Kasım
sayımız çıktı

1914-18 döneminde dokuz büyük hata yaptık

Dünya Savaşı’nın bitişinin üzerinden 100 yıl geçti. Cephelerde zaferler kazanıldı, hezimetler ve kayıplar yaşandı, 500 binden fazla asker şehit oldu. Peki temel hatalar neydi? Daha önemlisi neden bu kadar çok ve tayin edici hata yaptık? Nitekim Mustafa Kemal Paşa, Nisan 1920’de savaşın yönetim tarzını eleştirmiş, buna karşın Osmanlıların savaşa girmeme şansı olmadığını açıklamıştı. 1. Dünya Savaşı’nda Türk komutasının kritik hataları.

1. Dünya Savaşı’ndaki hatalarımızın bedelini bu gün ödemeye devam ediyoruz, daha da ödeyeceğiz. Şayet savaşı daha iyi yönetseydik, barışı da daha iyi yönetirdik. Ne var ki, aynı zamanda çok çalkantılı bir ihtilaller ve darbeler döneminden geçiyorduk ve devlet aklı “sürekli istikrarsızlık”tan nasibini almıştı.

Nerelerde hata yaptığımızdan çok, niçin hata yaptığımız daha değerli bir bilgidir. Elbette, 1914-18 mücadelesini yürütenleri bugünün bakışıyla eleştiremeyiz. Onlar çaresizlik duygusu ve sayısız endişe içerisinde ve biraz da yitirilen vatan topraklarını geri almak umuduyla savaşa girdiler; bu süreçte her gün ellerindeki olanakları çok aşan durumlar için karar aldılar. Amacımız, hasbelkader aramızdan çıkan liderleri yermek ya da aklamak değildir. Ne var ki, o dönemin daha basiretli yöneticileri arasında da birçok karar ve uygulamayı hatalı bularak eleştirenler vardı ki, Mustafa Kemal bunlardan biridir. Zaten eleştirel bir bakışa sahip olmasaydı, alnı ak bir şekilde ortaya çıkıp Millî Mücadele’yi yönetemezdi.

İttifak komutanları 1. Dünya Savaşı’nda İttifak komutanları Enver Paşa ve Kaiser II. Wilhelm.

Herhangi bir savaşın iyi yönetilmesi öncelikle askerî otoritenin siyasi otorite tarafından yönlendirilmesine bağlıdır. En temel eksiğimiz buydu. 1908 İhtilali’nden sonra ülkeyi yöneten kadrolar çok yetersiz, tecrübesizdi. Hemen ardından Girit ve Bosna meseleleri; Yemen, Arnavutluk, Makedonya, Lübnan, Adana ve daha birçok yerde isyanlar; 1911’de Trablusgarp Savaşı; ertesi yıl da büyük Balkan felaketi meydana geldi. Yönetim, nefes alamadan sürekli yumruk yiyen bir boksör gibiydi. Bu ortamda devletin ve ordunun yeniden toparlanması için bir sürenin geçmesi gerekirdi. Ordunun, yeniden örgütlenme sürecinin tam ortasında büyük bir savaşa girilmesi hiç iyi olmadı. Bu kurumun Enver Paşa’nın yönetiminde olması ise onun stratejik akıl eksikliğini tamamlaması gereken komuta-kontrol mekanizmalarının çalışmasını engelledi. Kaldı ki, büyük ülkeler hiçbir zaman tüm sorunların çözümü için bir veya birkaç kişinin dehasına (bunun olduğu varsayılsa bile) güvenmemek gerektiğini bilir, bunun için kurumlar oluşturur. Sivil ve askerî otoritenin tekleşmesi ise ölümcül bir durumdur.

1. Hata: Savaş kararı ve tepeden inmecilik

Savaşa girme konusu, devlet kademelerinde müzakere edilmesi ve meclislerde karara bağlanması gereken bir konudur. Osmanlı Devleti’ni savaşa sokan antlaşmayı Enver ve Talat’ın dışında sadece Sadrazam Sait Halim ve Meclis Reisi Halil Bey biliyordu. Bahriye Nazırı Cemal Paşa ve Maliye Nazırı Cavit dahil, hükümet üyeleri ve yönetimdeki İttihat ve Terakki’nin diğer liderleri iş bittikten sonra haberdar oldular. Ayrıca savaş boyunca devletin izleyeceği politikanın belirlenmesi için siyasi, idari veya askerî kurumlarımızda müşterek veya bağımsız herhangi bir çalışma yapılmadı. Berlin büyükelçimiz Mahmut Muhtar Paşa bile çoğu halde gelişmelerin dışında bırakıldı. Bu, savaş kararlarının daima müzakereyle alındığı Osmanlı devlet geleneğinin dışında bir tepeden inmecilikti.

