Türk toplumu genel olarak, hatta gayet yaygın olarak “akıl sağlığı”nı epeydir kaybetmiş durumda. Belki de tarihin hiçbir döneminde aklımız pek başımızda olmamıştır ama; “çılgın Türkler” ve benzeri deyimlerle kendi kendimizi sempatik bulmuşuz, “ah biz var ya biz” diyerek durumu kurtarmışızdır. Bu babacan-anacan hâlimizle; cahilliğin değil, bilgiyi reddetmenin anlaşılmaz tepkisiyle; “başkası” gördüğümüzün yanlışına vurgu yapıp, “bizden” dediğimizi bile “kazıklama”nın tuhaf keyfiyle asırlardır idare ediyoruz. Daha doğrusu, ediyorduk da artık galiba sadece deniz değil, kara da, hava da bitmek üzere.
“Başarı” kriterinin para kazanmak, çok seyredilmek, rating yapmak, TT olmak, “ne biçim oturttu lafı” denmek sayıldığı bir ülkeye dönüştük. “Kıymet” verdiğimiz şeyler bunlar. Diğer taraftan, önüne çıkan insanları hiçbir gerekçe olmadan dahi bıçaklayanların; bir dönem devlet örgütlerinin de karıştığı siyasi cinayetleri savunan liderlerin; bizdeki eğitim sisteminin “dünyanın en iyisi” olduğunu söyleyen bürokratların yaşadığı bir Türkiye’yiz. Reaksiyon tüccarlığının en gözde meslek hâline geldiği ülkemizde, kendi alanında çalışıp orijinal bir üretim yapan, bir değer ortaya koyan insanlar artık pek azınlıktadır; bunlara da tabii “çağdışı kalmış”, “kafayı bozmuş” muamelesi yapılır. Oysa “kafa”sı çoktan başka yerlere (mesela Ay taraflarına) uçmuş kimi günümüz vatandaşının durumu, tek kelimeyle patetik. Sürekli olarak reel politikayla, ideolojiyle, “karşı tarafa nasıl çakarım” güdüsüyle yatıp-kalkanların; düzgün bir iş yaptığı görülmüş-yazılmış değildir tarihte.
Peki bu kadar negatif bir vaziyet içerisinde, “hâlâ işinde-gücünde, hâlâ namuslu, hâlâ çalışkan, hâlâ ahlaklı insanlar nasıl çıkıyor” diye sorabiliriz kendimize. Soğukta dilenmeyen ama çiçek-tespih-bilet satan; emekli maaşıyla çocuk bakan-okutan; parası-pulu çok olup da bunun ciddi bir bölümünü vakıflara, ihtiyacı olanlara bağışlayan; sabahın karanlığında okullarına yetişmeye çalışan; ağır enflasyona rağmen kâr marjını asgaride tutan; toplu taşıma araçlarında yaşlı insanlara yer veren; elindeki sigara izmaritini söndürüp çöp tenekesine atan; kamusal alanlarda başkalarıyla veya telefonla yüksek sesle konuşmayan; tanımadığı kişilere veya kendisinden büyüklere “siz” diye hitap edenler de var ülkemizde. Evet sayıları az, ama var. Bunlar geçmişlerini unutmayan-hatırlayan, yani bir devamlılığı olan insanlar. Hata yaptıklarında “özür dilerim” derler. İyi bir iş yaptıklarında alkış-tezahürat beklemezler. Kötülükle karşılaştıklarında kendilerini sonuna kadar savunur, ama asla intikam düşünmezler. Zira bilirler ki, bu dünya kimseye kalmaz; kalacak olan yegane şey, arkada bırakılan işler ve isimdir; onlar ilelebet yaşar ve gelecek kuşaklara referans olur. Bunları gören, okuyan, bilen diğer vatandaşlar “demek ki mümkünmüş; demek ki olabiliyormuş; demek ki biz de böyle yapabiliriz” derler.
Bu umudu bize özellikle 1912-22 arasındaki 10 yıllık savaş döneminin kahramanları sağladı. Cumhuriyet, neredeyse yokolma noktasına gelmiş bir toplumu-coğrafyayı aydınlattı. Ona buna efelenmeden, kendi insanını ayağa kaldırdı; ona güç verdi. O insanların yüzü suyu hürmetine, her türlü kepazeliğe karşı hâlâ varız, varolacağız.