Kasım
sayımız çıktı

Büyük Savaş’ın sanat cephesi

1. DÜNYA SAVAŞI - 100. YIL

Savaş, Türkiye ve dünyada kamuoyunun ilk ciddi sınavıydı. Mücadele “yalnız harp sahnelerinde değil, fikir ve sanat vâdilerinde de” devam etti. İktidar yönlendirmesiyle üretenler, savaşın yanında ya da karşısında duranlar… Peki kazanan hiç oldu mu?

Budun, ulus, ülke, bölge savaşları; kara ve deniz savaşları; din savaşları, iç savaşlar, dünya savaşları: İnsanlık tarihi, bir uçta uygarlıkların oluşumu üzerinden, karşı uçta yıkımların üzerinden yazılagelmiş. “Bizim” geleneğimiz farklı değil: Orta Asya’dan Küçük Asya’ya akınlarla gelen, Anadolu yarımadasındaki küçük bir beyliğin savaşlar yoluyla üç kıtada hüküm sürecek bir imparatorluğa dönüşmesiyle tarih sahnesinde ilerleyen, Viyana kapılarındaki bozgunun ardından gene savaşlar yoluyla ufalanan, yokoluşun eşiğine dayanan bir geçmiş.2. Dünya Savaşı patlak verdikten sonra 1. Dünya Savaşı olarak anılmaya başlanan “Büyük Savaş”ın pimi çekildiğinde, farklı uluslara ve kültürlere ait insanların çok geniş bir bölümü hâlâ kahramanlık destanlarının etkisi altındaydı. Kurbanlar, yukarıdan aşağıya şırıngalanan duygu sömürüsünün etkisinden, 1914-1918 döneminin korkunç bilançosu ortaya çıktığında kurtulacaklardı. 

Büyük Savaş’ın, bizim aydınlarımız, yazarlarımız ve sanatçılarımız bağlamında ‘erk’ eliyle nasıl bir örgütlenme doğurduğunu inceleyenlerin başında Tahir Alangu geliyor: Ömer Seyfettin, Ülkücü Bir Yazarın Romanı başlıklı çalışması (1968), o dönemde iktidarı elinde bulunduran İttihat Terakkicilerle yazı dünyasının ileri gelenleri arasındaki ittifak arayışını ve sonuçlarını gözler önüne serer: “1915 senesi haziranının içinde bir gün İstanbul’da ihtiyar, genç yirmi otuz şiir ve sanat müntesibi Karârgâh-ı Umûmi İstihbârât Şubesi müdüriyetlinden birer tezkere aldılar. Bu tezkerede, başkumandan vekâleti, edebiyat ve sanayi-i nefise müntesiplerine Çanakkale harp sahalarını ziyaret etmelerini ve hâsıl edecekleri tahassürleri halka, tarihe ve müstakbel nesillere tasvir ve tebliğ eylemlerini teklif ediyordu “(İbrahim Alâattin’in Çanakkale İzleri’nden [1926] aktaran Alangu). 

Heyet, 11 Temmuz 1915 tarihinde, bir fotoğrafçı ve bir sinema kameramanı eşliğinde yola çıkar, Arıburnu ve Seddülbahir savaş alanlarını gezer, “bundan sonra Çanakkale’ye geçerek oradaki müdafaâ vesâitini” görür. Aralarında Ahmet Ağaoğlu, Enis Behiç Koryürek, Hamdullah Suphi,  Çallı, Nazmi Ziya’nın bulunduğu topluluğun üyelerinin izlenimleri gazete ve dergilerde yayımlanacaktır. 

İki yıl sonrasında, günün atmosferinde kurulan Yeni Mecmua’nın etrafında benzeri bir kalkışım daha gerçekleşecektir: Savaş Edebiyatı. Alangu, birinci elden tanıklıklara başvurur: Cenap Şahabeddin, Rıza Tevfik’e 11 Temmuz 1917’de yazıp gönderdiği mektubunda, “dün bendenizle Hâmid ve Nazif beyefendileri Harbiye Nezâretine çağırdılar. Nâzır Paşanın selâmı ile birlikte şu ricasını tebliğ ettiler: ‘Zâbitanı ve asâkiri teşvik ile tesci edecek asâr-ı edebiye yetiştiriniz’… Yazılacak âsâra gâyet vâsi, ama gayet vâsi ücretler! vaad buyuruluyor” diye yazar. Alangu’nun 1956’da kendisiyle yaptığı bir söyleşide, Yusuf Ziya Ortaç kırk yıl önce olup bitenleri somutlaştırır: “Celâl Sahir bana geldi. Enver Paşanın askeri savaşa teşvik yolunda yazarlardan eserler beklediğini, benim de bu kampanyaya katılmamı istediklerini söyledi. Ben “Akından Akına” kitabını hazırladım. İçinde 20 kadar şiir vardı, epik şiir türünde. Götürdüm verdim. Sonra beni Talât Paşa davet etti. Yanaklarımdan öptü. Çünkü bu davete ilk icâbet eden bendim… Bana 250 altın verdiler… Bana kitapların satış bedeli olarak 250 lira daha verdiler. Böylece 450 altın oldu. Çanakkale heyetine ben katılmadım, ama böylece ‘Savaş Edebiyatı’ kampanyasına katılmış oldum”. 

