrar yanıtlamamız gereken bir soru. Dünya çapında etkileşimin ve bilginin hızla arttığı yeni bir ekonomik düzen kurulurken, geleceği olabildiğince öngörmek son derece değerli… İhracatla işini büyüten bir iş dünyasının, yenilikçilikte, inovasyonda ve markalaşmada geri kalması düşünülebilir mi ? İhracat yapan iş insanları da, dünya piyasalarında rekabet gücünü sürdürebilmenin tek yolunun yenilikçilik olduğunu; bu nedenle, araştırmaya, geliştirmeye ve markalaşmaya da kaynak ayırmaları gerektiğini biliyorlar.
Türkiye, çok zengin bir kültür coğrafyası üzerinde, daha geniş bir coğrafya içinde de Doğu ile Batı arasında bir köprü gibi… Bu avantajı yeterince kullanabildiğimizi düşünüyor musunuz?
Türkiye, dünyanın hayranlıkla izlediği bir kültür hazineleri ülkesi… İnsanlarımız tarih boyunca çok geniş bir coğrafyada birçok değişik kültürle etkileşime girmişler ve nihayet Anadolu’da izler bırakmış çeşitli uygarlıkların mirasçısı olmuşlar. Toplumumuzun kültürü, tarih boyunca bu topraklarda yer almış tüm uygarlıkların katkılarıyla zenginleşerek bugünlere gelmiş.
Sizin de belirttiğiniz gibi, Doğu ile Batı arasında bir köprü gibi uzanan bu kültürel zenginlik, toplumun tamamını kapsayıcı ve kucaklayıcı olmaktan hâlâ ne yazık ki uzak. Birçok renk ve formdan oluşan bir mozaik içinde kimlik arayışı, aidiyet ihtiyacı, ortak bir tanım ya da kültürde buluşmamızı güçleştiriyor. Anlaşmazlıklar ve çatışmalar, sahip olduğumuz zenginlikten daha da büyük bir değer üretmemize engel oluyor, hiç istemesek de, duvarlar yükselmeye devam ediyor.
Duvarları yıkıp köprüleri inşa etmekten öte bir yol göremiyorum. Ya bu köprüleri kurmayı başaracağız ya da bitmeyen çekişmelerle toplumumuzun enerjisini tüketmeye devam edeceğiz. Geçmiş deneyimlerimizden, toplumda kazananlarla kaybedenlerin olamayacağını; ya hep beraber kazanacağımızı ya da hep beraber kaybedeceğimizi öğrendik.
Çocukluğunuzda aile büyüklerinden İstanbul’a dair nasıl hikayeler dinlediniz? Bugün İstanbul’un tarihî dokusunu muhafaza etmek noktasında nostaljik yaklaşımlar veya aktüel siyasetin ötesinde neler yapmalıyız?
Ben hikayeler dinlemenin ötesinde İstanbul’un çok farklı bir dönemini kendim yaşadım. 1949 doğumluyum; çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği İstanbul bugünkünden farklı bir kentti. Kışın Şişli’de, yazın ise Erenköy’de otururduk. Yazın aynı kentin içinde “sayfiye”ye taşınılan başka kaç kent vardır, bilmiyorum. Bildiğim tek örnek İzmir. Dedem Süleyman Ferit Bey kışları İzmir Köprü’de, yazları ise Bayraklı’da geçirirdi. İstanbul’un nüfusu 2 milyonu geçmemişti henüz. Boğaz Köprüsü yapılmamıştı, kentin bir yakasından diğerine araçlar, araba vapuruyla geçerlerdi. Yazlarımız Suadiye-Erenköy sahil şeridinin pırıl pırıl sularında yüzerek, yelken yaparak geçerdi. Trafik sorunu başlamamıştı, Erenköy’deki evimizden trenin sesini duyardık, araba vapuruna binilmeyecekse bir noktadan ötekine gitmek sorun değildi.
Hava kirliliği, deniz kirliliği, trafik tıkanıklığı henüz karşılaşmamış olduğumuz sorunlardı. Şimdi bunları geçmişe büyük özlem duyarak söylemiyorum; çünkü gelişen kentlerde, hele ki İstanbul gibi nüfus artış sorunu yaşayan kentlerde çevre ve altyapı sorunlarının büyümesi doğaldır. Çocukluğumun İstanbul’unun sokaklarından koyun sürüleri geçen, taşımada atlı arabaların kullanıldığı, suların ve elektriklerin sık sık kesildiği bir kent olduğunu da unutmuyorum. Artan nüfusun ihtiyaçlarına yanıt verebilmek için yapılan muazzam ulaşım ve altyapı yatırımlarını küçümsemiyorum. Ancak kentin dokusunu korumak ve kentin akılcı planlar çerçevesinde genişlemesini sağlamak açısından kötü bir sınav vermiş olduğumuzu düşünüyorum.
Sağlıklı kentleşmeyi en büyük uygarlık göstergesi olarak görüyorum ve kaçak yapılaşmanın, orman ve su havzalarındaki yasadışı işgallerin yaygınlığıyla İstanbul’da ortaya çıkan tabloyu kendimize yakıştıramıyorum. Toprak ve emlak talanına dayalı göçün önlenememesinde tüm sorumluluğu nüfus baskısına yükleyebileceğimizi düşünmüyorum; konunun analizini uzmanlar daha iyi yaparlar. Çağdaş uygarlık düzeyine yetişme çabasında nerede olduğumuzun en önemli ölçütü millî gelir değil, kentlerimizin gelişmişliği ve çağdaş yaşama olanak sağlama düzeyidir. Yerleşmesini bilmek, planlı kentleşme, imar disiplinini korumak, uygarlık dediğimiz zaman aklımıza gelen hemen her şeyi kapsar: Çevreye saygımızın, hemşerilerimize saygımızın, tarihimize, geleceğimize saygımızın göstergesi buradadır.
Sizce kendini bir kente ait hissetmek nedir? Bu hissiyatı gelecek nesillere, çocuklarımıza-torunlarımıza nasıl aktarıyoruz?
Kendini bir kente ait hissetmek o kentte anılar biriktirmekle olur. Anılarınızın olduğu, ailenizin ve dostlarınızın yaşadığı kente kendinizi ait hissedersiniz. O kentin tarihine ilgi duymak, özelliklerini bilmek ve yaşamış olmak, sunduğu özel zevklerin tadına varabilmek kente duyulan aidiyet duygusunu pekiştirir. Böyle duygulardan yoksun olmak bence insanın yaşamında büyük bir eksikliktir. Biz İstanbul gibi dünya harikası bir kentte yaşadığımız için çok şanslıyız.
Oya Eczacıbaşı, İstanbul Modern Sanat Müzesi ile ülkemize önemli hizmetler veriyor. Bu çerçevede yakın vadeli projeleriniz nelerdir?
İstanbul Modern 2021 içinde yeni binasına taşınmayı planlıyor. Yeni bina, antrepo binasının yerinde, Galataport Projesi kapsamında yapılıyor. Proje, müzenin kurucu sponsoru Eczacıbaşı Holding ve Doğuş Grubu-Bilgili Holding’in ortaklaşa katkısıyla gerçekleştiriliyor. Yeni müzenin mimarı ise dünyadaki müze mimarları arasında çok seçkin bir yeri olan Renzo Piano. Bina tamamlandığı zaman İstanbul dünya çapında bir modern sanat müzesine kavuşmuş olacak.