17. yüzyılla birlikte başlayan Osmanlının çözülme temposu vakıf kurumunu da derinden etkiledi. Önce başıboşluk, sonra da yağmacılık ve hırsızlık başgösterdi. 19. yüzyılın ikinci yarısında bir hareketlilik görülmüşse de, bu canlılık 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla sona erdi. Cumhuriyet ile yeniden canlanan Vakıflar, hem tarihi hem insanı besleyen geleneksel bir yapı.
En yalın anlamıyla, “toplumsal hizmet merkezi” olarak tanımlanabilecek vakıf kurumu, Selçuklu-Osmanlı geleneğinin günümüze dek uzanan bir ürünüdür. Bilindiği gibi, özellikle İslâm dinini benimsemiş toplumlarda, öteden beri şehirleşme ve imar hareketleri planlarında toplumsal gereksinmeler önem taşımıştır. Bu nedenle de, simgesel değerleri ağır basan hizmet merkezlerinden çok, kullanım değerleri ağır basan hizmet merkezleri yaygınlık kazanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları geliştikçe de vakıf sistemi gözle görülür ölçüde yaygınlaşmıştır. Bugün, yalnızca Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde, ya da komşu Müslüman ülkelerde değil, Batı’da Balkanlar’da, doğuda Hindistan gibi komşumuz olmayan ülkelerde bile vakıf kurumunun etkileri hâlâ canlılığını korumaktadır.
Osmanlılar döneminde hız kazanan; cami, mescit, medrese, çeşme, hastane, misafirevi, çamaşırhane, kuyu, köprü gibi değişik nitelikteki toplumsal hizmet merkezleri ya da araçları için, tarihsel açıdan çok daha gerilere uzanmakta yarar vardır. Vakıfların hukuksal ve toplumsal yönleriyle ilgili araştırmalarıyla tanınan Ali Hikmet Berki, ilk vakfın Peygamber’in sağlığında Hazreti Ömer tarafından, Peygamber’in yol göstericiliği sayesinde kurulduğunu yazar. Selçuklulardan hayli önce Arap yarımadasının ve Mısır’ın büyük yerleşme merkezlerinde önemli işlevler üstlenen vakıf kuruluşlarının ağırlığı daha sonra Anadolu yarımadasına geçmiş, İstanbul’un fethini izleyen dönemde imparatorluğun başkenti sayısız “hayır binası”yla donatılmıştır.
Osmanlılarda vakıf
İslâm hukukunda vakfın tanımlanış biçimi, onun kullanım biçimiyle doğrudan ilgilidir: “Bir malı, ammenin mülkü hükmünde olmak üzere bir ya da birkaç amaca müebbeden tahsis etmek; bir malı Allah’ın
mülkü hükmünde temlik ve temellükden alıkoymak”. Bu hukuksal anlam üzerine gelişen vakıf kurumu birkaç işlevi aynı doğrultuda bünyesine toplamıştır. Dinsel boyutta tekke, zaviye, türbe, namazgah; eğitim boyutunda medrese, mektep, darüttalim, darülhalis, toplumsal–ekonomik hizmetler boyutunda misafirevi, dulevi, gölgelik, sığınak, umumi hela, çamaşırhane, hastane, hamam, idman sahası; ulaşım ve savunma boyutlarında ise kale, köprü, yol, kaldırım, liman, deniz feneri türü etkinlik merkezleri ve araçları tesis edilmesi Osmanlı toplumunun gündelik yaşamını kolaylaştıran, bir yandan da insanlar ve toplumsal tabakalar arasında yardımlaşmayı somutlaştıran faktörlerin başında geliyordu. Vakıflar koşullarına göre, vakfın önde gelen toplumsal amaçlarından biri de “imaret”ler aracılığıyla, yoksul ve düşkünlerin yardımına koşmaktı. Bu amaçla, fakir halkın doyurulması için aşevleri, sağlık sorunlarının çözülmesi için hastaneler, eğitim sorunlarının çözülebilmesi için mektepler yapılmıştı. Gene “vakfiye” koşullarına göre yoksullara odun ve kömür parası temin edilmesi, mahpusların borçlarının ödenmesi, kuşlara köpeklere ekmek verilmesi, yoksul çocuklara elbise dağıtılması, kitap parası ve bayram topu temin edilmesi büyük önem taşıyordu.