Büyük Savaş'ın sanat cephesi
Temmuz 1915’te Çanakkale’yi ziyarete giden gazeteci ve sanatçılardan oluşan “Heyet-i Edebiye” 5. Ordu komutanı Liman von Sanders ile birlikte.

Harbiye Nezâretinin sözkonusu hamleleriyle Yeni Mecmua cephesinde paralel olarak gelişen güdümlü savaş edebiyatı hareketi ne ölçüde çakıştırılabilir? Derginin altıncı sayısında (1917) yeralan Ziya Gökalp’in yazısı, Fuad Köprülü’nün “Akıncı Türküleri”, Ömer Seyfettin’in “Çanakkaleden Sonra…”öyküsü, Necmeddin Sadık’ın “Harbin Çocuklar Üzerindeki Tesirleri” makalesi benzeri ödemeler kapsamına alınmış mıydı? Alangu, dağıtılan altınlar üzerinden ciddi bir dedikodu patlamasının yaşandığını anımsatır. Rıza Tevfik, 1949’da yayımladığı anılarında bu dedikodulara değinir ve bu tür çirkin alışverişlere yüz sürmediğini belirtir. Gelgelelim,bu durumun modern döneme özgü olmadığını, arkasında uzun bir geleneğin beklediğini unutamayız: Halil İnalcık, Şâir ve Patron başlıklı polemik de doğuran çok önemli bir metninde, Osmanlı şairinin bağışlarla ilişkisini belgelemişti. 

Gene de, Büyük Savaş’ın içinden geçerken, edebiyatın tek hedefinin altın keseleri olduğunu ileri sürmek en hafifinden insafsızlık olur. Aydınlar, yazarlar, sanatçılar ülkelerinin yokolması, şehirlerinin işgâl edilmesi konularında kaygılı, duyarlı, içtendiler. Ömer Seyfettin’in 1917’de yazdığı “Harp Edebiyatı” başlıklı yazısı canalıcıdır: 

“Karşımızda, Avrupa’nın bütün muharip milletlerini, yalnız harp sahnelerinde değil, fikir ve sanat vâdilerinde de gergin bir faaliyette görüyoruz… Şair manzumeleriyle, romancı hikâyeleriyle, temâşa muharrirleri piyesleriyle, ressam fırçasıyla, bestekâr nâğmeleriyle milletin heyecanını duyuyor, duyuruyor… Halbuki bizde?… Bu o kadar feci bir sual ki, bunun karşısında mütefekkirlerimiz, şairlerimiz, sanatkârlarımız başlarını eğmekten fazla bir harekette bulunamazlar”. 

Halide Edip Adıvar, anılarında, Yusuf Akçura’nın “bütün milliyetçi yazarlar”ı Türk Yurdu Mecmuası bürosunda biraraya getirdiğini aktarır: Irk, Din, Dil, Ulus başlıkları altında tartışan o aydınlar her şeyden önce kaygıları nedeniyle buluşmuşlardı, bir çıkar beklentileri yoktu. 

Kayıtlar, aynı dönemde, ressamların Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın atölyesinde toplandıklarını doğruluyor: Sami Yetik, Çallı, Avni Lifij, Namık İsmail, Hikmet Onat savaşı konu edinen yapıtlar verdiler. Devlet eliyle güdümlü sanatın ve edebiyatın ufkumuzda doğduğu yıllardı. 

Büyük Savaş'ın sanat cephesi

Burada, Büyük Savaş’ın sonuna doğru iki farklı zihniyetin “kimlik” bağlamında çatışmalarının önemine değinmek gerekir – uçları bugüne dek uzadığı için: Başta Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp’in etrafında kümelenen Türkçüler ile Sebilül-Reşad dergisinde Müslümanlık paydasında toplananların karşılıklı suçlamaları bu yazının sınırlarından taşar ; savaş ve kahramanlık şiirlerine de tonunu ve dilini veren oysa bu ayrı duruştur. Mehmet Emin Yurdakul bir örnek : 

