1915’teki muharebelerde “toprağa düşen” asker, arkasındaki ailesini-milletini işgalden korumuştu. Bizim Çanakkale tarihî alanını yangınlardan koruyamamamız ise, 44 yıl önce başlayan, ısrarla devam ettirilen ve bölgenin doğal yapısına aykırı “çamlandırma” faaliyetlerinin hazin bir sonucu. Son çıkan yangın, hataların tekerrür ettiğini gösteriyor.
Gelibolu Yarımadası’ndaki Çanakkale muharebe alanları ancak 1973 sonunda, yani savaştan 58 yıl sonra koruma altına alındı; bu coğrafya millî park ilan edildi; yerleşim-inşaat-tarım-vesaire sınırlandı, yasaklandı. Ancak şöyle ilginç bir vaziyet vardı: Millî parklar, Tarım ve Orman Bakanlığı’na bağlanmıştı, dolayısıyla bölgenin yönetimi de tarımcı/ormancı yetkililerdeydi. Yine 70’li yıllara kadar, bugün bölgede bulunan şehitlik, anıtlar, heykeller, müzeler ve dolayısıyla otobüsler yoktu; sadece 1954’te yapımına başlanıp 1960’ta açılan Seddülbahir-Eskihisarlık’taki Şehitler Abidesi vardı.
Buna mukabil muharebe alanlarında, savaş sırasındaki “düşman”larımızın 1918-25 arasında yaptığı 30’dan fazla mezarlık ve çeşitli abideler -aynen bugünkü gibi- bulunuyordu.
Biz 1970’lere kadar Çanakkale muharebe arazisini hiç önemsemedik; burada şehit düşen ve burada yatan 60 bin askerimizi ya uyduruk yerlere gömmüştük ya da toprak üstünde çürümeye terketmiştik. Kimi kısımları tarlalaştırılan arazide, traktöre takılan kemiklerin haddi-hesabı yoktu. Onlar biz yaşayalım diye kendini feda etmiş, biz de bu toprakları “bildiğimiz gibi” yapmıştık. “Ya işte büyük bir abide yaptık, hepsini orada anıyoruz” dedik. Muharebe alanlarında kalmış top-tüfek-kurşun-metal eşyayı da, Kilitbahir’e yanaşan kargo gemilerine kilo hesabıyla sattık. Lafa gelince atalarımıza-analarımıza saygı konusunda mangalda kül bırakmayan biz Türkler, ülkeyi Türkiye yapan kahramanları ve bu kilit coğrafyayı önemsemedik.
1980’deki askerî darbenin hemen ardından, muharebe alanlarında bir hareket başladı. Başlangıçta “vay be, nihayet” dedirten bu faaliyetler, aslında o yıllarda bölgeye artan sayıda Anzak torunu gelmeye başlamasıyla ilgiliydi. Siyasi otorite, “bi dakka ya, savaşı biz kazandık, bunlara ne oluyor?” diyerek, muharebe alanlarında bugün gördüğümüz şehitliklerin yapımına girişti. Tarih yakın (1915) olduğu için belgemiz-bilgimiz vardı; ama bunları coğrafyayla eşleyecek, yani toprağı bilen uzmanımız yoktu. Yani “Mustafa Kemal’in düşmanı gözetlediği yer neresi? 57. Alay tam olarak nereden geçmiş? 2. Kirte Muharebesi’ndeki siperler duruyor mu? Zığındere Muharebeleri’ndeki dere yatağı ne durumda?…” ve benzeri bilgiler/bulgular bize henüz “intikal etmemişti.”
Tabii tüm bunlarla uğraşamazdık; yurtdışından, İngiltere, Fransa, Avustralya’dan uzman getirtmek de “bi tuhaf” olurdu. Kendi şehidimizin, siperimizin, komutanımızın arazideki konumunu gavura mı soracaktık? Dolayısıyla müteahhitlere “kardeşim, şöyle manzaralı, uygun yerleri seç; oraları temizle ve taşları döşe; ben sana arşivden kimi şehit isimleri vericem, onları da taşların üzerine yazarsın; girişlere de şöyle büyük otoparklar yap; koca bi bayrak da sallandırırsan tamam” dendi. “Emredersin komutanım” cevabı verildi ve bugün gördüğümüz -57. Alay Şehitliği başta olmak üzere-birbiri ardına, altında naaş bulunmayan sembolik şehitlikler inşa edildi.
Maalesef bununla kalmadı. Şehitler coğrafyasının orijinal hâlini korumayı-iyileştirmeyi umursamayan dönemin yöneticileri, bu kepazeliği “örtmek” için daha da “yaratıcı” bir fikir geliştirdi: Bölgeyi ağaçlandırmak! Şehirde bahçesindeki, sokağındaki, etrafındaki ağaçları keserek buralara gökdelen konduran, “manzaram kapanmasın” diye yeşillikleri yolan necip Türk milleti, bölgedeki bu ağaçlandırma seferberliğini candan destekledi. 80’lerde başlayan bu ağaçlandırma hamlesi için de gayet “yaratıcı” bir slogan geliştirildi. “Her şehide bir fidan!”. Tarım ve Orman Bakanlığı, tarihî muharebe arazisine, özellikle Arıburnu-Anafartalar sektörüne “çam” dikmeye başladı!