Osmanlı genelkurmayındaki en değerli subaylar da Alman Generali Bronsart von Schellendorf’un komutası altında herhangi bir karara itiraz edemez hale getirildi. Halbuki devlet geleneği sürdürülse, Almanlar ile daha kapsamlı müzakere edilebilir, İtilaf saldırısı kaçınılmaz hale geldiğinde de savaşa daha fazla hazırlık yapılmış olarak girilebilir, ortak komutanlıklar belli protokollere bağlanabilirdi. Enver Paşa şüphesiz kötü niyetli değildi ama bu işi layıkıyla yürütecek kapasitesi yoktu. Son kararı tek adam verirse, daima daha çok hata yapılır. Mustafa Kemal 1921’in en karanlık saatlerinde bile Meclis’te günlerce müzakere açmış, sürekli yetki yenilemiş, bu işleri herhalde keyfinden yapmamıştı.

Irak cephesi

Nisan 1918’de IrakKerkük’ün 70 km güneyinde Tuzhurmatu cephesinde esir düşen Osmanlı askerleri.

2. Hata: Alman çıkarlarına teslim olmak

Rusya ve İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne saldırı hazırlığında olduğu ve savaşın kaçınılmazlığı kabul edilse bile, Sarıkamış ve Kanal’daki umutsuz saldırılarda ve Avrupa cephelerinde yitirdiğimiz asker ve malzeme ile çok daha iyi savunma yapabilirdik. Baştaki her iki taarruz da coğrafi koşulları ve eldeki olanakları hesap etmeden planlanmış olup, yegane amaçları mümkün olduğu kadar çok İtilaf birliğinin Avrupa’daki ana cephelerden buralara çekilmesi idi. Ancak, bunlar dahi çok daha az kayıpla daha etkili şekilde yapılabilirdi. Sarıkamış’ta iki kolorduyu dondurucu soğukta dağa sürmek yerine, bu hareket iyi donatılmış iki tugay ile daha büyük başarı şansı elde eder, en azından aynı sayıda Rus birliğini meşgul ederdi. Burada Enver ve Hafız Hakkı’nın Napoléon kompleksine girerek gözlerini hırs bürüdüğü şeklindeki yorumlara itibar etmeyebiliriz ama, bir binbaşıdan başkomutan vekili, bir diğerinden de 3. Ordu komutanı yapılması koşullara rağmen kabul edilebilir bir şey değildir.

Kanal’da ise askerleri uyduruk teneke sallarla karşıya geçerken biçtirmek yerine, savunmada kalıp Kanal’ın top ateşiyle baskı altına alınması pekala mümkündü ve düşünülmemiş de değildi. Ancak bu uygulanmadı, çünkü amaç oraya daha fazla İngiliz birliği çekmekti. Çekildi de; ama bunlar sonuçta hücuma geçerek Osmanlı cephelerindeki tayin edici zaferlerini kazandılar.

Kudüs’te Türk esirler 9 Aralık 1917’de Kudüs’ü ele geçiren İngilizler burada yüzlerce Türk askerini esir almıştı. (Bkz. #tarih, 43. sayı)

3. Hata: Savaş planlarının tehdide göre yapılmaması

Balkan Savaşı’nın başındaki 43 piyade tümenimizin 14’ü ile büyük Edirne garnizonu tamamen dağılmış, 22 tümen de çok kayıp vermişti. Kısacası 1914 Ağustos’unda savaşa girme kararı verilirken, 38 tümen (2’si bağımsız), 14’ü sıfırdan olmak üzere yeniden toparlanıyordu. Böyle bir ordu ile savaşa girmeden önce her gün önemlidir. Keza, savaşın başındaki her üç cepheye (Kafkas, Irak ve Filistin) kısmen demiryoluyla kısmen de hayvan gücüyle ulaşım yapılıyordu. İkmali çok zor olan bu cephelerde menzil teşkilatı ile asker sayısının uyumlu bir şekilde arttırılması, birliklerin ikmali kolaylaştıracak şekilde kademeli olarak yerleştirilmesi daha uygun olurdu.

