Gazeteci Cengiz Erdinç’in uyuşturucunun Türkiye’deki 100 yılını anlattığı Overdose Türkiye kitabı, bu zehirli ticaretin bağımlılık yaratarak toplum sağlığını tehdit etmekle kalmadığını, sokak satıcılarından büyük kaçakçılara ve kamu görevlilerine uzanan, sınırötesine geçip dünya mafyasıyla eklemlenen organize suçu da beslediğini ortaya koyuyor.
Uzun yıllardır suç dünyası üzerine çalışan bir gazeteci olarak sahada edindiği bilgileri, yine yıllar süren kapsamlı bir arşiv çalışmasının sonuçlarıyla birleştiren Cengiz Erdinç’in kitabı Overdose Türkiye, 20 yıl aradan sonra genişletilmiş ve güncelleştirilmiş baskısıyla yeniden piyasaya çıktı.
Doğan Kitap’tan çıkan kitabın ilk bölümünde morfin ve eroin başta olmak üzere laboratuvarlarda afyondan üretilen maddelerin tarihçesini anlatan Erdinç, sonrasında işin Türkiye ayağına geliyor. Buna göre, Kırım Savaşı (1853-1856) sırasında İngiliz subaylardan temin ettikleri afyonu kullanan Osmanlı subayları, ülkenin ilk morfin bağımlıları olmuş. Tıpkı, 1861-1865’teki içsavaşta Amerikalı askerlerin, 1870-1871’deki Fransa-Prusya Savaşı’nda Fransız ve Alman askerlerin bağımlı olması gibi. Sonrasında İstanbul’un seçkin sınıflarının kullanmaya başladığı morfin, eczane ve hastanelerden temin edildiği için esrar ve afyon gibi bir düşkünlük değil, sakinleştirici bir ilaç olarak görülüyor.
Kokain ve eroin ise İstanbul’a kentin işgali döneminde, 1910’ların sonunda ulaşmış. Bunun ilk sebebi işgal döneminde her türden suçun ve özellikle fuhuşun patlaması. Yeraltı ekonomisinin lokomotifinin fuhuş olduğu bu dönemde, İstanbul’da kayıtlı 175 “umumhane ve randevuevi” faaliyetteydi ve 4 bin civarında kadın buralarda çalışıyordu. Randevuevlerinin yanısıra sayıları 1600’ü geçen içkili mekan da kısa sürede uyuşturucunun rahatlıkla temin edilebildiği yerlere dönüşmüştü.
İstanbul’da kokainin ilk izleri, 1917 Sovyet Devrimi’nden kaçan Rus göçmenlere dayanıyor. Sürgün Rus aristokratların sevdiği kokain, ABD ve Avrupa’daki fabrikalardan kaçak olarak getirtilip lüks barlarda, seçkin genelevlerde hatırlı müşterilere ikram edilmeye başlanarak işgal altındaki İstanbul’un eğlence hayatına giriyordu. Eroin ise İstanbul’a yüklü miktarda ilk defa Haziran 1923’te Marsilya’dan gelen bir Fransız gemisiyle ulaşmıştı. Eroini ilk benimseyenler, randevuevlerinde çalışan kadınlardı. Fiziksel ve duygusal acılarını bastıran yeni maddeye sığınan bu kadınlar, müşterilerine de saldırganlık ve hırçınlık yaratma riski olan kokain ve alkollü içkiler yerine eroin ikram etmeye başlayınca talep artmıştı.
Erdinç’in kitabının en dikkati çekici bölümlerinden biri, 1926-1929 arasında İstanbul’da kurulan 3 yasal eroin fabrikasının anlatıldığı bölüm. Bu fabrikalar kurulabilmişti, çünkü Türkiye afyon üretimiyle ticaretinin sınırlandırılması ve denetlenmesini öngören Milletler Cemiyeti Cenevre Afyon Sözleşmesi’ni (1925) imzalamamıştı. Türkiye’nin sözleşmeye katılmama direnci öncelikle 62 ilde ekilen afyonun ekonomide önemli bir gelir kalemi ve bunun aileleriyle birlikte 10 binlerce çiftçinin geçim kaynağı olmasına dayanıyordu. Bir yandan ağır mali koşullar ve dış borçlar hükümeti sıkıştırıyordu. Sanayi cılızdı, ticaret yoğun ithalata dayanıyordu, savaşın yıkıcı etkisi henüz atlatılamamıştı. Tarım ürünleri ihracatı tek seçenekti ve afyon, dönüm başına en çok gelir sağlayan tarım ürünüydü. Afyondan vazgeçmek kolay değildi.
