Kasım
sayımız çıktı

Bütün takımlar imparatora karşı

Tarihçilerin yıkıldıktan sonra Bizans demeye başladığı Roma İmpara­torluğu’nun, İstanbul’u başkent olarak seçtiği son bin yılında hal­kın en çok ilgilendiği olaylardan biri de spor müsabakaları. Glad­yatör dövüşünden tutun da atle­tizme kadar her spor var. Hatta bizim 2000 yılından beri almaya çalıştığımız olimpiyat oyunla­rı da imparatorluk Hıristiyan­lığı benimseyene kadar devam ediyor. Galiba Hıristiyanlaşan imparatorluk olimpiyatı bâtıl olarak görüyor da oyunları kaldı­rıyor. Uzun yüzyıllar boyunca en favori spor olan atlı araba yarışı hariç. Bazı din adamları atlı ara­ba yarışını da yasaklamak istiyor ama İmparator Flavius Theodo­sius, “Millet atlı araba yarışı iz­lemesin de, bizi mi izlesin?” diye yarışları devam ettiriyor. Yani öyle demiş olsa gerek.

Atlı araba yarışları, Roma­lılarda hayli köklü bir spor. Kö­leler falan bu atlı arabaları sü­rerek yarışıyor ve yeterince ya­rış kazanırlarsa özgürlüklerine kavuşuyor ama bunu Ben Hur filminden mi hatırlıyorum, çok da emin değilim. Bu arada bir yarışçının özgürlüğüne kavuş­ması, emekli olacağı anlamına gelmiyor. Zira bugün olduğu gibi, popüler bir spor dalının başarılı sporcuları, imparatorluk çapın­da bir şöhretin yanında, deva­sa bir servetin de sahibi oluyor. Bunların en ünlüsü adını 2. yüz­yıla altın harflerle yazdıran Ga­ius Diocles diye bir arkadaş ve serveti 36 milyon Sesterce civa­rında. Tabii şimdi Sesterce’nin efektif kurunu bilemiyoruz ve Sesterce’den de o aralar sıfır mı atmışlar, gümüşten bronza mı geçirmişler ne ama yine de bu para o zamanlar bütün Ro­ma’nın bir yıllık tahıl ihtiyacını ya da Roma ordusunun üç ay­lık bütçesini karşılıyor ve bu da yanılmıyorsam günümüzün 15 milyar dolarına tekabül ediyor. Yani Diocles hâlen tüm zaman­ların en çok kazanan sporcusu. Ayrıca bakmasını bilene, Ro­ma’nın askerî bütçesinin, bes­lenme bütçesinin beş katı oldu­ğu gibi hikmetli bir bilgi de var.

Sporun olduğu yerde reka­bet, rekabetin olduğu yerde de rekabetten kendisine pay çıkaran taraftar eksik olmuyor. Nasıl biz bugün (ortada koskoca bir Eski­şehirspor gerçeği olduğu hâlde) tamamen manasız yere “En bü­yük Fenerbahçe, hayır Galatasa­ray, ne alakası var, Beşiktaş” diye birbirimize giriyorsak Roma hal­kı da “En büyük Yeşillerdir, hayır Maviler” diye İstanbul’un altını üstüne getiriyor.

Sporcular bir takımdan diğe­rine transfer olsalar da, taraftar­lar hep aynı takımı destekliyor ve rakip taraftarı düşman belliyor. Ve nasıl futbol asla sadece futbol değilse, atlı araba yarışı da asla sadece atlı araba yarışı değil. Yan­lış hatırlamıyorsam, hipodrom­da düzenlenen yarışlarda halk da imparatora eleştiri yapma fırsatı buluyor. Artık bunu tezahüratla mı yapıyorlar, o kadarını kesti­remiyorum ama henüz Digitürk falan da olmadığı için halkın im­paratora yönelik eleştirilerini ek­randaki sesi kısarak yok etmek falan da mümkün değil. Bu hadi­senin en önemli örneği de çoğu­nuzun bildiği Nika İsyanı.

Nika İsyanı ya da imparator perspektifinden bakacak olur­sak Nika kalkışması, Justinyen döneminde ezeli rakipler Mavi ve Yeşil taraftarlarının gözaltına alınmasıyla başlıyor. Zaten ver­giydi, torpille atanmış beceriksiz idareciydi, gittikçe otoriterleşen yönetimdi derken canına tak et­miş halk “Mesele birkaç taraftar değil, anlasana” diyerek ayakla­nıveriyor. O döneme kadar kanlı bıçaklı olan taraftarlar, nereden baksanız 1000-1500 yılda bir gerçekleşecek bir hadiseye imza atarak “İstanbul United” adı al­tında imparatora karşı birleşi­yor. Justinyen o kadar korkuyor ki hemen gemisini hazırlatıp, ar­tık Fas’a mı, İtalya’ya mı, nereye kaçabilirse kaçmaya kalkıyor da, hanımı Theodora mani oluyor.

Sonunda Justinyen, sanırım Theodora’nın verdiği taktikle, adamlarını gönderip Mavi takım taraftarlarına para dağıttırıyor ve “İmparatorun kolunu kesse­niz Mavi akar, o hep sizden ya­na oldu” falan dedirterek bu ilk İstanbul United’ın arasına fitne sokuyor. Bu fitne neticesinde Mavi ve Yeşil takım taraftarla­rının birliği bozulunca olan bir günde hayatını kaybeden 30 bin insana oluyor ve Nika İsyanı da son buluyor.