Tarihçilerin yıkıldıktan sonra Bizans demeye başladığı Roma İmparatorluğu’nun, İstanbul’u başkent olarak seçtiği son bin yılında halkın en çok ilgilendiği olaylardan biri de spor müsabakaları. Gladyatör dövüşünden tutun da atletizme kadar her spor var. Hatta bizim 2000 yılından beri almaya çalıştığımız olimpiyat oyunları da imparatorluk Hıristiyanlığı benimseyene kadar devam ediyor. Galiba Hıristiyanlaşan imparatorluk olimpiyatı bâtıl olarak görüyor da oyunları kaldırıyor. Uzun yüzyıllar boyunca en favori spor olan atlı araba yarışı hariç. Bazı din adamları atlı araba yarışını da yasaklamak istiyor ama İmparator Flavius Theodosius, “Millet atlı araba yarışı izlemesin de, bizi mi izlesin?” diye yarışları devam ettiriyor. Yani öyle demiş olsa gerek.
Atlı araba yarışları, Romalılarda hayli köklü bir spor. Köleler falan bu atlı arabaları sürerek yarışıyor ve yeterince yarış kazanırlarsa özgürlüklerine kavuşuyor ama bunu Ben Hur filminden mi hatırlıyorum, çok da emin değilim. Bu arada bir yarışçının özgürlüğüne kavuşması, emekli olacağı anlamına gelmiyor. Zira bugün olduğu gibi, popüler bir spor dalının başarılı sporcuları, imparatorluk çapında bir şöhretin yanında, devasa bir servetin de sahibi oluyor. Bunların en ünlüsü adını 2. yüzyıla altın harflerle yazdıran Gaius Diocles diye bir arkadaş ve serveti 36 milyon Sesterce civarında. Tabii şimdi Sesterce’nin efektif kurunu bilemiyoruz ve Sesterce’den de o aralar sıfır mı atmışlar, gümüşten bronza mı geçirmişler ne ama yine de bu para o zamanlar bütün Roma’nın bir yıllık tahıl ihtiyacını ya da Roma ordusunun üç aylık bütçesini karşılıyor ve bu da yanılmıyorsam günümüzün 15 milyar dolarına tekabül ediyor. Yani Diocles hâlen tüm zamanların en çok kazanan sporcusu. Ayrıca bakmasını bilene, Roma’nın askerî bütçesinin, beslenme bütçesinin beş katı olduğu gibi hikmetli bir bilgi de var.
Sporun olduğu yerde rekabet, rekabetin olduğu yerde de rekabetten kendisine pay çıkaran taraftar eksik olmuyor. Nasıl biz bugün (ortada koskoca bir Eskişehirspor gerçeği olduğu hâlde) tamamen manasız yere “En büyük Fenerbahçe, hayır Galatasaray, ne alakası var, Beşiktaş” diye birbirimize giriyorsak Roma halkı da “En büyük Yeşillerdir, hayır Maviler” diye İstanbul’un altını üstüne getiriyor.
Sporcular bir takımdan diğerine transfer olsalar da, taraftarlar hep aynı takımı destekliyor ve rakip taraftarı düşman belliyor. Ve nasıl futbol asla sadece futbol değilse, atlı araba yarışı da asla sadece atlı araba yarışı değil. Yanlış hatırlamıyorsam, hipodromda düzenlenen yarışlarda halk da imparatora eleştiri yapma fırsatı buluyor. Artık bunu tezahüratla mı yapıyorlar, o kadarını kestiremiyorum ama henüz Digitürk falan da olmadığı için halkın imparatora yönelik eleştirilerini ekrandaki sesi kısarak yok etmek falan da mümkün değil. Bu hadisenin en önemli örneği de çoğunuzun bildiği Nika İsyanı.
Nika İsyanı ya da imparator perspektifinden bakacak olursak Nika kalkışması, Justinyen döneminde ezeli rakipler Mavi ve Yeşil taraftarlarının gözaltına alınmasıyla başlıyor. Zaten vergiydi, torpille atanmış beceriksiz idareciydi, gittikçe otoriterleşen yönetimdi derken canına tak etmiş halk “Mesele birkaç taraftar değil, anlasana” diyerek ayaklanıveriyor. O döneme kadar kanlı bıçaklı olan taraftarlar, nereden baksanız 1000-1500 yılda bir gerçekleşecek bir hadiseye imza atarak “İstanbul United” adı altında imparatora karşı birleşiyor. Justinyen o kadar korkuyor ki hemen gemisini hazırlatıp, artık Fas’a mı, İtalya’ya mı, nereye kaçabilirse kaçmaya kalkıyor da, hanımı Theodora mani oluyor.
Sonunda Justinyen, sanırım Theodora’nın verdiği taktikle, adamlarını gönderip Mavi takım taraftarlarına para dağıttırıyor ve “İmparatorun kolunu kesseniz Mavi akar, o hep sizden yana oldu” falan dedirterek bu ilk İstanbul United’ın arasına fitne sokuyor. Bu fitne neticesinde Mavi ve Yeşil takım taraftarlarının birliği bozulunca olan bir günde hayatını kaybeden 30 bin insana oluyor ve Nika İsyanı da son buluyor.