“Zira bir Türk neferi/Zaman olur, en büyük bir mucize gösterir /Onun demir elleri / Bir orduya, bir cenge, bir zafere can verir / Bu ellerle belki de Çar’ın tahtı yıkılır / Bu kara kuş yuvası topraklara tıkılır / Ey iğnem, dik Askere / Giyecekler yetiştir / Sınırdaki erlere / Hizmet aziz bir iştir” 

Karşı örneği ikinci kümeye yakın Mehmet Âkif ’in Çanakkale şehitlerine seslenen şiirinden çekip alalım: 

“Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı / Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı / Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin / Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin / Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam / Atılan her lağamın yaktığı yüzlerce adam / Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer / O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-beşer… / Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak / Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak” 

Ömer Seyfettin’in söyledikleri doğru muydu? Avrupa’nın yazar ve sanatçıları savaş olgusunun etrafında gerçekten de harekete geçmişler miydi? Yazarımız yanılmıyordu, farkındaydı: Kendilerini Büyük Savaş’ın içinde bulmuş Avrupalı yazarlar, sanatçılar, her zaman bizdeki gibi görevlendirilmiş olmasalar da, “millî refleks”lerle, silâh tutan ellerin uzağında, benzeş kaygılarla kalem ve fırça tutmuşlardır. 

Bu noktada, kendi payıma savaşı lânetleyenlerden yana olmakla birlikte, edebiyat ve sanat adına temel bir olgunun altını çizme gereğini duyuyorum: Avrupalı şair cephede, ateşin ortasında bir avangard dili geliştirirken, Osmanlı şairi odasında arûz vezniyle, bütünüyle muhafazakâr değerlere dayalı bir dille karşılık arıyordu — iki savaştan elimizde kalanlar ortadadır. 

İngilizler, savaş alanlarında genç yaşta değerli şairlerini, sanatçılarını da yitirmişlerdi. 25 yaşında ölen Wilfred Owen, şiir kitabının yaınlandığını göremedi. 37’sinde ölen bir başka şair, T. E. Hulme, cephe şiirlerinden birini şöyle bitiriyordu: “Şimdi karışıyorum o son ırmağa / İlençli, bir çuvalda, çıt çıkarmadan / Boğazı seyre dalan herhangi bir Türk gibi” (çev: Cevat Çapan). 

Büyük Savaş'ın sanat cephesi

Fransa kanadında, modern şiirin en uçarı figürü Guillaume Apollinaire, traji-komik biçimde, Roma doğumlu ve Leh kökenli olmasına karşın savaşın gönüllülerinden oldu. 1913-1916 arası yazdığı, “Barış ve Savaş Şiirleri”ni biraraya getiren Calligrammes’da şöyle der: “Savaşın ürkünç çehre- sine bakıp ağlamayın öyleyse / Ondan önce yeryüzünün ve gökyüzünün / Bir tek yüzeyi vardı elimizde / Ondan sonra uçurumları / Yeraltı ve uçaklı derinlikleri bizim olacak”. 

Büyük Savaş'ın sanat cephesi
Apollinaire’in Calligrammes’ında yer alan portresi ve kitaptan bir sayfa.

Apollinaire, 17 Mart 1916 günü, saat 16.00 sularında miğferini delen bir top mermisi parçasıyla başından ağır yaralandı. Acil ameliyat sonrası bir süre sol tarafı felçli, hastaneden hastaneye aktarıldı. Ama coşkusundan hiçbir şey yitirmedi ve iyileşir iyileşmez yeniden üniformasını giydi. 

Şair-yazar Joe Bousquet, 27 Mayıs 1918’de omuriliğini delip geçen tek bir kurşun nedeniyle ömrünün geri kalanını belden aşağısı hareketten yoksun geçirdi. Kendi deyişiyle kurşun onu “hayattan çekip almış ama ölüme teslim etmemişti”. Ressam Max Ernst 1927’de ilk kez Bousquet’yi ziyaret etti. Konuşmaları sırasında, kurşunun atıldığı noktadaki müfrezenin komutanının Ernst olduğu ortaya çıktı. Ölene dek dostlukları sürdü. 

Ernst’in 1950 yılı sergisinin katalog sunum yazısını Bousquet kaleme aldı. 

Büyük Savaş arkasında bir insanlık enkazı bıraktı. 20 yıl sonra başlayan ikincisi,bir uygarlık coğrafyasını hurdaya çevirecekti. İlkinin ardından “ne”, “hangisi” ana simge sayılagelmişti? Cepheden malûl dönen ve kısa süre sonra metropol caddelerinde dilencilik yapmak zorunda kalan yırtık üniformalı “nefer”ler mi? Yüzleri tanınamayacak ölçüde darmadağın olmuş, en yakınlarının bile bakamadığı genç insanlar mı? Bomba yağmuru altında ağır şok geçirerek kim olduklarını kalıcı olarak unutanlar mı? Yoksa “meçhûl asker”ler mi?