Cengiz Erdinç bu görünür neden dışında, ticarete, borsalara ve ihracata hakim tüccarlar, afyon ticaretiyle uğraşan milletvekili ve bürokratların da direnç odağı olduğuna, bu etkili insanların kaçakçılığa uzanan ilişkilerinin ve ticari çıkarlarının yoksul köylülerin geçim gerekleri ardına gizlendiğine de dikkati çekiyor. Erdinç’in vurguladığı bir diğer nokta, Türkiye’ye Cenevre Sözleşmesi’ni imzalaması için baskı yapan Batı ülkelerinin ikiyüzlü tavrı. Zira Türkiye’de üretilen afyonun büyük alıcıları, Fransa, İsviçre ve Almanya’daki büyük ilaç fabrikalarıydı! Türk afyonunu işleyip morfin ve eroin üreten fabrikaların kayıtlarındaki boşluklar, tonlarca uyuşturucunun yasadışı piyasaya sızdığını gösteriyordu. Milletler Cemiyeti, Türkiye’ye baskı yaparken Batı’daki bu büyük alıcıları, üretimdeki sızıntıyı ve fabrikalarla ilişkili kaçakçıları görmezden geliyordu.
Sonuçta, Cenevre Afyon Sözleşmesi’nin getirdiği sınırlamalarla sarsılan Amerikalı ve Avrupalı kaçakçılar, gözlerini bir “serbest bölge” hâline gelen Türkiye’ye çevirmişti. Dünyanın en kaliteli afyonu burada yetişiyor, serbestçe satılıyordu. Eroin üretimi için yasal kısıtlama da yoktu. Bir grup Japon girişimci 1926 başında hükümete, afyonu ham hâlde satmak yerine işlemeyi önerdi. Morfin, kodein, eroin üretildiğinde, daha fazla gelir elde edileceğini söylüyorlardı. Hükümet teklifi kabul edince, Japonlar, Oriental Products Company adıyla bir şirket kurdular ve Taksim’de bugün Gezi Parkı’nın bulunduğu yerdeki eski Topçu Kışlası’nın bir bölümünde üretime başladılar.
İkinci fabrika Mayıs 1929’da ETKİM adıyla Eyüp Bahariye’de Haliç’e yakın bir mevkide, kuruldu. 3 kuşaktan beri afyon ticaretiyle uğraşan Taranto ailesinin girişimiydi. Üçüncü fabrika ise Aralık 1929’da Kuzguncuk’ta TETKAŞ adıyla faaliyete başladı. Şirketin yönetiminde Türkiye, Belçika, Meksika ve Fransa vatandaşları vardı. Yönetim Kurulu Başkanı, TBMM Başkan Vekili Hasan (Saka) Bey’di.
Elbette en önemli mesele fabrikaların bu ürünleri nasıl sattığıydı. Eroin, 1925 Cenevre Sözleşmesi ile pek çok ülke tarafından ilaç değil, yasadışı ticarete konu olan tehlikeli bir uyuşturucu olarak kabul edilmişken Türk Kodeksi’nde öksürüğü ve ağrıları kesen bir ilaç olduğu anlatılıyordu. Fabrikalar ürünleri yurtiçinde sadece eczanelere satabiliyorlar, fakat yurtdışına serbestçe ihraç edebiliyorlardı.
İstanbul’da tam kapasiteyle çalışan 3 fabrika ayda 2 ton morfin ve eroin ihraç ediyordu; yıllık ciro en az 15 milyon liraydı ve büyük bölümü kârdan oluşuyordu. Bu ciro, 1929’da Türkiye’de bulunan 27 sanayi şirketinin yıllık yaklaşık 2 milyon liralık kârlarıyla karşılaştırıldığında çok büyük rakamdı. İstanbul’dan kalkan gemilerdeki afyon, morfin ve eroin, Amerika’ya sokulmak üzere İtalyan ve Fransız limanları üzerinden Küba’nın Havana ve Santiago limanlarına ulaşıyordu.
