Kasım
sayımız çıktı

Dileyen dilediği ağacı keserdi

Osmanlı Devleti’nde, 19. yüzyılın ortalarına kadar dileyen herkes ormana girip canının istediği kadar ağaç kesebilirdi. Tanzimat’ı takip eden 1850’li yıllarda Orman Mektebi açılıp çeşitli düzenlemeler yapılıncaya kadar bu durum böyle devam etti.

Arapça iki sözcüklü cibâl-i mubaha, İslâmî- şer’i bir deyimdir, fetvalarda geçer. “Orman herkese açıktır, isteyen dilediği gibi keser biçer” anlamındadır. Cibâl dağ demekse de ormanla örtülü dağ anlamak gerekir. Baltasını bileyen, ormana girer, keser biçerdi. Vergi de ceza da yoktu. Gölden kayadan elde edilen tuz için vergi ödenirdi de 1850’lerde Orman Mektebi açılıp nizamnameler çıkarılıncaya kadar orman ürünleri beleşti. Dahası ormanı kesip kökleri söküp tarım alanı açmak teşvik ediliyordu. Çünkü yer açan ekip biçer, aşar öderdi.

Devletinin ormanlara bir olumsuz bakışı da yolkesen eşkıyası yüzündendi. Bunlar, bahar yaz aylarında soygun yapmak için yola yakın ormanlarda gizlenirdi. Hicrî 1167’de (1754) Divân-ı Hümâyûn’dan Sivas ve Diyarbakır valiliklerine yazılan bir hükümde özetle şöyle deniyor: “Mevsim-i bahar gelmekle ağaçlar yapraklandı. Zümre-i eşkıya ormanlara yaslandı!”

Bir bilim ve kalem insanımız ağaç ve orman tarihimizi yazmak istese, elinde meşe budağı ava çıkmış Anadolulu Homo Sapiens’ten, ormanlara siyanür göletleri oyan bugünün maden işletmecilerine nasıl bir tarih çizelgesi kurar? İnsanoğlundan korunmak için 1000 metreden daha yukarılara çekilen ağaç türlerinin serüvenleriyle baltalı atalarımızdan bugünün sözde uygar çalımlılarına kadar ağaç ve orman düşmanlarının özgeçmişlerini yan yana görmek, herhalde ilginç olur.

Amasra’nın Bostanlar köyündeki Kestanelik’te, kovukları küçük birer oda gibi yaşlı ağaçlar vardı. Bölge ağaçlarını tanıyan orman müdürü, herhalde mübalağa da ederek “Bu ağaçlar İskender’le yaşıt, selam durun” demişti! 21. Yüzyıla girerken Bartın Çimento fabrikasına hammadde veren bir müteahhit aradığı kili bu koruluğun altında buldu. Gölgeliğinde mandaların geviş getirdiği, kovuklarında çocukların saklambaç evcilik oynadığı Kestanelik tarumar edildi.

Ağaç kesme fetvası Sultan I. Ahmed’in saltanatında (1603-1617) derlenen bir kanunnâmenin, ağaç, cibâl-I mubaha (orman) ve bağ bahçe konularına ilişkin fatvaların yer aldığı sayfalarından biri.

Amasra kasabasının meydanındaki anıt ıhlamur ağacı ise bir Alman botanik dergisinin kapağı için 1950’lerde poz vermişti. Onu da karşısındaki Muhtarlık Bahçesine belediye binası yaptıran başkan kestirdi. İdam gerekçesi, bahçedeki taflan, manolya ve akasyaların yerine oturtulan beton belediyenin uzaklardan görünmesini engellemesi olmuştu!

Operatör Cemil Paşa Şehremini (İstanbul Belediye Başkanı) olunca ailelerin ağaçtan ve bahçeden yoksun kalmamaları için Gülhâne, Sultanahmet, Fatih, Doğancılar parklarını açmış, Çamlıca Kısıklı Bahçesi’ni yeniden düzenlemişti. Yüzyıl önceki o medeni görüşün günümüze yansıması nedir? Çamlıca tepeleri önce ruhsatsız sonra ruhsatlı yapılaşmaya terk edildi.