Hele en çok mevcudu olan 3. Ordu yarı aç durumdaydı. Ancak, bu üç cepheden ikisinde acil tehdit yokken hücuma geçilmiş, acil tehdit olan Irak cephesi bu nedenlerle güçsüz bırakılmış, İngilizlere rahatça hazırlanacakları bir alan terkedilmiştir.

Çanakkale’de yüksek kayıplar Kötü planlanan ve uygulanan 19 Mayıs 1915 saldırısında şehit düşen Türk askerleri.

4. Hata: Eldeki ihtiyatın Avrupa’da israfı

İtilef Devletleri Çanakkale’den çekildikten (Ocak 1916) sonra Trakya’da oluşturulan ihtiyatlardan Kafkasya, Irak ve Filistin cephelerine sevkedilebilecek 12 tümen bulunmaktaydı. Eldeki en iyi ve sıcak muharebe görmüş askerlerden oluşan ve bir daha elde edilemeyecek olan bu güçle, sözkonusu üç cephemizde denge kurabilirdi. Ne var ki Enver, Almanlara yaranmak için bu gücün yarısını Avrupa’daki Alman cephelerine gönderirken, geri kalan altı tümenin Anadolu’ya intikalinde de savsak davranıldı. Halbuki Doğu Anadolu’da 3. Ordu ve Irak’ta 6. Ordu, İtilaf Devletleri’nin yeni taarruzları karşısında çok kritik durumda kalmıştı. Kaldı ki, Enver Galiçya’ya gönderilecek 19. ve 20. Tümenlerin en seçkin askerlerden hazırlamasını emretmişti. Aynı emir Romanya’ya gönderilecek 15. ve 25 Tümenlerden oluşan 6. Kolordu için de tekrarlandı. Yıl sonunda bu kuvvete 26. Tümen eklendi. Nihayet 46. ve 50. Tümenlerden oluşan 20. Kolordu da Makedonya’da savaşa tutuştu. Böylece kendi cephelerimiz çökerken, en güçlü yedi tümenimiz Avrupa’da savaşa tutuşmuştu.

Mustafa Kemal 1917’de Enver’e “Devletin Türk kanını Almanlar için akıtırken en azından Bulgarlar kadar kıskanç olması gerektiğini” söylemiştir. Ancak Enver,Almanların bu taleplerine boyun eğmekle kalmamış, iki tümen daha vermeyi teklif etmişti. Türkiye’nin cephelerini daha fazla zayıflatmak istemeyen Alman komuta heyeti bunu nazikçe geri çevirdi. Bu arada Rus ve İngiliz taarruzları başlayıp elde ihtiyat kalmayınca Enver 1917 başında birliklerin geri gönderilmesini istedi ama Almanlar her üç cephede de bu kuvvete “şiddetle ihtiyaç olduğunu” söyleyerek reddettiler. Halbuki bu sırada Makedonya ve Romanya cepheleri sükuna kavuşmuştu.

Enver Mart ayında talebini tekrarlayınca 46. ve 26. Tümenlerin dönmesine izin verdiler ama bunlar daha yola çıkmadan İngilizler Bağdat’a girmiş, buradaki birliklerimiz kuşatılıp imha olmaktan güçlükle kurtulabilmişti. Geri kalan birliklerin de çoğu savaşın son yılına girildikten sonra dönebildi. Bu arada Almanlar Filistin cephesine adı “Asya Kolordusu” olan bir birlik gönderdiler ama hiç değilse bir tümen beklenirken, bunların ancak bir tugay büyüklüğünde olduğu görüldü.