Cengiz Erdinç’in eroin ihracatı sürecini ayrıntılarıyla anlattığı bölümde, organize suç filmlerine ve televizyon dizilerine konu olabilecek birbirinden ilginç bilgiler var. Bunlardan biri, Japonların Taksim’de kurduğu eroin fabrikasının Japon mafyası Yakuza’yla bağlantısı. 19. yüzyılın sonundan itibaren Japon Ordusu’nun işgal ettiği bölgelerdeki sistemli bağımlılık yaratma faaliyetinde, afyon ve eroini tedarik eden, üreten ve ilişkileri ABD’ye kadar uzanan Yakuza, Taksim’deki fabrikanın üretimini de dünyaya dağıtıyordu.
Fabrikaların İstanbul’da da bir “perakende piyasası” yaratmaması ve bağımlı sayısını arttırmaması da imkansızdı. Çok ucuz olan eroin tramvay duraklarında, kahvelerde, tütüncülerde el altından satılır hâle gelince; 1930’da Cengiz Erdinç’in “Türkiye’deki birinci eroin bağımlılığı dalgası” diye adlandırdığı dönem başlamış ve o zamana dek kafalarda canlanan bağımlı profilinin çok dışında, iş-güç sahibi birçok insan eroin bağımlısı olmuştu. Hastaneye bağımlı olarak başvuran ilk kişilerse, Taksim’de Japonların fabrikasında çalışan ve gün boyu eroin tozu soluyup istemeden bağımlı olan işçilerdi.
Tüm bunlar yaşanırken, Milletler Cemiyeti ve ABD’nin Türkiye’ye, Cenevre Afyon Sözleşmesi’ni imzalaması için baskıları sürüyordu. Erdinç, baskıların etkili olmamasının sebebini eroin fabrikalarının güçlü ilişkilerine bağlıyor: “Eyüp’teki ETKİM’in patronu olan Nissim Taranto işgal yıllarında İstanbul’dan Anadolu’ya silah kaçırmıştı. Ankara’da güçlü ilişkileri vardı. Kuzguncuk’taki TETKAŞ’ın yönetim kurulu başkanı Meclis Başkan Vekili Hasan Saka’ydı. Şirketin yabancı ortaklarının ileri gelen Türk politikacılarla başka şirketlerde de ortaklığı vardı.”
15 Aralık 1930’da New York limanına yanaşan Alesia gemisinde 490 kg. morfin yakalanması, İstanbul’daki fabrikaların uluslararası bir sorun hâline gelmesi açısından önemli bir dönüm noktası oldu. O güne kadar yakalanan en büyük parti olan yarım tona yakın morfinle ilgili 27 Türk kaçakçıdan sözeden Amerikan gazeteleri, artan uyuşturucu bağımlılığının sorumlusu olarak Türkiye’yi gösterip Türk ürünlerine boykot çağrıları yapmış, bu da Ankara’da büyük rahatsızlık yaratmıştı. Cengiz Erdinç bu süreçte Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa ve Başbakan İsmet Paşa’nın Türkiye’nin uyuşturucuyla ilişkilendirilmesinden rahatsız olduğunu ama buna rağmen dönemin Bakanlarından, milletvekillerinden ve bürokratlarından güç alan uyuşturucu lobisinin ülkenin en güçlü 2 liderine nasıl direndiğini kitabında ayrıntılarıyla anlatıyor.
Alesia gemisi vakasından sonra ABD’nin Türkiye’ye sert bir nota vermesi üzerine, Bakanlar Kurulu 15 Şubat 1931 tarihli kararnameyle İstanbul’daki fabrikaların “afyon ve afyon türevlerinin ihracatıyla ilgili düzenlemeler yapılana kadar” geçici olarak kapatılmasına, fabrikaların ellerindeki ürünleri devlete teslim etmesine karar verdi. Ancak uyuşturucu lobisinin direnci bu kararın uygulanmasını da olanaksız kılacak ve fabrikalar ellerindeki eroini teslim etmeyip, el altından satmayı sürdüreceklerdi.