Çamlıca, eski bahçeler, teferrüçgâhlar, çayırlar, korular… Asırlık ardıç dişbudak, kestane, çınar, meşe ve ötekileri, ne zorbalıklara kıyımlara kırımlara ateşlere direnerek bugünlere gelebildiklerini, orman-ağaç yazarlarını bulsalar elbette anlatacaklardır. Zamansız kaybettiğimiz Hikmet Birand (1904-1972 bunun öncülüğünü üstlenmişti. Büyük Adanın Yeşil Örtüsü (1936), Keltepe Ormanlarında Bir Gün (1948), Türkiye Bitkileri (1952), Anadolu Manzaraları (1957), Kurak Çorak (1962) Alıç Ağacı ile Sohbetler (1968), Birand’ın bize bıraktığı servettir.

Orman yağmasıyla mücadele 19. yüzyılın ikinci yarısında ağaç kesmeye eskisi kadar müsahama gösterilmemeye başlandı. Orman ve Maden Nazırı Selim Melhame Paşa’nın 12 Ekim 1893 tarihli raporunda, ormanların tarla yeri açmak için ahali tarafından kasten yakıldığı, orman kolcularının yetersiz veya kayıtsız kaldığı yazıyor. Raporda ayrıca kimseye boş orman arazilerinin kimseye mülk olarak verilmemesi gerektiği yazıyor (solda). Bundan üç gün sonra, kimsenin mülkiyetinde olmayan ormanların devlete ait olduğu, bundan sonra kimseye boş orman arazilerinden tapu verilmemesinin kararlaştırıldığı ilan ediliyor (sağda).

Karagöz’e şikayet Karagöz dergisindeki karikatürde Beykoz Belediyesi’nin kestiği yüz yıllık dört ağaç, dertlerini anlatacak kimse bulamadıkları için Karagöz’e dert yanar: Ağaçlar: Bizim en gencimiz yüz elli yaşındadır. İçimizde ömrü üç yüz yıla yaklaşan vardı. (…) Gölgelerimizin altında Beykozluların dedeleri dinlenmişti. Bugünkü belediye başkanı ve üyeleri, diyelim ki kendilerinden sonrakileri düşünmüyorlar, acaba bizim en aşağı yüz elli yaşında bulunduğumuza niçin hürmet etmediler? (…) Haydi bize kıydılar, o meydanın bomboş, halkın güneş altında kalışına da mı acımadılar! Karagöz: Belediyenin halkı düşünüp, hallerine acımalarını bekleyemeyiz. Teessüf olunur ki görevlerini de ancak tahtibattan ibaret zannediyorlar.”

120 YIL ÖNCE

Tanrının lütfu orman, baltayı vuran insan

Günümüzden 120 yıl önce yayımlanan Coğrafya-yı Umrânî‘nin ormanlar bahsinde Rumeli ve Anadolu ormanları için ilâhi bir bahşayiş (bağış) denmiş. O zamanki ölçümlerle ormanlar 12 milyon hektarlık bir araziyi örtüyormuş. Bundan az ormana sahip ülkelerin ormanları önemli birer gelir kaynağıyken biz keyfemâyeşâ (gelişigüzel) yararlanıp tahrip ediyormuşuz.

Rumeli ve Anadolu’nun orman bölgelerini ve ağaç türlerini tanıtan Coğrafya muallimi Mehmed Hikmet Bey, ağaçların “hazlarına ve sevgilerine” de değinmiş. Köknar, taze topraktan, gayet dik meyilli araziden hazzedermiş. Beğenip yerleştiği yerler: Ilgar, Abbas, Ala, Keşiş Kaz, Bulgar, Anti Toros, Yozgat’taki Akdağ’mış. Sindbâr (Lârbin) koruları, Çal, Kümbet, Zigana, Bolu, Düzce, Keşiş, Domaniç, Dikili, Bulgar, Toros’u yurt edinmiş; birçok türü sayılan çam, zayıf, kumsal ve kuru arazileri tutmuş. Ardıç, pürnâr (yeşil meşe), ak meşe, kara meşe, kestane, şimşir, servi, çitlembik, orman portakalı, Rize’nin köylerinden, Mapavri’de (Çayeli), Yafa’da, Adana’da Berket Dağı’nın eteğinde, Karagöl Mescit ormanlarında, Bursa’da Keşiş Dağı’nda (Uludağ) serpilmiş. Muş sancağında da ceviz ormanları varmış. Doğal ki bugün yok! Eski ormanların Anadolu arazisinde insanoğlundan kurtuluş için tırmandıkları irtifalar, 120 yıl önceki ölçümlerle 1400-3000 m arasında.