Son yıllar, ilk yıllar…
17. yüzyılla birlikte başlayan Osmanlının çözülme temposu vakıf kurumunu da derinden etkiledi. Hilmi Ziya, ekonomik koşulların zayıflamasıyla vakıfların yönetiminde önce başıboşluğun sonra da yağmacılığın ve hırsızlığın başgösterdiğini, iki yüz yıl içinde çeşitli bilimadamı, tarihçi ve yöneticilerin yazmış olduğu “layiha”lara dayanarak açıklıkla ortaya koymuştur. 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak vakıflar konusunda yeniden bir hareketlilik görülmüşse de, bu canlılık 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla sona ermiştir. Bu dönemde, özellikle Mimar Vedat ve Kemalettin Beyler aracılığıyla yepyeni bir mimari üslup geliştirmek istenmiş, ancak bu atılım daha çok biçimsel planda kalmıştır.
Konunun önemi nedeniyle, Kurtuluş Savaşı sırasında bir “Şer’iye ve Evkaf Nezareti” kurulmuş, 1924’de kaldırılan bu bakanlığın yerine Vakıflar Umum Müdürlüğü tesis edilmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak eğitim alanındaki çalışmalarına öncelik veren müdürlük, yeni kent Ankara’nın turistik gereksinmeleri doğrultusunda girişimlerde bulunmuş, Ankara Palas ve Belvü Palas’ı inşa ettirmiştir. Ancak, bu geçiş döneminde eski vakıf eserlerinin korunması ve yeni kullanımlar için düzenlenmesi yolunda sarfedilen çabalar yetersiz kalmıştır. 1935’den sonra yapılan hukuksal düzenlemeler ile kendisine etkili olma yolu açılan Vakıflar Genel Müdürlüğü, 1950’li yıllarda çıkan yasalarla bu yol iyiden iyiye genişleyince etkinlik hızını artırmıştır.
Vakıfların etkinlik alanları
Vakıflar Genel Müdürlüğü, vakıf kurumunun geleneksel yapısının sağladığı birikimden de yararlanarak, vakıf felsefesinin ölçülerine uygun biçimde etkinliklerini düzenleme ve sürdürme arayışının içindedir. Bu çerçevede, toplumsal hizmetler önde gelmektedir. Günde bir öğün (bir kap) yemek verilen imaret yerleri işleten Vakıflar Genel Müdürlüğü, bunların yenilerini de açma hazırlıkları içindedir; köy muhtarlarına ve cami derneklerine yardım yapılmaktadır; körlere ve muhtaç durumdaki kişilere 1924’ten bu yana aylık gelir bağlama ça
lışmalarını sürdürmektedir; yoksul öğrenciler için “Yüksek öğrenim vakıf öğrenci yurtları” açmakta ve işletmektedir.
Vakıflar Genel Müdürlüğü, sağlık alanında da önemli çabalar göstermiştir; 1843’te II. Mahmud’un eşi tarafından kurulan “Bezmialem Gureba-i Müslimin” hastanesinin gerekli onarımları yapılmış, 1959’dan sonra da çeşitli ek binalar inşa edilerek hastane her bakımdan gelişkin bir düzeye ulaştırılmıştır.
4. Vakıf Hanı
İstanbul Eminönü’ndeki Dördüncü Vakıf Hanı. 1912’de yapımına başlanan bina savaş nedeniyle yarım kalmış, işgal döneminde Fransızlar tarafından tamamlanmış ve karargâh olarak kullanılmış.