Mayıs 1932’de ABD’nin Türkiye Büyükelçisi olarak emekli general Charles H. Sherrill’in atanması İstanbul’daki fabrikaların kaderini değiştirecekti. Sherrill asker olmanın avantajıyla Mustafa Kemal Paşa ile yakın ilişki kurdu ve Türkiye-ABD ilişkilerinde 1 numaralı sorun olan afyon konusunu tekrar gündeme taşıdı. Afyon lobisiyle içiçe bürokratlar ve hükümet üyelerine karşı Gazi’ye doğrudan ulaşmak bir avantaj olmuştu.
Büyükelçi Sherrill, Mustafa Kemal Paşa’yla 22 Aralık 1932 günü kritik bir görüşme yaptı. Ertesi gün ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği “Gazi’nin Uyuşturucuya Karşı Kutsal Savaşı” başlıklı raporunda, sunduğu bilgilerden Paşa’nın etkilendiğini, afyon ticaretinin politikacılar ve bürokratlar tarafından desteklendiğini gösteren bulgulara sinirlendiğini yazıyordu. Aynı günün akşamı Mustafa Kemal Paşa kabineyi bizzat başkanlık ederek toplamıştı. Konu afyon kaçakçılığının takibi ve bazı “sıhhi, iktisadi ve zirai meseleler”di. Kabine toplantısı saatlerce sürdü. Ertesi gün de gece yarısından sonrasına uzanan toplantıda aynı konu üzerinde uzun süren tartışmalar yapıldı. Nihayet, 14 Ocak 1933’te Türkiye’nin Cenevre Afyon Sözleşmesi’ni imzalaması kararı Meclis’te kabul edildi. 3 fabrika kesin olarak kapatılıyor, eroin de ilaç olmaktan çıkarılıp uyuşturucu olarak kabul ediliyordu.
1933 yılının dünya eroin trafiğini etkileyen ikinci büyük hadisesi ise ABD’de içki yasağının sona ermesiydi. 13 yıllık yasak boyunca yasadışı içki satışından gelir elde eden mafyanın yeni ürünü morfin ve eroin olacaktı. Fabrikalar kapanmış olsa da, eroin ve morfinin hammaddesi afyonun en kalitelisi Türkiye’de yetişiyordu. Cengiz Erdinç fabrikalar kapandıktan sonra ham afyonun Türkiye’den Lübnan’a kaçırılmaya başlandığını, deniz yoluyla götürüldüğü Marsilya’da Korsikalıların hakim olduğu laboratuvarlarda eroine dönüştürüldükten sonra Küba üzerinden Kuzey Amerika’ya ulaştığını Milletler Cemiyeti raporlarına dayanarak anlatmış. Bu ticareti organize edenlerin ABD’deki İtalyan mafyası olduğunu da bu bölümden öğreniyoruz. Bu mafya mensuplarının en önemlisi, en alt basamaklarından yetişip 1 numarası olduğu İtalyan mafyasının kurallarını değiştiren meşhur Lucky Luciano. Eroinin kaynağına sahip olanın pazara sahip olacağını farkeden Luciano, birlikte çalıştığı meşhur Yahudi gangster Meyer Lansky’i 1936’da büyük bir dünya seyahatine göndermişti. Asya’dan Ortadoğu’ya kadar afyon, morfin ve eroin kaynaklarını kalıcı anlaşmalarla sağlama alan Lansky’nin duraklarından biri de İstanbul olmuştu.
Eroinin yasadışı ilan edilmesi ve fabrikaların kapatılması, Türkiye’de birinci eroin bağımlılığı dalgasını sona erdirdi. Her şeyden önce fiyatlar birkaç kat artmış, bağımlıların artık eczanelerden alamadıkları eroine ulaşmaları da zorlaşmıştı. Fabrikalar kapatıldıktan sonra işsiz kalan ve eroin üretimini bilen bazı ustalarsa yeraltına geçip yasadışı laboratuvarlar kurdular. 2. Dünya Savaşı’nda dünya ticaretinin küçülmesi, çiftçilerin askere alınması gibi nedenlerle azalan afyon üretimi, savaşın ardından yeniden canlandı; kaçakçılık, morfin ve eroin kullanımı arttı.
1950’li yıllar, Türkiye’deki hayatın her alanında olduğu gibi afyon ve uyuşturucu ticareti açısından da bir değişim ve dönüşüm dönemiydi. Tek parti döneminde devlet gölgesinde kalan organize suç, bu dönemde yayıldı. 19. yüzyıldan itibaren afyon ticaretine hakim olan Ermeni, Rum ve Yahudi unsurlar yerlerini ağırlıkla Karadeniz kökenli “millî” kaçakçılara bırakıyordu.