Yine öğreniyoruz ki 19. yüzyılda, hammaddesi ormanlardan elde edilen üretim ve tüketim alanları günümüzle kıyaslanmayacak kadar çok. Marangozlar, doğramacılar, keresteciler, kutucular, arabacılar, çıkrıkçılar, tezgâhçılar, fıçıcılar, nalıncılar… En obur iki tüketim kapanı da Tophane ve Tersane imiş. Ayrıca unutmamalı ki Suriçi İstanbul’un yaklaşık 100 bin yapısının yüzde doksanı ahşaptı. Yakacakta da odun ve odun kömürü tüketiliyordu. İlkokul sınıflarında coşarak söylediğimiz “Baltalar elimizde” diye başlayan “Oduncu“ canlandırmasındaki korkunç mesajın öğretmenler bile henüz ayrımında değillermiş.

Kitapta gemi direkleri, bina yapımları için köknar meşe kestane tomruklarının Sinop’tan geldiği açıklanıyor. Karaağaç, kızılağaç, kuyu, maden ocağı, Tophane ve Tersane işlerinde; kavaklar bina yapıcılığında; meşe, köknar, ceviz, kiraz ,dişbudak, kayın, çınar, armut, ünnap ve zeytin doğramacılıkta; gürgen, kestane ve huş, koçu ve nalın imalatında; akça ve köknar, musiki âletleri yapımında kullanılır, odun kömürünün en alası meşe, gürgen, kayından yakılırmış. Çabuk tutuşan huş ve gürgen fırıncılarca makbulmüş.

Yakacak odun naklinin nehirlerde sallarla yapılması da ilginç. Bu şekilde taşımacılığa uygun olmayan çay ve ırmaklarda ise sahiplerince damgalanmış odunlar suya bırakılır, sel odunu denen dağınık odunlar uygun yerlerde yapılan süzeklere kadar ‘omcıcı’ denilen görevlilerce indirilip toplatılırmış. Bu meslek, Şile, Akçaşehir, Ereğli, Giresun Tirebolu’da, Karadeniz’e akan Ağva, Karasu, Melen, Kuluç, Aksu Harşit çaylarında eskiden beri yapılarak ormanlardan külliyetli sel odunu Karadeniz sahiline indirilerek denizden İstanbul’a sevk olunurdu. Kızılırmak yoluyla Sivas’a, Tozanlı suyundan Tokat’a, Keşiş Dağı’ndan Nilüfer Nehri’yle Bursa’ya aynı usulle sallar tertip edilip odun indirilirmiş.

Odun kömürü mahrukatta önemli olduğundan pek çok ormanlarda özellikle Istıranca’da, İzmit yarımadası ormanlarında “torluk” denen kömür ocaklarında yakılıyor. Istıranca kömürleri İnbada, Midye Silivri iskelelerinden yelken gemileriyle Karadeniz ve Marmara üzerinden İstanbul’a naklediliyordu.

Zift ve katran, Bursa, Balıkesir, Kastamonu, Kosova, Trabzon, en çok da Bartın, Artava, Görele, Kazdağı çam ormanlarında üretilir; Görele, İnebolu, Bartın iskelelerinden tulumlarla İstanbul’a sevk olunurdu. Görele katranı en makbulüdür. Tabakhanelerde kullanılan kabukların en alaları, meşe, kestane kabuğudur. Söğüt ve aksöğüdün taze dallarından fıçı çenberi sepet çubukları; Huş ağacı dallarından süpürge yapılır. Sahil çamlarından elde edilen reçine, çam sakızı, katran, terementi, Tersane-i Âmire levazımındandır. Bunlar, eczacılıkta da diğer sanayi alanlarında da tüketilir. Barut imalinde gerekli kömür söğütten, top barutu kavak kömüründen elde edilir. Akdiken ağacı kömürü ressamlıkta kullanılır.