3. Ordu perişan oldu Yanlış kararlar ve ağır kış koşulları Sarıkamış’ta ağır bir zayiata yol açmıştı.

5. Hata: 2. Ordu’nun geciktirilmesi, 3. Ordu’nun yalnızlığı

Osmanlı askerî tarihine baktığımız zaman, yardımlaşma prensibinin birçok durumda ihmal edilmiş olduğunu görürüz. Rus ilerlemesine karşı Doğu cephesinde kurulmasına karar verilen 2. Ordu’nun toplanması 1916 yılında o kadar gecikmeli bir şekilde yapıldı ki, büyük kayıp vermiş olan 3. Ordu uzun süre tek başına kalarak birçok bölgeyi düşmana terketmek zorunda kaldı. Erzurum, Erzincan ve Trabzon yitirildi. Çanakkale’den sonra, Trakya’daki büyük yığınaktan gönderilecek olan tümenlerin sevkine hemen başlanabilirdi ama kış sonuna kadar beklendi ve yaz sonuna kadar tamamlanamadı.

Kritik Haziran ve Temmuz günlerinde, 2. Ordu’nun intikal etmiş ve harekata hazır bazı birlikleri genel karşı taarruz için bekletilirken, 3. Ordu tek başına perişan oldu. Ağustos ayında 2. Ordu taarruza geçtiği zaman da 3. Ordu’nun kıpırdayacak hali kalmamıştı; bu nedenle istenilen ilerlemeyi yapamadan aşırı kayıp verdi. 2. Ordu’nun hazır birlikleri en azından kısmi bir taarruz yapsa 3. Ordu hiç değilse son yenilgilerden korumuş olacaktı ve onlar muharebe ederken de daha rahat ilerleyebilecekti. Ayrıca 2. Ordu taarruzları birbirini desteklemeyen eksenler üzerinden sürdürülünce başarısızlığı garantilenmiş oldu. Yani, burada hem stratejik hem de operatif prensipler can alıcı şekilde ihmal edilmiştir.

6. Hata: İran’a gönderilen kolordu ve Bağdat’ın yitirilmesi

Kuttülamare’de tecrit edilen İngiliz tümeninin esir edilmesini takiben, İngilizler Irak’ta çok büyük yığınak yapmaya başladı. Ulaşım hatları, nehir gemileri, taze gıda üreten tesisler oluşturdular. Buna rağmen Enver, İran üzerinden Doğu’ya ilerleme emelleri içerisinde, Irak’taki 6. Ordu’nun iki kolordusundan birini, yani 13. Kolordu’yu buraya gönderip yeni bir dert kapısı açtı. Bu nedenle 18. Kolordu İngiliz kuvvetleri karşısında yalnız kalarak Bağdat’tan çekilmek zorunda kaldı.

Kaldı ki en iyi birlikler 13. Kolordu’ya verilirken, en yıpranmış olanlar da 18. Kolordu’ya bırakılmıştı. Halbuki Irak cephesinde ilerleme eksenleri az çok belli olduğu için, iki kolordunun birbirlerini desteklemek suretiyle Bağdat’ı savunması mümkündü. Şayet savaşın sonuna kadar İngilizleri Bağdat’ın güneyinde tutabilsek, Musul ve havalisini korumak için elimiz güçlenirdi. 13. Kolordu Hamedan’a kadar ilerledi fakat daha ileri gidemedi. Kış boyunca zorlukla ikmal alarak oyalandı; Irak’ta durum kötüleşince 1917 başında geri çağırıldı. Rus ve İngiliz birlikleri tarafından kuşatılmadan çekilmeyi başardı ama iş işten geçmişti.

Irak-Tuzhurmatu Irak-Tuzhurmatu cephesinde İngilizlere esir düşen Türk askerler.

7. Hata: Birlik kuruluş ve dağılımındaki hatalar

Bir ordudaki büyük birlikler kayıp verseler dahi, gelenekleri, kalan kadroları ve savaş tecrübeleriyle yeni birliklerden daha verimli olurlar. Bağdat’ı geri almak üzere yapılan kötü ve siyasi amaçlı reorganizasyon çerçevesinde 7. ve 8. Ordular kurularak eldeki birlikler yeniden düzenlendi. Bu ordular Irak’ta hiç faaliyet göstermedi ve Filistin’e kaydırıldı. Bu sırada piyade tümenleri sürekli lağvediliyor, yenileri oluşturuluyor bunlar farklı kolordulara gönderiliyordu.