Bölgenin tarihî-doğal flora’sında çam yoktu. Hatta ağaç yoktu. Nasıl olsundu? Çok şiddetli kuzeybatı rüzgarına tamamen açık, ülkenin kış mevsimindeki bu en soğuk coğrafyasında ağaç nasıl tutunacaktı? 20. yüzyıl başlarında yaşanan savaş sırasında çekilen fotoğraflar, bölgenin bitki örtüsünü bütün “çıplaklığıyla” gösteriyordu. Hatta Avustralyalıların muharebeler sırasında isimlendirdiği ve bugün ana anma mekanları olan “Lone Pine” mevkii de, o dönem çamın-ağacın neredeyse hiç bulunmadığını kanıtlamıyor muydu?
Ancak “ormancılar” iktidardaydı. Bölgeyi canlandırmak için çamlandırdılar. Askerî pozisyonların, siperlerin, işaretlerin, doğal coğrafyanın üzeri kapandı. Yani, yakın tarihimizin belki de en önemli hadisesiyle ilgili arazide tespit yaparken, “işte şuradaki çamların altındaydı o mevzii” demeye başladık.
Diğer bir felaket de, orijinal dokunun ve bitki örtüsünün değiştirilmesi sonucu, bölgedeki yerleşik-endemik canlı türlerinin yokolmasıydı. Bunlar türkoğlunun çamlandırıcı inisiyatifiyle devredışı kaldılar; binlerce yıldır yaşam sürdükleri-sürdürdükleri toprakları terketmek mecburiyetinde kaldılar. Çam ağacı, yapısı gereği topraktaki bütün suyu çekiyor; çevresindeki diğer bitkilere de hayat hakkı tanımıyordu. Buna rağmen herkes memnundu, yeşil-yeşil her şey ne kadar güzeldi!
Ancak bu “güzellik” içerisinde büyük bir tehdit vardı: Yangın. Çamların sadece iğneli dokusu değil, diplerinde biriken ve kuruyan döküntüleri de özellikle yaz aylarında büyük tehdit oluşturuyordu. Coğrafyanın meşhur rüzgarı da devreye girerse, muhtemel bir yangını kontrol altına almak neredeyse imkansızlaşacaktı.
Geliyorum diyen felaket 1994’te gerçekleşti. Yarımada’da çıkan yangın binlerce hektar araziyi yakmakla kalmadı, Orman Bölge Müdürü Talat Göktepe’nin de görev başında şehit olmasıyla sonuçlandı. Kaybımız ve acımız büyüktü ama hemen unuttuk. Peki ne yaptık? Bölgeyi tekrar çamlandırdık! Geçmişten-tarihten ders almamak belki de genetik bir sorunumuzdu ama, bu kadar mı kendini bilmez bir duruma düşmüştük?
Aradan biraz daha zaman geçti. 2000’lerin başlarında Yarımada’nın Ege kıyı şeridi ve hemen gerisinde tekrar yangınlar çıktı. Yetkililer tekrar çamlandırma yaptı. Bu defa aralara iş makineleri sokularak, yangın esnasında itfaiyenin girebilmesi için ormanlık alanda geniş hatlar açıldı; böylelikle muharebe arazisi bir defa daha kirletildi.
2014’e geldik. Bu tarihte muharebe alanlarının artık ormancılara bırakılamayacağına nihayet kanaat getiren devlet büyüklerimiz, bölgeyi Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlamaya karar verdi ve Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı kuruldu. Ormanlaştırma faaliyetleri nihayet durdurulmuştu ama, bu defa “turizmleştirme” işleri hız kazanmıştı. Artık daha çok otobüslü, daha çok gelirli, daha çok merkezli, daha çok otoparklı “Yeni Türkiye” devrine girmiştik. Böylelikle tarihî alanda yollar genişletildi, yeni yollar-duraklar açıldı; yeni ve büyük kalabalıklar bölgeye akmaya başladı. Muharebe arazisinin korunmasına ilişkin çalışmalar ve kontroller, muhtemel bir yangında havadan müdahale imkanları artmıştı ama, bölgenin sonradan çamlandırılan dokusu şehitler coğrafyasını her anlamda tehdit etmeyi sürdürüyordu. Yakın tarihlerde başgösteren birkaç yangın, fazla büyümeden söndürüldü. Ancak geçen ayın 18’ine kadar…
18-19 Haziran’da Yarımada’yı kavuran yangın, bu satırların yazıldığı sırada aradan 24 saat geçmesine rağmen kontrol altına alınamamıştı! Tarihin değil hataların tekerrür ettiğini daha önce çok defa ifade eden bu satırların yazarı ise; yangınların ve zararın son bulması için bu alanda acil bir “ormansızlaştırma” yapılması gerektiğini defalarca yetkililere ve okurlara iletmişti. Yine olmadı. Hattâ sosyal medyada güya “çevreci”, “orman hakları savunucusu”, “muhalif” sıfatlar üstlenen kimi kuruluşlar; “yaban hayatı uzmanı”, “biyolog” ve “bol takipçili” doğasever arkadaşlar, anız yaktığı ve yangına sebebiyet verdiği iddia edilen bir bölge sakininin hemen hapsedilmesi, hatta hapisten çıkamaması yönünde cümleler sıraladılar. Bu “ormancı / doğacı / yeşilci” kardeşlerimizin cehaletiyle, siyasi iktidarın etkisiz yetkililerinin kombinasyonuna herhalde “En yeni Türkiye” deniyor.
Ve yangın devam ediyor!