Bu dönüşümün en önemli öznesi de Demokrat Parti iktidarının gözde polis müdürü Kemal Aygün’dü. Cengiz Erdinç, 1950’li yıllarda İstanbul Emniyet Müdürü ve Emniyet Genel Müdürü olarak görev yapan ve bizzat kurdurduğu suç çetelerini yöneten Aygün döneminde, özellikle İstanbul’da polisle yeraltı dünyasının içiçe geçtiğini, polis müdürlerinin randevuevlerini ve kumarhaneleri nasıl haraca bağladığını isim isim anlatıyor. Verdiği ilginç bilgilerden biri de, 1950’lerde tüm kaçakçıların Demokrat Parti’ye üye olması. Öyle ki, dönemin İçişleri Bakanı Namık Gedik, üst rütbeli bir polis yetkilisine “neden hep Demokrat Parti üyelerini yakalıyorsunuz?” diye sorduğunda “çünkü bütün kaçakçılar Demokrat Partili” cevabını almış.
Devlet-mafya işbirliği geleneğinin başladığı bu dönemden itibaren yerel kaçakçılar önce bölgesel, sonra da uluslararası tedarikçilere evrilirken; Anadolu’nun “kendi hâlinde kaçakçıları” ve İstanbul’un organize suça yönelen eski kabadayıları, afyonun itici gücüyle Türk mafyasının ve uluslararası piyasanın önemli isimleri oldular. 1955’te dünyanın en önemli üreticilerinden İran’da afyon ekiminin ABD baskısıyla yasaklanması, Türk afyonunu daha da kıymetli hâle getirdi. Yükselen taleple iyice büyüyen kaçakçılar, 1960’larda küçük laboratuvarlardan çıkıp büyük çapta eroin üretimine de başladılar. 12.500 Dolar toptan fiyatla New York’a giren saflık düzeyi yüksek 1 kilo eroin, birkaç aşamada seyreltildikten sonra yaklaşık 200 bin Dolar’a satılıyordu.
1975’te Amerika kıtasındaki en büyük afyon tarlalarının olduğu Meksika’nın 2 yıl sürecek bir operasyona başlaması ve 34 binden fazla afyon, 22 binden fazla esrar tarlasını yoketmesi, Türkiye rotasını daha kritik hâle getirmişti. Meksikalı suç örgütleri afyon ve esrardan vazgeçip kokain ticaretine yönelerek bugünkü kartel yapılanmasının temellerini atarken; Türk mafyası da hem ülkede üretilen hem de Asya’dan gelip Türkiye’den geçirilen eroini kontrol ederek güçleniyordu. Sevkedilen uyuşturucu miktarı ve elde edilen gelir inanılmaz seviyelere yükselmişti. Bu noktada İstanbul Kapalıçarşı merkezli karapara aklama mekanizmaları devreye girecekti.
Bu dönemde mafya babalarının devlet içindeki gücü de doğal olarak artmıştı. Cengiz Erdinç’in kitabına göre, 1950’lerin emniyet müdürü Kemal Aygün’ün suç dünyasıyla kurduğu ilişkilerin çok daha geniş çaplısı 1970’lerde ve 1980’lerin başında sözkonusuydu. İstanbul Emniyet Müdürü Şükrü Balcı’nın, Kapalıçarşı’da karapara trafiğini yönlendirenleri, kaçakçıları ve mafya babalarını haraca bağladığı iddiaları ortada dolaşıyordu. Balcı rüşvet aldığı iddiasıyla yargılanacak, ama tanıkların son anda ifade değiştirmesi üzerine beraat edecekti.
Türkiye’de siyasal çatışmalarla geçen 1970’lerde, politik hareketlerin katı tutumu nedeniyle gençler arasında uyuşturucu yaygın değildi. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra siyaset yasaklanınca uyuşturucu kültürünün önü açıldı ve Türkiye tarihindeki “ikinci eroin bağımlılığı dalgası” başladı. Gazetelerin eroin bağımlısı olan ünlülerle ve hayatını kaybeden bağımlılarla ilgili haberlere sık sık yer verdiği, konuyla ilgili onlarca Yeşilçam filminin çekildiği dönem 1980’lerin ikinci yarısına kadar sürecekti.