1918 yazında 3., 6., 7. ve 8. Ordulardaki 29 tümenden biri hariç, hepsi eksik kadroluydu. Öyle ki, son muharebelerde, 7. ve 8. Orduların toplam gücü kağıt üzerinde 12 tümendi ama gerçekte hepsi normal kadrolu birer alaya ancak denk olup, bunlara verilen “Yıldırım Ordular Grubu” ismi sadece imajdan ibaretti. Halbuki tayin edici muharebenin burada yapılacağı pekala biliniyordu. Bu dört ordunun tertiplenmesi, Enver’in Kafkasya ve İran hayallerinin sone ermediğini gösteriyordu; öyle ki eldeki tümenlerin 11’i, Rusların savaştan çekilmesine rağmen Doğu Ordular Grubu emrine verilmiş, İngilizlerin sürekli ilerlediği Mezopotamya’da ise sadece altı tümen bırakılmıştı. Hazar ve Tebriz hedeflerine ilerlenirken güneyde yeni felaketler meydana gelecekti. İran yaylalarındaki birlikler geri çağrılacak ama gene vaktinde dönemeyeceklerdi.

8. HATA: FİLİSTİN’DE HATALI TERTİPLENME

Filistin cephesinde Allenby geldikten sonra İngilizler hem daha sıkı hazırlandı hem de ezici kuvvet üstünlüğü sağladılar. Osmanlı cephesi sağ cenahından denizden bombalanırken, çöl tarafından da çevrilip kuşatılacaktı. Kaldı ki, esas cephede muazzam bir topçu bombardımanı Türk siperlerini hallaç pamuğu gibi attı ve İngiliz süvarileri ile uçakları da buna katılınca birliklerin yarısı daha ilk hücumda imha edildi. Halbuki İngiliz üstünlüğü bilindiğine göre, bu cephede örtme birlikleri bırakılıp, zaten alay gücüne inmiş diğer tümenleri kademeli olarak kuzeye çekmek, Lübnan dağlarında doğal engellerin arkasında mevzilendirmek, bu sırada diğerlerine kuzeye çekilme şansı yaratmak gerekirdi. Türk birlikleri gergin bir ip gibi ileride dizilince cephe derhal parçalandı ve bir daha toparlanamadı. İngilizler 8. Ordu karşısında 7 kat, 22. Kolordu karşında ise 14 kat kuvvet üstünlüğü sağlamışlardı.

Sonuçta 10 tümen ve Kurtuluş Savaşı’nda sahip olduğumuzdan daha fazla malzeme, vasıta ve ağır silahlarımız elden çıkacak; Mustafa Kemal İskenderun yakınlarında cepheyi sadece yedi tümenin kalıntılarıyla sabitleştirmeye çalışacaktı.

9. ve Temel Hata: Komuta birliği ve savaş stratejisi olmayışı

Böyle büyük bir ölüm-kalım savaşını bırakın, küçük bir operasyon bile strateji ve komuta birliği gerektirir. Operasyonlara nasıl başlanacak, nasıl yürütülecek, eldeki imkanlar ne yönde kullanılacak, işlerin ters gitmesi halinde ne yapılacak? Osmanlı Devleti Avrupa’da savaş başladıktan sonra bu konularda bütünlüklü bir yaklaşıma, yani stratejiye asla sahip olmadı. Savaş günü gününe idare edildi. Zaten devlet üst yapısı bu konuları tartışmaya elverecek bir halde değildi. Bunun sonucunda eldeki olanaklar çok kötü kullanıldı ve birçok halde israf edildi.

Operasyon sahaları birbirini destekleyecek yerde engel oldular. Enver’in İran ve Kafkasya takıntısı ile Avrupa’ya gönderdiği tümenler, ordu gücünün toplamda dörtte birini ana cephelerden uzaklaştırdı. Bunun hem bize bir yararı olmadı hem de birçok cephemiz çöktü.