Yeni vakıf hukuku
Cumhuriyet döneminde vakıfların statüsünde beliren boşluklar Medenî Kanun’un belli hükümlerince giderilmeye çalışıldı. 1835’te yürürlüğe giren Vakıflar Kanunu, 1938-1952 arası getirilen değişiklerle kesin biçimine kavuşturuldu. Bunu, eski eserlerin kullanım ve onarımını çerçeveleyen yasal düzenlemeler izledi.
İmparatorluk döneminde varolmayan, Cumhuriyet döneminde tesis edilen iki vakıf türü vardır: Aile vakıfları ve işçi lehine vakıflar. Medeni Kanun’un 322. maddesine dayanarak oluşturulan aile vakıfları, görece olarak kamu yararınadır; çünkü malın münhasıran aile üyelerine çıkar sağlaması da öngörülmektedir. İşçi ve müsdahdem lehine vakıf kurmak, gerçi imparatorluk hukukuna aykırı değildir ama, Medeni Kanun’da bu tür vakıflara bir dernek ya da şirket kimliği verildiği düşünülmüş, bu konu bir ölçüde eleştirilere de açık kalmıştır.
Cumhuriyet döneminde, 1950’li yıllarla birlikte yasalaştırılan yeni vakıf türleri içinde yoğun etkinlikler gösterenler olduğu gibi, âtıl kalanlar, kamu yararından çok dar bir çevreye yarar sağlayanlar da yok değildir. Son çeyrek yüzyılın en önemli vakıfları arasında Koç Holding Vakfı, Hacettepe Üniversitesi Vakfı, Türk Eğitim Vakfı sayılabilir.
Kültürel çalışmalar
Eski eserlerin saptanması konusunda olduğu kadar, bunların onarımı ve yeni işlevler kazanması konusunda da önemli görevler üstlenmiş bulunan Vakıflar Genel Müdürlüğü, Vakıflar Kanunu ve Eski Eserleri Koruma Kanunu doğrultusunda çalışmalar yapmaktadır. İşlevlerini koruyan eski eserlerin onarımı konusunda bünyesi dışındaki uzmanların katkılarından da yararlanan genel müdürlük, işlevlerini yitirmiş eski eserlerin yeni hizmetlere açılması konusunda da çaba vermektedir. Bunların okul, müze gibi kültürel amaçlı hizmetlere doğru yönlendirilmesi konusunda belli bir duyarlılık gösterilmekle birlikte, uygulamada bazı yadırgatıcı sonuçlara ulaşıldığı da gözlemlenmektedir. Örnekleri çeşitlemek güç değildir, ama bu çerçevede somut tek bir örneğe bakmak yeterli olabilir: İmrahor’daki Mimar Sinan’ın elinden çıktığı ileri sürülen hamamın zamanında “süper bakkal” olarak kullanılması, uygulama konusunda düşündürücü olmaktadır.
Vakıflar’ın eski eserin korunması ve onarımı konusuna genel çizgilerinde olumlu bir yaklaşım getirdiği şüphe götürmez bir gerçek. 1939’da konuyla ilgili bir foto film arşivinin kurulmuş ve sonradan bunun 300 bin fotoğraf kapsayan zengin bir bütün haline getirilmiş olması; 1952’den bu yana sürekli gelişim gösteren bir rölöve bürosunun yoğun çalışmalar sürdürmesi; genel müdürlüğün çeşitli yayınlarla konuya açıklık getirmenin yanısıra sürekli yayınlar da ortaya koyması, bu olumlu yaklaşımın somut göstergeleridir.
Evkaf Nezareti’nin kuruluşundan bu yana derleme ve değerlendirme çalışmaları süren “Vakıf Kayıtlar Arşivi”ndeki belgelerin tasnifinde, özellikle vakfiyelerin yazılışında kullanılmış olan “siyakat” yazısının okunma güçlüğü nedeniyle zorluklar çıkmaktadır. Vakfiye, ferman, hüccet, berat gibi belgelerin hukuksal sorunların çözülmesi aşamasında taşıdığı önem gözönüne getirilirse, bu konuda eğitim kurumları ile işbirliği yapılması gerekliliği kendiliğinden ortaya çıkacaktır.