Türkiye 1990’lı yıllara mafya grupları arasındaki çatışmalar ve uyuşturucu bağlantılı cinayetlerle girdi. Basına sızdırılan MİT raporları ve 1996’da patlayan Susurluk Skandalı sonrası ortaya saçılan bilgiler, çok sayıda devlet görevlisinin uyuşturucu trafiğinin tam ortasında olduğunu gösteriyordu. Bu süreçte devlet, eroin ticaretini yönlendiren Kürt mafyasının üzerine gitmiş, çok sayıda Kürt kaçakçı tasfiye edilerek Karadenizli ve Kilisli kaçakçıların önü açılmıştı.
1993’te arka arkaya gelen aşırı dozdan ölüm haberleriyle karakterize olan “üçüncü eroin bağımlılığı dalgası” başladı. Cengiz Erdinç, bu dalganın sebebini şöyle açıklıyor: “Devletin Kürtlere yaptığı operasyonlar uyuşturucu trafiğini değiştiriyordu. ‘Devlet çetesi’ oluşturan bir grup kamu görevlisi, bazı önemli Kürt dağıtıcıları devreden çıkarmış, ancak Avrupa pazarına giremedikleri için ellerinde kalan malı iç piyasaya sürmüşlerdi. Öldürülen ya da haraca bağlanan Kürt kaçakçılar, Afganistan’dan Avrupa’ya ulaşan eroin trafiğini kontrol ediyordu. Avrupa pazarı da ağırlıkla Kürt ailelerin sultası altındaydı. İngiltere, Hollanda ve İspanya gibi toptan ticaretin üssü olan ülkeler Kürtler tarafından sokak pazarına kadar kontrol ediliyordu. Türkiye’deki ticarette hakimiyet sağlayan güçler pazarın son halkasına ulaşamamış, biriken mallar iç piyasaya yönelmişti. Bir anda Türkiye’de eroin bollaştı ve ucuzladı.” Eroinin bir de ekonomik yönü vardı elbette. Erdinç’in aktardığı verilere göre, 1991-1998 arasında Türkiye’de eroin ticaretinden elde edilen gelir 100 milyar Dolar’dı!
Sovyetler Birliği’nin 1979’da Afganistan’ı işgal etmesi ve 10 yıllık savaşın ardından 1989’da yenilgiyi kabul edip geri çekilmesi, bir anda parçalı bir yapıya bürünen Afganistan’daki afyon üretimini patlattı. Evvelden beri esrar ve afyon üretilen Afganistan, bu tarihten itibaren dünyanın en büyük afyon merkezi oldu. 2001’deki ABD işgali sonrası azalacağı beklenen üretim tam aksine arttı ve dünya piyasası bir anda Afgan afyonundan üretilen eroinle doldu. Bu durum 2003’te Türkiye’de “dördüncü eroin bağımlılığı dalgası”na yol açacak, sadece İstanbul’da 1 yıl içinde 70’in üzerinde kişi eroinden ölecekti.
Afgan eroininin bollaşmasının kâr marjlarını düşürdüğü kaçakçılar da alternatif ürünlere yönelmişti. Türk mafyası, 1970’lerden beri uyuşturucu işinde partneri olan İtalyan mafyasıyla eroin-kokain takasına başladı. Eroini İtalya’ya götüren Türk kaçakçılar, karşılığında kokain alıp Türkiye ve Avrupa pazarına sürüyorlardı. 2000’lerde kokain de Türkiye’de rahatlıkla bulunabilen bir uyuşturucu oldu.
Kokain ticaretinin patlamasıyla hemen hemen aynı dönemde metamfetamin de Türkiye’de görülmeye başlandı. Türkiye’de ilk defa 2009’da 119 kiloluk bir parti yakalanmıştı. Giderek daha büyük partilerle Türkiye’ye giren metamfetaminin kaynağı İran’dı. İran’dan gelen sıvı formundaki metamfetamin farklı illerdeki küçük laboratuvarlarda kristal hâline dönüştürülüp piyasaya sürülüyordu. 2022’de 16 ton metamfetamin yakalandı, polis kayıtlarına giren 246 bin uyuşturucu olayının 3’te 1’ini, tedavi için sağlık kurumlarına başvuran 320 bin kişinin %37’sini metamfetamin bağımlıları oluşturdu! Eroin bağımlılarının bir bölümü de daha ucuz ve kolay ulaşılır olduğu için metamfetamine yönelmişti.