Ayrıca Almanların Türkiye’ye müstakbel bir sömürge, en azından etki alanı olarak bakmaları, değerli Türk komutanları etkisiz kıldı. Kritik kararlar çoğu zaman Almanlara bırakıldı. Örneğin Sanders’in Çanakkale’de, Falkenhein’ın ve gene Sanders’in Filistin’deki tertiplenmeleri hatalıydı. Bu sırada ikmali binbir zorlukla yürütülmeye çalışılan ve savaşın sonucuna (psikolojik faktör hariç) hiçbir tesiri olmayan Medine Savunmasının sona erdirilip, Arabistan ve Yemen’deki dört tümenin Filistin’de kuzey ve doğuya doğru kademelendirilmesi askerliğin gereğiydi. Filistin gittikten sonra Medine zaten savunulamayacak, buradaki birlikler esarete düşecekti. Keza, savaşın sonunda birliklerin çok üstün güçler karşısında kendilerini koruyabilmeleri için gerekli çekilme planları yoktu. Özellikle Almanların savaşı kaybetmekte olduğu belli olduktan sonra buna özellikle önem verilmesi aklın gereğiydi.

Ezici üstünlük 7. ve 8. Ordular Irak’ta hiç faaliyet göstermedi ve Filistin’e kaydırıldı. İngilizler 8. Ordu karşısında 7 kat, 22. Kolordu karşında ise 14 kat kuvvet üstünlüğü sağlamışlardı…

10. Diğer Hatalar:

Yukarıda değinilenlerin dışında en temel faktör Osmanlı kaynaklarının zayıflığıdır. Devlet besleyebileceğinden, giydirebileceğinden, donatabileceğinden daha fazla askeri silah altına aldı. Toplamda 501.091 askerimiz şehit oldu, hayatını kaybetti (Dr. Kemal ÖzbayTürk Asker Hekimliği ve Asker Hastaneleri Tarihi). Toplam zayiatımız bu rakamın en az üç katıdır. En başta açlık ve hastalıktan ölümler sonucunda birliklerde toplu firarlar yaygınlaştı. Bazı birlikler firarilerin takibine ayrılmak zorunda kaldı. Böylece çok asker alalım dendikçe, eldeki asker sayısı azaldı. Halbuki daha az mevcutlu ama iyi bakımlı ve donanımlı birliklerle savaş çok daha iyi yürütülebilirdi. Ne var ki asker sayısı o dönemde dünyadaki tüm orduların takıntısı idi ama, belki Rusya hariç, hiçbir ülkede insan gücü bizdeki gibi israf edilmedi. Kaldı ki Rusların nüfusu ve ekonomik olanakları bizden çok daha fazlaydı. Ayrıca, savaş boyunca ülke iç emniyet cephesi de sağlam tutulamadı. İsyanlar orduya ve ülkeye askerî ve siyasi olarak büyük zarar verdi.

Mustafa Kemal’in Enver’e Mektubu

Mustafa Kemal daha 1917’nin 20 Eylül tarihinde Enver’e bir mektup göndermişti. Bir kopyasını da Talat’a ulaştırdı. Mektupta Almanların savaşı yitirdiklerini, esas cephenin Filistin olduğunu, Kafkasya ve Irak’ta tayin edici savaşların olanaksızlığını gösterdi. “Bağdat cephesine İngilizler demiryolu ve gemilerle cephane yığarken, develerle ikmal edilecek bir taarruzu düşünmek bile doğru değildir” diyerek şöyle devam eder: “Askerî politikamız bir savunma siyaseti ve elimizde bulunan kuvvetleri ve tek eri sonuna kadar saklama siyaseti olmalıdır”. Daha sonra Almanların Arabistan’ı kendi sömürgeleri haline getirmek için yaptıklarına, Araplara dağıtılan altınların Osmanlı borcuna yazıldığına, Türk kanını kendi çıkarları için sonuna kadar kullandığına değinir. Şu ifadesi çok önemlidir: “Almanları idare etmek gibi sebepler ve amiller, vatan çıkarlarının gerektirdiği açık ve kesin şeklin verilmesine engel olmaz kanaatindeyim. Hayat ve ölüm meselelerinde olsun, karar vermekten mahrum bulunduğumuzu sanmıyorum”. Öte yandan Mustafa Kemal, 1920’nin Nisan ayında Meclis’in açılışından bir gün sonra yaptığı konuşmada, savaşın yönetim tarzını eleştirmekle birlikte, Osmanlıların savaşa girmeme şansı olmadığını da ayrıntılarıyla açıklamış ve savaş sırasındaki kötü yönetimin cezalandırılmasının adalet ilkeleri çerçevesinde yapılması gereğine dikkati çekmiştir.