Cengiz Erdinç, kitabında atıksu analiz raporlarına dayanarak Türkiye’nin güncel uyuşturucu kullanım haritasını da çıkarmış. Kamuoyunun ilk defa Erdinç’in kitabından öğrendiği atıksu analiz sonuçlarına göre eroin kullanımında ilk üç sırada Isparta, Denizli ve Edirne; kokain kullanımında İstanbul, İzmir ve Antalya; ekstazi kullanımında Karaman, Mersin ve Konya; esrarda ise Adıyaman, İzmir ve Bursa yer alıyor. Raporlar her çeşit uyuşturucunun büyükşehirlerin ötesine geçip Anadolu’nun içlerine yayıldığını göstermesi açısından elbette endişe verici. Diğer taraftan, tespit edilen eroin, kokain, ekstazi ve esrar kullanım miktarları, Avrupa ülkelerinin atıksu analiz raporlarıyla karşılaştırıldığında epey düşük kalıyor.
Giderek kabusa dönüşen metamfetaminde ise adeta alarm zilleri çalıyor. Metamfetamin kullanımında ilk üçte yer alan Aydın, Uşak ve Bursa’daki 1000 miligramı aşan tüketim, Avrupa’da metamfetamin kullanımında ilk sıralarda yer alan Ostrava, Brno ve Prag gibi Çek şehirlerine yaklaşıyor.
‘BREAKING BAD’
Metamfetamini ‘patlatan’ dizi
Bundan 2 yıl önce üst düzey bir emniyet yetkilisi, metamfetaminin dünyada ve Türkiye’de yaygınlaşmasının sebeplerinden biri olarak Amerikan yapımı televizyon dizisi “Breaking Bad”i gösterdiğinde kimseleri inandıramamış, sosyal medyada da alay konusu olmuştu. Cengiz Erdinç kitabında, 2008-2013 arası 5 sezon devam eden dizinin gerçekten de böyle bir etkisi olduğunu ve 2010-2020 arasındaki küresel metamfetamin salgınını tetiklediğini şöyle anlatıyor: “Pek çok ülkede gösterilen ‘Breaking Bad’, zaten bilinen metamfetamini özendirmekten çok, basit kimya bilgisi ve her yerde ulaşılabilecek malzemelerle; efedrin, psudoefedrin, tarımsal gübredeki amonyak ve kibrit uçlarındaki kırmızı fosforla üretilebileceğini gösterdi. Kişisel kullanım için küçük miktarları mümkün kılan ‘salla-pişir’ yöntemi ve bir çevrimde 2 kiloya kadar üretim yapabilen küçük girişimciler metamfetamin üretiminin patlamasına yol açtı. Küçük üretimlerde gramı 20 dolara mal olan metamfetaminin sokak fiyatı 300 doları buluyordu. ‘Aşçıların’ yöntemlerini kolaylıkla öğretebilmesi, yabancılara satılan kokain ya da eroinden farklı olarak metamfetaminin yerel üretimini ve sosyal ağlarda satışını mümkün kıldı.”
OVERDOSE TÜRKİYE’NİN YAZARI CENGİZ ERDİNÇ:
‘Türkiye’deki suç örgütleri sofistike niteliklere sahip’
Eskiden resmî ağızlardan yapılan açıklamalarda Türkiye’nin dünya eroin rotasında olduğu kabul edilir ama ülke içinde uyuşturucu kullanımının çok düşük olduğu söylenirdi. Bir ülkenin uyuşturucu rotası üzerinde olup da bağımlılık sorunundan uzak kalması düşünülebilir mi?
Tabii düşünülemez. Afganistan’da eroin üretimi patlaması yaşanan 1990’lara bakalım. Ülkeden çıkarılan eroin birkaç rotayı izleyerek Batı ülkelerine gönderiliyor. Bu rotalardan birinin üzerinde bulunan Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve Tacikistan’da binlerce bağımlı ortaya çıktı. Uyuşturucu en büyük tahribatı da uyuşturucu suçlarının katlanarak arttığı Rusya’da yarattı. Bu, 50’den fazla ülkede 300 binden fazla elemanı olduğu tahmin edilen Rusça konuşan suç ağlarının kontrolünde, Afganistan’dan Moskova’ya ve oradan Avrupa’ya ulaşan eroin rotasının bir sonucuydu. Türkiye’nin üzerinde bulunduğu rotada da aynı şey oldu. Pakistan, İran ve Türkiye’de bağımlılık patladı.
Ayrıca, narkotik kaçakçılığı hemen her zaman karmaşık ve işbölümüne dayanan bir işleyişe sahip. Büyük patronlar ya da büyük hissedarlar maksimum kâr için varlıklarının büyük bölümünü bu işe yatırıyor ve işleyişte paketçilik, nakliyecilik, saklama gibi faaliyetlerin görece küçük payları nakit olarak değil uyuşturucu olarak veriliyor. Bunlar da iç piyasaya yöneliyor.
1970’lerden itibaren Türk mafyası uyuşturucu trafiğinde İtalyan mafyasından sonraki en etkili güce dönüşüyor. 1990’larda Doğu Bloku’nun yıkılmasından sonra ise Rus, Arnavut, Sırp mafyaları çıkıyor ortaya. Meksika kartelleri büyüyor. Türk mafyası, suç dünyasının yeni aktörlerine rağmen etkinliğini nasıl koruyabildi?
Türk mafyası 1970’lerden beri Avrupa uyuşturucu pazarında önemli bir role sahip, kimi ülkelerde pazara hakim. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışından hemen öncesi ve sonrasında Avrupa’nın kriminal haritasında yaşanan değişikliklere kolaylıkla adapte oldu. Çok da üzerinde durulmayan kokain-eroin takasının stratejik bir üstünlük sağladığı Türk mafyasının farklı ülkelerde kokain pazarı için de çatışabildiğini görüyoruz. 40-50 yıldır yasadışı para, mal ve insan trafiğini sürdüren bir yapıdan sözetiğimizi de unutmamalıyız.
Kitapta anlattığınız, Türkiye tarihi boyunca yaşanan 4 ayrı eroin salgını ciddi zararlar vermekle birlikte, son 5-10 yıl içinde sönümlenmiş. Peki, şu anda dünyayla birlikte yaşadığımız metamfetamin bağımlılığı salgını da böyle mi olacak?
Metamfetamin şu anda bile eroin epidemilerinden daha yıkıcı bir güç ve hızla ilerliyor. 10 yıl önce başlayan bir süreçten sözediyoruz ama henüz zirve noktasını bile görmediğimizi düşünüyorum. Tahminde bulunmak güç ama, veriler, artan bağımlılık hızı, vakalar ve şüpheli sayıları bu salgının gelip geçici olmayacağını, eğer çok ciddi önlemler alınmazsa tahribatın büyüyerek süreceğini gösteriyor.
Türkiye’de son yıllarda uyuşturucu ve organize suç ekseninde yaşananlara baktığınızda, bağımlılığın yayılması dışında bizi ne gibi tehlikeler bekliyor?
Türkiye’nin şu anki manzarası Meksika ve Kolombiya’nın 1980’lerdeki hâline benziyor. Aynı oralardaki gibi küçük ve güçlü gruplar, bunların giderek artan ciroları ve gelişen iç piyasaları var. Güney Amerika’da bu yapı Meksika’dan başlayarak işbölümünde uzmanlaşmayla süper kartelleri doğurdu. Türkiye bu aşamayı andırsa da, bir fark var; Güney Amerika kartellerini klasik, hiyerarşiye dayanan çeteler oluşturmuşken, Türkiye’deki çetelerin hızlı öğrenen, teknoloji kullanan, sofistike niteliklere sahip ve ulus ötesine uzanan bir ağ yapısında hareket edebilen nitelikleri var. Bundan dolayı, geleneksel mafya klanlarıyla kontak içinde olsa da, onları aşacak bir potansiyel taşıyor. Bu yeni nesil yapıların kartelleşme olasılığının Güney Amerika’daki tarihî çizginin ötesinde sıçramalara sahip bir organize suç manzarası oluşturacağını, siyasetle ilişkisinin de çok daha farklı ve girift olacağını düşünüyorum.